1989 yılında Francis Fukuyama çağın ruhunu yansıttığını söylediği makalesinde soğuk savaşın bitmesiyle bütün büyük ideolojik çatışmaların sona erdiğini savunuyordu. Yarışma sona ermiş şampiyon belirlenmişti batı tarzı liberal demokrasi. Soğuk savaş sonrası dünyaya dair bu hayal gözümüzün önünde çöküyor. Şu an ABD ve Avrupa’da ki siyasi çalkantı sırf ekonomik zarara uğrayan kitlenin isyanı olarak açıklanamaz. Sadece ekonomi ile ilgili olmadığına dair argümanı en iyi destekleyen ülke Polonya. Polonya ekonomisi büyüyor ama yine de gerici popülist bir parti tekrar iktidara geldi. Bunu neden yaptılar?
Tarihin sonu olarak ilan edilen dönem bir dönem değil, aksine kriz ve travmaya açılan bir kapı, ‘’yenidünya düzensizliği’’ olarak adlandırılacak durumun tohumlarının atıldığı dönem oldu. Küreselleşmenin çelişkilerinden biri şudur ki insanlar, sermaye, ürünler ve fikirlerin serbest dolaşımı insanları birbirine yaklaştırsa da, bir yandan da ulus devletlerin yabancıları uyum sağlama kapasitesini azaltır. Ulus devlet, istikrarlı bir şekilde üzerinde tam hâkimiyet sağlayabileceği son kültürel kaynak olan etnik kimlik kurmacasına indirgendi. ‘’Alternatif Yok!’’ sloganını benimseyen makroekonomik politikalarının bir sonucu olarak kimlik politikaları Avrupa siyasetinin merkezi konumuna geldi. Daha bağlantılı, ancak daha az bütünleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşme bağ kurarken bağları da koparıyor, yani kopukluktan ibaret bir dünya. Deneyim açısından zengin bir dünya bu, ancak içinde sabit kimliklerin kurulmasına izin vermiyor, sadakat üretmiyor. Pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde buna tepki olarak arzulanan sınırın barikat şeklinde geri döndüğünü görüyoruz. İşte tam da 1990’ların kopuk dünyasından bugünün barikat örülmüş dünyasına olan bu geçiş demokrasilerin icra ettiği rolü değiştiriyor. Demokrasiyi azınlıkların özgürleşmesini savunan bir rejim olmaktan çıkarıp, çoğunluğun gücünü savunan bir siyasi rejim haline getiriyor.
Avrupa’da ki mevcut mülteci krizi demokrasilerin cazibesinin değişen doğasının ve demokratik çoğunlukçuluk ile liberal anayasacılık ilkeleri arasındaki gerilimin hem halklar hem de elitler açısından en güçlü örneği. Göçmen krizi bir ‘’dayanışma eksikliğinden’’ ibaret değil, daha ziyade bir dayanışmalar çatışması söz konusu. Milli etnik ve dinsel dayanışmalar insan olarak sorumluluklarımızın önüne geçmeye çalışıyor. Avrupa dışındaki insanların eski kıtaya gelmesi ya da yoksul Avrupa ülkelerinden zengin Avrupa ülkelerine göç edilmesi kadar basit bir konu değil bu. Aynı zamanda seçmenlerin merkezden uzaklaşması ile sağ-sol arasındaki sınırın uluslararası ve yerel arasında bir seçime kaymasıyla da ilgili.
Otoriter yönetim isteği sabit bir psikolojik özellik değil, daha ziyade kendilerini gitgide daha çok tehdit altında hisseden bireylerin tahammülsüz hale gelmesine yol açan psikolojik bir eğilim. Sanki insanlar bir düğmeye basıldığında kendi küçük gruplarını savunmaya odaklanıyorlar bu da gruptaki muhalefeti ezmeyi ve yabancılarla uyumsuzları kovmayı gerektiriyor. Bu düğmeye basan da herhangi bir tehdit değil. Kişi bu durumda içinde yaşadığı ahlaki düzenin bütünlüğünün tehlike altında olduğunu ve algıladığı ‘’biz’in’’ çözülmeye başladığını hissediyor. Yabancılara ve tehdit olarak gördüğü herhangi birine karşı düşmanlığını tetikleyen şu anki somut durumdan ziyade, ahlaki düzenin çökeceğinden duyduğu korku oluyor. Onlara göre göçmenlerin bu ülkelere gelmesi, kendilerinin tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyor ve göçmenlere ihtiyaç olduğu şeklindeki yaygın iddia bu varoluşsal melankoliyi daha da güçlendiriyor.
Klasik liberalizm ile Neo-Liberalizm arasında temel bir fark vardır, klasik liberalizm için devletin ekonominin nispeten dışında kaldığı tezini de temellendirdiğinden, ekonomik ve siyasal olanların birbirinden ‘’özerk’’ olduğunu söyleyen aşılmaz tez bugün artık açıkça köhnemiştir. Sonuç itibariyle devletin ya da başka iktidar faillerinin salt ekonomik hesap mantığının egemen olduğu, tepeden tırnağa yeni bir yurttaş yaratma hedefiyle sivil toplum alanına hatta öznelerin mahremiyetine yönelik daimi müdahaleleri ile piyasanın yönetimini birleştirmek mümkün olur. Neo-Liberalizm sadece bir ideoloji değil, toplumun bütün bölge ve alanlarında konumlanan aktörlerin taşıdığı siyasal etkinliğin doğasının mutasyona uğramasıdır. Ama siyasal etkinliğin ileri derecede paradoksal bir biçimidir bu, çünkü klasik liberalizmin temelindeki ‘’çatışmasızlık’’ öğesini mümkün mertebe etkisiz kılmaya çalışmakla kalmaz, peşinen her tür anlamdan yoksun bırakır. Birey ve grupların bütün eylemlerini tek bir kıstasa ekonomik yaratıcılığa bağlayan bir toplumun koşullarını yaratmaya çalışır, kolektif hak talepleri için olmazsa olmaz denilen kurucu bir başkaldırı fikrini sıfırlamaya kalkması da cabası. Dolayısıyla aslında siyasetten çok ‘’anti-siyaset’’, sosyal ve politik antagonizmanın etkisizleşmesi ya da önleyici biçimde lağvedilmesi söz konusudur.
Görünen o ki Neo liberalizm siyasalın geri çekilişinin bayraktarlığını yapmakla yetinmedi, öznel ve nesnel yüzlerini yeniden tanımlamaya girişti. Bir çözülmeden çok icattır söz konusu olan. Bireyin kapitalizme uyum sağlaması, diğer bir deyişle bireysel davranışın ‘’sermaye siyasetine’’ göre ayarlanması sorunlarına karşı üretilmiş başka bir tarihsel çözümdür. Bir anlamda sosyal yurttaşlığın krizi olarak da ifade edilebilecek bu kriz sadece kapitalistlerin rövanş isteğinden ya da sosyalizm ile rakipleri arasındaki güç ilişkilerinin yıpranmasından değil, kendi içindeki çelişkilerin büyümesinden kaynaklanır.
Böyle bir varsayım yalnızca orta karar demokratik(yahut eşitsizlik yapılarının yeniden üretildiği sınırlar dâhilinde demokratik) ya da anti demokratik(diktatörler, otoriter rejimler ya da tarihsel faşizm modeli) değil, ziyadesiyle ‘’a-demokratik’’ rejimler tasarlamanın da mümkün olduğunu gösterir. Hak taleplerinden ayrılmaz değerlerin rejimin işleyiş ve gelişiminde hiçbir rol oynamaması demektir bu. Böyle bir değişim (değişim biçiminin kendisini de etkileyerek) fiilen gerçekleşmekte ise ‘’siyaset sonrası’’ olduğu kadar, ‘’tarih sonrası’’ da olan bir döneme girildiğini söylemek yerinde olur.
Buradan Neo-liberal yenilenmenin anti-siyasetin ortaya çıkışı olarak eleştirilmesinde başka bir güçlüğü incelemeye yönelebiliriz çünkü bu eleştiriler ‘’demokrasizleşme’’ fikrine tam anlamıyla kıyametvari bir boyut kazandırır. Karl Marx’ın ele aldığı ‘’gerçek boyunduruk’’ kavramı, kapitalizmin artık ‘’emek gücünün tüketildiği’’, üretkenliği en üst noktaya taşımak için çeşitli yöntemler geliştirmeyi amaçlayan bir sistem olmakla kalmadığını, bizzat emek gücünü meta olarak yeniden üreten bir sisteme dönüştüğünü ifade eder. Bu sistem emek gücünün niteliklerini belirli bir üretim sisteminde ‘’kullanılabilir’’ ve ‘’yönetilebilir’’ hale getirir. Bir başka deyişle bireylerin ‘’kapasiteleri’’, ‘’ihtiyaçları’’ ve ‘’arzularını’’ koşullandırarak yeniden üretimin gereklerini emek gücüne apriori olarak dayatır. Dolayısıyla geçip giden tarihin kurucu boyutu olan siyasetin sönümlenmesi en uç noktasına itilmiş saf ekonomik mantığın sonucu olarak kendini gösterir. ‘’Demokrasizleşme’’ söylemi de aynı şekilde belli bir iktidar mantığının sonucunu, yeni bir kültürel ‘’rasyonalite’’ bulunuşunu görür burada.
Ancak çağdaş ‘’demokrasizleşme’’ süreçleri ulusal sosyal devletin çözülmesi perspektifinden bakıldığında son derece önemli tartışmalara kapı aralıyor. Bu çözülme ister bu sürecin nedeni olarak düşünülsün, ister başka güçlerin işine yarayan hantal bir kriz durumu olarak gerçekleşsin demokrasi talebinin seyrinin böyle tersine dönmesi ile varoluşu, coğrafi hareketliliği, fikirleri ve sosyal davranışları denetleyen prosedürlerin yoğunlaşması ve giderek ulusal ve uluslar aşırı teknolojilere başvurması arasında içsel bir bağ olduğuna itiraz eden olmayacaktır.‘’Denetim toplumunun’’ ortaya çıkışından, işaret ve fişleme tekniklerinin gelişiminden söz edildiği bir dönemdeyiz, bu teşhis biçimleri klasik yurttaş öznelliğinin temelini oluşturan benlik mülkiyetine halel getirmesi bakımından ziyadesiyle yıkıcı. Söz konusu denetim yöntemlerinin gelişiminde bir bakıma yurttaşlığın siyasal biçimiyle bağdaşmayan bir öteki yüz olduğunu unutmamalıyız: ‘’Yeni benlik kaygısı etiğinin’’ gelişimi. Buna göre bireyler kendi davranışlarını azami yararlılık ya da bireyselliklerinin üretken oluşu kriterine uyarak ahlakileştirirler. Bu etiğin karanlık yüzü Robert Castel’in ‘’negatif bireycilik’’ olarak tarif ettiği olgu ile birleşir. Castel bu olguyu ‘’sosyal güvenlik’’ kurumları ve bireylerin nesilden nesile bir ‘’yurttaşlar cemaatine’’ mensubiyetini mümkün kılan dayanışma ya da sosyalleşme biçimlerinin parçalanması ve çöküşüyle bağdaştırır. ‘’İlişiği kesilmiş’’ ya da bağları kopmuş birey, sürekli çelişkili buyrukların yöneltildiği bir öznedir. Yeni Neo-liberal değerler yasasına uyarak ‘’kendi kendisinin girişimcisi’’ gibi davranması, bir özerklik sergilemesi beklenmektedir. Oysa söz konusu özerkliğin tüm olanaklı koşulları elinden alınmış ya da erişilmez kılınmıştır.
Umutsuzluk ve zaman zaman başkalarına olduğu kadar kendine de yönelen aşırı şiddet bu durumdan kaynaklanır, çoğunlukla kolektif mutlak kudrete dayanan telafi edici cemaatler arayışı da buradan doğar. Bu tür topluluklar da sosyal yurttaşlığın parçalanmasıyla ortaya çıkan ‘’negatif veya imkânsız bireysellikler gibi, negatif ve imkânsız topluluklardır.’’ Ya da zamanla devlete bağlı cemaatlere dönüşürler. İdeal olarak yerel bir zeminde, etnik-kültürel ya da mikro bölgesel ‘’çeteler’’ biçiminde oluşabilirler yahut kullandıkları ve aynı zamanda kendilerini de denetleyen iletişim ağları vasıtasıyla dinsel ya da ırksal imgeleri genelleştirip küresel bir mekâna çıkabilirler. Bu aynı zamanda çağdaş siyasal mekânda popülizmin ortaya çıkış biçimlerini ve yerine getirdiği işlevlerin ne olduğunu da açıklar.
Genel bir ifadeyle ‘’demokrasizleşme’’ olarak tanımlanan siyaset kurumunun krizi, yalnızca şu ya da bu temsil biçiminin değersizleşmesinde değil bizzat temsil ilkesinin itibarsızlaşmasında yatar. Çünkü bir taraftan sosyal yardım programlarını ve sosyal çatışmaları azaltma yöntemlerini faydalı olup olmadıklarına göre hesaplamayı ve en iyi şekilde kullanmayı sağlayan yönetme biçimlerinin ortaya çıkışıyla temsilin gereksiz ve ‘’akıl dışı’’ hale geldiği öne sürülüyor. Diğer taraftan temsilin pratiğe geçirilemez tehlikeli bir siyasal biçim olduğu her zamankinden daha çok ilan ediliyor.‘’Yurttaş-öznenin’’ sorumluluğu her şeyden önce normallik terimleriyle tanımlandığında söz konusu olan yurttaşı kontrol etmektir, onun sesi olmak ya da kendisini ifade edebilmek için ‘’kendi sesiyle’’ konuşma imkânı vermek değil. Bu durum da ‘’temsil nefretinin’’, ‘’demokrasi nefretinin’’ bir biçimi olduğu anlamına gelir.
Hareketler ve Karşı Hareketler üzerine
Neo-liberalizmin krizi çağdaş ilerici politikaları da etkiledi. Neo-liberalizme karşı ilk protestolarla, sonrakileri kıyasladığımızda bu protestoların tabanında değişiklikler, ulusal ölçekte geleneksel hakların garanti altına alınması talebine odaklanma ve ahlaksız kapitalizme karşı ahlaki koruma vurgusunu görebiliriz. Kemer sıkma politikalarını protesto eden bazen prekarya olarak adlandırılan insanlar kendilerini Neo-liberal politikaların kaybedeni olarak gören çeşitli sınıf ve sosyal grupların ittifakından oluşuyordu. Bu hareketlerde yer alan birçok insan için güvencesizlik kesinlikle sosyal ve kültürel bir koşuldu.Bununla beraber iyi eğitimli gençler Neo-liberalizmin yurttaşlık haklarına ve sosyal haklara saldırısından mağdur olan tek kesim değil. Emekliler ve devlet memurları gibi grupların hayat koşulları bazılarının ki, diğerlerinden daha ciddi durumda olmakla birlikte gittikçe güvencesizleşti. Benzer bir şekilde kapanan ya da kapanma tehlikesinde olan büyük ya da küçük fabrikalardaki mavi yakalı işçilerde protestolara katıldı.
Ekonomik krize birde siyasi meşruiyet krizi eşlik ettiğinden toplumda gittikçe daha fazla grup kendilerinin devlet kurumlarında temsil edilmediğini hissetmeye başladı. Aynı zamanda bu kurumların büyük şirketlerin elinde olduğu inancı da yaygınlaştı. Bugün protestocular etkin bir şekilde büyük şirketlerin ve şeffaf olmayan uluslararası örgütlerin iktidarını ve ulus devletlerin buna bağlı gelişen buna bağlı gelişen egemenlik kaybını eleştiriyor. Dahası hükümetlerini ve genelde siyasetçilerini demokrasinin rehin tutulması olarak gördükleri bu durumdan sorumlu tutuyorlar.Bir bakıma bu protestoların da yüzü geriye dönüktü, yitip gitmiş haklarının tekrar yürürlüğe girmesini istiyor ve demokrasinin yozlaşmasını lanetliyorlardı. Meydan okunan şey demokrasinin kendisi değil, yozlaşmasıydı. Yine de kamusal tartışmada bu ilerici sol hareketler geçici bir süre için sağ partilerin zaferiyle gölgede kaldı.
Sağ popülizm üzerine araştırmalar uzun süredir siyasal solu sağdan ayıran kültürel bir çizgi çekiyor. Bu çizginin bir tarafında kozmopolitlik, öteki tarafındaysa yabancı düşmanlığı bulunuyor bugün bu durum iyice geçerli. Buna ek olarak sağ siyaset yurttaş katılımı yerine güçlü ve kişisel üzerine inşa edilen bir örgütlenme modeliyle öne çıkıyor.‘Popülist Sapma’ farklı ülkelerde farklı şekilde işliyor, ancak bazı benzerlikler bulunabilir. Popülist duyguların yükselişi siyasi kutuplaşmaya ve cepheleşen bir siyasi tarza dönüşe işaret ediyor. Tek bir sorunla ilgilenen küçük siyasi parti ve hareketlerin çoğalmasıyla öne çıkan siyasi alanın parçalanması sürecini tersine çevirerek kamuoyunun bireysel değil, toplumsal korkulara yoğunlaşmasına yol açıyor bu sapma. Popülizmin yükselişi siyasi liderlerin çok önemli bir rol oynadığı ve kurumlara duyulan güvenin azaldığı daha kişisel bir siyasete dönüş anlamına geliyor.Popülist otoriter partilerin cazibesi, muğlak olmayan bir zafer vaat etmeleridir. Liberallerin pek sevdiği güçler ayrılığını iktidardakilerin hesap vermesini sağlayacak bir düzen olarak değil, seçkinlerin seçim vaatlerini yerine getirmekten kaçınmak için uydurdukları bir bahane olarak edenlere hitap ederler. Dolayısıyla iktidardaki popülistleri tanımlayan şey, mütemadiyen güçler ayrılığı ilkesini yıkmaya çalışarak mahkemeler bankalar basın organları ve sivil toplum kuruluşları gibi bağımsız kurumları kendi boyunduruğu altına almaya çalışmalarıdır. Ancak popülist partiler sadece acımasız galipler değil, aynı zamanda edepsiz mağluplardır da. Çoğunluğu temsil ettiklerine dair inançları seçim mağlubiyetini kabul etmelerini zorlaştırır. Bunun sonucunda seçimler gitgide daha çok tartışmalı hale geliyor ve ‘’sadece bizim kazandığımız seçimler adildir.’’ Zihniyeti yükseliyor. Popülizm toplumsal hareketliliğin kanallarını, ritimlerini ve örgütlenme biçimlerini denetim altında tutan hâkim kişilikler tarafından popüler öznelliğe el konulmasıdır. Popülizm plebisite dayalı bir kavram, bunun sonucunda halkı değil, lider olan bireyi güçlendiriyor. Bu sapma liderlerin kitlelere düzen karşıtı söylemlerle hitap ettiği ancak halkı siyasete katmak yerine manipüle ettikleri ilerici politikalarda da görülebilir.
Yeni otoriter popülist liderler ve takipçileri
Etrafımızdaki yeni popülizmlerde liderler ile takipçileri arasında kurulan ilişkiyi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Geleneksel analiz alışkanlıklarımız nedeniyle liderler ile takipçileri arasında güçlü bir bağ olduğunu farz eden karizma, propaganda, ideoloji gibi faktörlerle alakalı olduğunu düşünüyoruz. Bugün liderler ve takipçileri tabii ki birbirine bağlı, ancak bu bağ liderlerin hırs, vizyon ve stratejilerinin takipçilerin korku ve öfkeleriyle tesadüfen ve ancak kısmi olarak örtüşmesine dayanıyor.Yeni popülist hareketlerde liderler genel olarak yabancı düşmanı ataerkil ve otoriter tarzlarıyla öne çıkıyor, takipçileri de bu eğilimlerin bazısını gösterebiliyor, ancak aynı zamanda içinde bulundukları toplumun onlara ve onlar için yaptıklarına karşı korku, kızgınlık ve hınç duyuyorlar. Bu profiller tabii ki bir araya geliyor, özellikle her ne kadar hileli ya da güdümlü olsalar da seçimler sırasında. Ancak bu buluşma noktasını anlamak kolay değil. Neden Hindistan ve ABD’de bazı Müslümanlar Modi ve Trump’a oy veriyor? Bunu anlamak için yeni popülizmlerdeki liderler ile takipçilerini birbirinden biraz da olsa bağımsız düşünmemiz gerekiyor.Yeni otoriter popülist liderler ulusal egemenliğin krizinin yaşandığı bir dönemde ulusal liderlik talep ettiklerinin farkındalar. Modern devletlerin koruyup geliştirme iddiasında olacağı bir ulusal ekonominin yokluğunda devletler ve yönetime talip popülist hareketlerin ulusal egemenliği icra edebilmek için kültürel egemenlik, etnik milliyetçilik ve içerdeki entelektüel ve kültürel muhalefeti bastırma yoluna gitmesi şaşırtıcı olmaktan çıkıyor yeni otoriter popülist liderlerin ortak noktası da bu. Hepsi de yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine ülkelerinin kültürel arınma yoluyla uluslararası siyasi bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar.Neo-Liberal kapitalizme ve bu sistemin kendi ülkelerine en uygun biçimine olumlu bakıyorlar. Hepsi ülkelerindeki azınlık ve muhalif kesimler üzerinde baskı kurmaktan, düşünce özgürlüğünü sınırlandırmaktan ve mevcut hukuku rakiplerine karşı kullanmaktan çekinmiyor. Sonuç olarak popülist otoriter liderler, eski kıtanın her tarafında ortaya çıkıyor ve Neo-Liberalizm, kültürel şovenizm, göçmen düşmanlığı ve çoğunlukçu öfkeyi harekete geçirmek gibi aynı davranışlarla hareket ediyorlar.
Ya Takipçiler? Seçimler vatandaşlar için ses çıkarmak ve liderleriyle ilgili memnuniyet ve hayal kırıklıklarını dile getirmek için en önemli araçlar olarak görülür. Ancak günümüzdeki seçimler demokrasiyi onarmanın ya da demokratik siyasi tartışmalar yapmanın yolunu açmıyor. ABD seçimleri bunun bir örneği, mevcut haliyle demokrasiyi terk etmenin bir yolu olmuş durumda. Trump’a oy veren yaklaşık 62 milyon Amerikalı aynı zamanda mevcut demokrasiye karşı da oy verdi. Bu açıdan oyları aynı zamanda bir ‘’terk etmeyi’’ ifade ediyor. Hindistan’da Modi’nin, Erdoğan’ın veya Putin’in seçilmesi de aynı şekilde. Bütün bu vakalarda ve Avrupa’nın popülist kesimlerinde demokrasinin kendisinden yorulmuş bir kitle var ve bu yorgunluk ülkelerindeki demokrasilerin liberal, müzakereci ve içerici politikalarını yok etmeye söz vermiş liderlerin başarısının temelini oluşturuyor.Bunlara küresel ölçekte artan ekonomik eşitsizlik, sosyal güvencenin her yerde zayıflaması ve hepimizin ekonomik felaket tehlikesi altında olduğumuz fikrini kışkırtmaktan beslenen finansal endüstrilerin her yere sızması eklenince, demokrasinin yavaş zamanlığına olan tahammülsüzlüğe bir de devamlı olarak panik halinde olan ekonomik ortam eklendi. Herkese refah sözü veren popülist liderler kasıtlı olarak bu paniği kendileri üretiyor.
Dolayısıyla dünya otoriter popülizmler tarihinde yeni bir sayfa açılıyor, liderlerin vaat ve hırslarıyla takipçilerin zihniyetinin kısmen örtüşmesine dayanan bir sayfa. Bu liderler demokrasinin var olan halinden bile nefret ediyorlar, takipçilerinin durumu ise seçim siyasetini ‘demokrasiden’ bir çıkış yolu olarak kullanmak isteyen yorulmuş insanlar.Bu nefret ve bıkkınlık hali, doğal olarak zeminini hınç dolu çoğunluklar için ırkın zaferi, ulusun etnik saflığı ve ‘yumuşak gücün’ vaatleri sayesinde dünya çapında yeniden güçlenme senaryolarıyla icra edilen kültürel egemenlik alanında buluyor. Söz konusu ortak kültürel zemin kaçınılmaz olarak bu otoriter liderlerin çoğunun Neo-Liberal ekonomik politikaları ve belgelenmiş kapitalizm dostlukları ile takipçileri olan kitlenin hakiki ekonomik sıkıntıları ve endişeleri arasındaki derin çelişkileri de örtmeye yarıyor. Kültürel egemenlik aynı zamanda, göçmenler veya ülkedeki etnik azınlıkları hedef alan yeni bir dışlayıcı siyasetin de alanı. İş imkânları, emekli maaşları ve gelirler azalmaya devam ettikçe ve soldan gelir eşitsizliğini düzeltme, refahı ve kamu kaynaklarını yeniden yapılandırmaya dair ikna edici bir siyasi mesaj gelmedikçe göçmenler ve azınlıklar en bariz günah keçileri olmaya devam edecek.
Neo-Liberalizmin yarattığı sorunlar ve yol açtığı kriz farklı siyasal biçimler ortaya çıkarıyor. Solda memnuniyetsizlik kaynağı uluslararası ve sınıfsal sorunlara bağlanırken, sağda aynı memnuniyetsizliğin dışlayıcı ve yabancı düşmana yönelik bir ifadeye dönüştüğünü görüyoruz. Bu durum gerici hareketlerin daha başarılı olacakları anlamına gelmiyor, daha ziyade sol taleplerin güçlü aktörlerin direnişiyle karşılaşacağını gösteriyor. İlerici siyaset hâlâ sağ salim durumda olsa da sağın yakın zamandaki görünür başarıları mevcut durumun solun karşısına çıkardığı zorluklara işaret ediyor. Aynı zamanda solda bir önceki ilerici siyaset dalgasından bile daha yoğun bir şekilde uluslararası koordinasyona ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz.
Batı’daki küreselleşme deneyimi birdenbire kâbusa dönen bir rüya oldu. Sadece birkaç yıl önce Batı’daki birçok kişi dünyanın açılmasının tüm sorunlara çare olacağı fikrindeydi, bu heyecan bitti. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki sağlam olduğu varsayılan birkaç demokraside vatandaşlar sadece liderlerine karşı eleştirel olmakla kalmadılar, dahası demokrasinin bir siyasi sistem olarak değeri konusunda da daha şüpheci hale geldiler. Yaptıkları herhangi bir şeyin kamusal politikaları etkileyebileceği yolundaki umutlarını kaybettiler ve otoriter alternatiflere destek çıkmaya daha hevesli oldular.Bugün seçimlerle, kendilerini tehdit altında hisseden ‘’çoğunluklar’’ Avrupa siyasetinde en büyük güç haline geldiler. Yabancıların ülkelerini ele geçireceğinden ve hayat tarzlarını tehlikeye atacağından korkuyorlar ve bu gelişmenin ‘’kozmopolit zihniyetli elitlerle, kabile zihniyetli göçmenler’’ arasındaki bir komplo sonucunda ortaya çıktığına ikna olmuş durumdalar. Bu çoğunlukların popülizmi yüz yıl önce olabileceği gibi romantik bir milliyetçiliğin ürünü değil.
Küreselleşmenin çelişkilerinden biri şudur ki insanlar, sermaye, ürünler ve fikirlerin serbest dolaşımı insanları birbirine yaklaştırsa da, bir yandan da ulus devletlerin yabancıları uyum sağlama kapasitesini azaltır. Ulus devlet, istikrarlı bir şekilde üzerinde tam hâkimiyet sağlayabileceği son kültürel kaynak olan etnik kimlik kurmacasına indirgendi. ‘’Alternatif Yok!’’ sloganını benimseyen makroekonomik politikalarının bir sonucu olarak kimlik politikaları Avrupa siyasetinin merkezi konumuna geldi. Daha bağlantılı, ancak daha az bütünleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşme bağ kurarken bağları da koparıyor, yani kopukluktan ibaret bir dünya.Deneyim açısından zengin bir dünya bu, ancak içinde sabit kimliklerin kurulmasına izin vermiyor, sadakat üretmiyor. Pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde buna tepki olarak arzulanan sınırın barikat şeklinde geri döndüğünü görüyoruz. İşte tam da 1990’ların kopuk dünyasından bugünün barikat örülmüş dünyasına olan bu geçiş demokrasilerin icra ettiği rolü değiştiriyor. Demokrasiyi azınlıkların özgürleşmesini savunan bir rejim olmaktan çıkarıp, çoğunluğun gücünü savunan bir siyasi rejim haline getiriyor.
Sonuçlar ve Alternatifler!
Bugün devletler, geçmişteki egemenliklerinin önemli bir kısmını yitirdikleri ve artık kendi başlarına denge kuramadıkları ya da kendi seçtikleri tipten toplumsal düzene otorite sağlayamadıkları için canlı bir cumhuriyetin diğer zorunlu koşulunu karşılayamazlar. Yurttaşların kamusal olarak iyi olanı müzakere etme ve müşterek olarak kararlaştırma, kendilerinin diyebilecekleri ve sarsılmaz bağlılık yeminini seve seve edebilecekleri bir toplumu bu şekilde biçimlendirme yeteneğidir bu koşul. Ulus-devlet içindeki cumhuriyet, refahı tanımlama ve arttırma kudretinin büyük kısmını yitirmekte olduğu için, ulus-devletin toprakları gittikçe milletin özel arazisi haline gelmektedir.
Günümüzde insanlık durumunun en tayin edici parametreleri artık ulus-devletin kurumlarının erişemediği alanlarda biçimlenmektedir. Bu koşulların korunmasına ve değiştirilmesine nezaret eden güçler gittikçe küreselleşmekte, yurttaşın denetim ve nüfuzu ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, yerel olarak sınırlanmış kalmaktadır. Egemenlik sacayakları tuzla buz olmuştur. Sermayenin, finansmanın ve iletişimin küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel kurumların ve öncelikle de ulus devletin denetim ve yönetiminden bağımsız olmaları anlamına gelir. Bunların işlediği ortamda, mevcut sığınılacak liman olarak görülen cumhuriyetçi devletin yurttaş katılımı için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi kurumların olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’ da yoktur. Uzak yerlerden esen ve birden bire çıkıp gelen fırtınanın tokadını yemek, ‘’yurttaşlığın’’ tersine olan bir durumdur.
Öyle ki yaklaşan bir fırtınayı öngörmek borsada ki bir sonraki çöküşü ve güvenli gibi görülen istihdam alanlarının buharlaşıvermesini öngörmekten daha kolay hale gelmiştir bizler için. ‘’Küresel güçler’’ kavramı, palazlanan ama şimdiden sağlam, esnek baş edilmez görünen bir gerçekliği ifade ederken, ‘’küresel yurttaşlık’’ kavramı şimdiye kadar içi boş kalmakta, en iyi durumda bir hüsnü kuruntuyu temsil etmektedir.Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığı ve işleyişi bu bunalımı aşmak için acil sermaye birikimine gerek duyan Neo liberalizm için yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.Alternatifler meselesi tabii bu noktada ele alınmalı, dolayısıyla ‘’umutlar’’ meselesi de. Umutlar hiç şüphesiz tamamen çoğalan Neo-liberal yönetişim yöntemlerinin yaratmakta olduğu direniş, dayanışma, kolektif buluş veya bireysel isyan biçimlerinin varlığına dayanır. Heterojenlikleri içerisinde hep birlikte ele alındıklarında yeni bir başkaldırı siyasetinin ana hatlarını ortaya çıkarıyorlar, çıkaracaklar.
Dolayısıyla yurttaşlığın kuruluşu için kendiliğindenlik ile kurumlaşma, katılım ile temsili yepyeni biçimde yan yana getirecek yeni kipler düşünmeyi sağlayacaklar. Ancak bu umutları taşıyanlar, sosyal yurttaşlığın krizi ve peşi sıra Neo-liberal rasyonalite veya yönetimsellik biçimleri çerçevesinde ‘’denetim toplumunun’’ daha genel olarak da demokrasizleştirme fenomenlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yurttaşlıkta ki ‘’ilerlemelerin’’ hayali çizgiselliğinin paramparça olduğunu bir kenara yazmalıdır. Faşizmden korunmak uğruna Neo-liberallerle saf tutulması gerektiğini savunanlara da aynı karşılık verilebilir. Analitik açıdan bakıldığında liberalizm ve faşizm biri iyi diğeri kötü olmak üzere birbirinden çok ayrı şeyler değil, aksine kapitalist dünya düzeninin birbirine son derece bağlı iki yüzüdür. Her ne kadar normatif olarak denk olmasalar da ikisi de her yerde yaşam alanlarını karıştıran ve bireysel özgürlükle beraber sessiz bir ıstırabı yanında getiren kuralsız kapitalizmin ürünleridir. Liberalizm bu sürecin ‘’özgürleştirici’’ kısmını ifade ederken, öfke ve acıyla ilgili diğer kısmını saklar. Alternatifin yokluğunda çürümeye bırakılan bu duygular bazıları gerçekten faşizm adını hak eden, bazıları ise kesinlikle hak etmeyen her türden otoritarizm’i besler. Başka bir deyişle solun yokluğunda kapitalist ‘’gelişme’’ girdabının üretebileceği tek şey habis bir ortak yaşamda birleşen liberal güçler ve otoriter karşı güçlerdir.
Sonuç olarak Neo liberalizm faşizmin panzehiri olmak şöyle dursun, suç ortağıdır. Yarım ya da gerçek faşizme deva olacak tek şey, yoksullaştırılan kitlelerin öfkesini ve acısını derin bir toplumsal yeniden yapılanma ve demokratik bir siyasal devrime doğru yönetecek bir sol harekettir. Dolayısıyla sol seçimini ilerici Neo liberalizm ile gerici popülizm arasında yapmayı reddetmeli. Politik sınıflar tarafından bize sunulan terimleri olduğu gibi kabullenmek yerine mevcut düzene karşı gitgide büyüyen kapsamlı toplumsal tepkileri değerlendirerek bu terimleri yeniden tanımlamaya çalışmalıyız. Sosyal güvenliğe karşı finansallaşma eliyle özgürleşme saflarını desteklemektense, finansallaşmaya karşı yeni bir özgürleşme ve sosyal güvenlik ittifakı kurmaya yönelmeliyiz. Neo liberalizmin ekonomik eleştirisinin ötesine geçmeliyiz. Bugün solun önündeki en somut siyasi ve ekonomik görev Neo liberalizm sonrası anlatıyı inşa etmek. Bunun önünü tıkayan tüm partiler, tüm siyasetçiler, tüm yapılar ve tüm teoriler görmezden gelinmeli, zira zaman bize karşı işlemekte.
Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzendeki çeşitleri insanlığa aykırıdır. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.
Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır. Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.
‘’Cemaat kalelerini’’ koruyarak uluslararası belirsizlik kaynaklarına siyasi kontrol dayatarak dünya çapında bir dayanışma kurulabileceği düşüncesi, yaygın olduğu kadar yanlış da olan bir umuttur. Günümüzde belirsizliğin kaynağının yaygın bir biçimde ‘’ kimlik dertleri’’ açısından kavramlaştırılması, yanlış teşhisin ve zararlı olması muhtemel reçete vermenin önemli bir örneğidir. Endişenin kimlik kalıbına dökülmesi bizatihi uzun ve karışık bir faktörler dizisinin sonucudur. Hastalığın nedeni değil, belirtisidir.Mevcut hayat koşullarının üzerinde ve dolayısıyla insanların hayatlarının da üzerinde hüküm süren güç, devletler üstü bir hâl aldığı için yaratılan ortamı ortadan kaldırmayı amaçlayan eylemin ön koşulu da siyaseti günümüz güçlerinin ulaştığı düzey kadar uluslararası düzeye çıkarmaktır. Bunun için de onun söz konusu güçlerin içinde dolaştığı mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar geliştirilmelidir. Bunu sağlayacak araç da uluslararası güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir ölçekte uluslararası bir Cumhuriyetçi kurumdur, Enternasyonaldir gereken daha azı yetmez. Bu nedenle güçlü bir sosyal adalet talebini merkeze alarak yaşadığımız eşitsizliği ve özgürlüklerin sınırlanmasını sorun haline getiren, sosyal adalet ve tanınma mücadeleleri arasındaki güçlü bağları özgürlükçü yurttaşlık siyaseti üzerinden ören bir muhalefetin unsurlarının ve yapılarının ne olabileceğini düşünmemiz gerekiyor.Özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açacak yeni özneleşme süreçlerini harekete geçiren hareketlere daha çok ihtiyaç var. Bu tür hareketler belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmasa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Tamamen çıkar ağlarına batmış, bütünüyle kişiselleşmiş ve daha da otoriterleşme yönünde meyleden, izlediği ekonomi politikalarıyla eşitsizliği ve yoksulluğu genelleştirmekten başka bir şey yapmayan bir devlet yapısının ortadan kaldırılması ancak bu türden güçlü bir müdahaleyle mümkün hale gelebilir.