“HER NE PAHASINA OLURSA OLSUN..!”

“HER NE PAHASINA OLURSA OLSUN..!”

Hiç gidecek gibi görünmüyorlar! En azından yaygın kanı bu. Burjuva muhalefet, seçmeninin moralini ayakta tutabilmek için “Seçimi kaybedecekler ve tıpış tıpış gidecekler!” garantisini verse de bugünkü iktidarın seçimleri kaybetmesi halinde bile gideceğine dair bir emare yok.

Elbette, yasalara göre, seçimi kaybeden veya yeterli çoğunluğu sağlayamayan bir iktidarın, yine kurallara uygun bir yol, mesela bir koalisyon imkânı bulamaması halinde gitmesi gerekiyor. Hatta bazı iktidarların gitmemek için seçim kanunlarını değiştirmek vb. pek çok manevraya başvurmaları da anlaşılır bir durumdur. Buna muhalefet saflarını bozma, yeni müttefikler bulma, birilerini satın alma vb. yolları da ekleyebiliriz. Sonuçta belirli yasal- anayasal sınırları aşmamak koşuluyla iktidarda kalmak için başvurulan siyasi yöntemler, her zaman ahlâki olmasalar da “meşruiyet” sınırları içinde kabul edilebilir.

O sınırlar aşıldı; kaçırılmaması gereken bir fırsat!

Ancak MHP’nin de dahil olduğu iktidar cephesinin söylem ve eylemleri, birtakım sınırların aşıldığını ve daha da aşılacağını gösteriyor. Bu noktada 70’ler ve 90’larda kullanılan terör ve şiddet yöntemlerinin yeniden uç vermeye başlaması çok önemli.  Her iki dönemde de MHP’nin oynadığı (ilkinde doğrudan, ikincisinde dolaylı) rol düşündüğünde, aynı çevrenin ve muhtemel bağlantılarının, şartların oluştuğuna veya oluşturulması gerektiğine karar vermeleri halinde bugün de aynı rolü oynayabilecekleri açıkça ortada. MHP’nin Demirel’in birinci ve ikinci “Milliyetçi Cephe” hükümetleri içindeki kritik konumu, o gün iktidar olanaklarını nasıl kullandığı, devletin birtakım gizli örgütlenmeleriyle ne tür ilişkiler kurduğu, sonra da işin nerelere vardığı hatırladığında ortada bugün için de endişe duyulması gereken epeyce bir şey olduğu anlaşılır. RTE’nin ise,  iktidarını ve çoğunluğunu koruyabilmek için Demirel’den çok daha fazla nedeni olduğu ve bu nedenle çok daha fazlasına hazır olduğu ortada.  Demirel’in ağır bir kriz döneminde sermaye yararına işçi hareketini ve solu bastırmak, bir CHP iktidarını engellemek, sermayenin “komünizm tehlikesi” dahil derin korkularını yatıştırmak (veya istismar etmek!) ve elbette iktidarını sürdürebilmek için gözünü nasıl kararttığını düşünürsek, bugünkü iktidar sahiplerinin işi nerelere vardırabileceğini kestirebiliriz. Üstelik Demirel döneminin,  koşulları ne olursa olsun bir çeşit “parlamenter demokrasi” olduğu, bugün ise herhangi bir yasal –anayasal sınır tanımayan otokratik bir rejimle yönetildiğimiz ortada.

Gelinen noktada  “milliyetçi-mukaddesatçı” hareketin elde ettiği ekonomik, politik kazançları, devlet üzerindeki nüfuzu kaybetmek,  daha da önemlisi bir daha ele geçmeyebilecek bir tarihsel fırsatı kolay kolay harcamak istemediği kesin. Yeni rejim döneminde “Her ne pahasına olursa olsun…” ile başlayan cümlelerin iktidar çevrelerince giderek artan bir sıklıkla kullanılması, iktidar sorununun ülkenin beka sorunu olarak sunulması, her türlü muhalefetin terörizm, vatana ihanet, beşinci kol faaliyeti olarak tanımlanması ve bu söylemin (şimdilik) sopalı ve yumruklu sokak saldırılarıyla desteklenmeye başlaması buna delalet ediyor. Yani “Bunlar seçimle falan gitmez!” düşüncesi boşlukta doğmuş değil.

Daha sağlam “garantiler” lazım!

Bütün bunlardan dolayı muhalefetin, eğer gerçekten bir muhalefet yapmak istiyorsa “demokrasi” konusunda daha sağlam “garantiler” vermesi gerekiyor. “Seçimi kaybettiler mi tıpış tıpış giderler!” demek bugünkü koşullarda hiçbir şey dememekle eş anlamlı. Türkiye’de hukuki güvencelerin çoktandır bir hükmü yok. (Bak: Mahkeme, AYM ve AİHM kararları) Bu açık ihlal ve meydan okumalara karşı neredeyse hiçbir şey yapılamıyor.

Aynı şekilde Amerika’da Biden’ın başkan seçilmesi de Türkiye’de “demokrasiye dönülmesinin” garantisi değil! ABD ve Batı’nın, içeride ekonomik garantiler sağlandığı, dışarıda emperyalist sistemin işleyişine ve temel çıkarlarına uyumlu davranıldığı sürece, bazı “mırın kırınlar” veya “eleştiriler” eşliğinde de olsa Türkiye’nin hallerini kabullenmesi veya idare etmesi mümkün. Ne de olsa önemli ülkeyiz! Demokrasiyle yabancı sermaye yatırımları arasında doğru orantılı bir ilişki olmadığı; “liberal” sermaye için devlet müdahalesinden uzak bir “özgürlüğün” yeterli olduğu bilinen bir gerçek. Kısacası bu bağlamda, yabancı sermayenin yüreğine su serpecek “reformlar” Batı ile olan sorunu önemli ölçüde çözebilecektir: elbette dış politikada da belirli bir uyum sağlanması koşuluyla. Neticede, bu dünya, hem geçmişte, hem de bugün  uluslararası mali sermaye açısından hiç de sorun oluşturmayan nice baskı rejimi gördü.

Tabii, bu noktada bir başka ihtimal de hesaba katılmalı: Saray rejiminin, yeni dönemde, ekonomik ve siyasi sıkışmışlığı nedeniyle daha uyumlu ve “reformist” bir tutum takınacağı beklentisine rağmen, bu beklenti çeşitli biçimlerde boşa çıkabilir. Sorunun içeride iktidar sorunuyla sıkı sıkıya bağlı olması nedeniyle, muhtemel bir “uyum” sürecinin, bu konuda rejim açısından yeterli garantileri sağlamaması halinde, en azından kimilerinin beklediği kadar pürüzsüz yürümeyeceğini söylemek mümkün. Yani iktidarın iç ve dış politikadaki çıkmazları bir demokrasi ihtimalini kendiliğinden güçlendirmiyor.

Genelde sözü edilse de fiilen unutulan husus, yukarıda da belirtildiği üzere Türkiye’de bir rejim değişikliğinin yaşanmış olduğudur! Bu yeni rejim,  kendine biçtiği “tarihsel haklılık ve meşruiyet” içinde varlığını “her ne pahasına olursa olsun” sürdürme niyetinde. Kısacası “eski Türkiye”de değiliz! Bazı kurumların hâlâ  “var gibi” görünmeleri kimseyi aldatmamalı. Bütün bu nedenlerden dolayı emekçilerin, yoksul halkın demokratik hak ve özgürlükleri ve de kendi geleceği için çoktandır uyulmayan kurallardan, içi çoktan boşalmış kurumlardan, rejimin ekonomik sorunlarından ve Biden’ın muhtemel sıkıştırmalarından öte daha sağlam “garantilere” ihtiyacı var. Burjuva muhalefetin sınırları, beklentileri, korku ve endişeleri bellidir. Onlar var olan tehlikenin, sömürü düzeninin işleyişine ve esaslarına bir zarar verilmeden atlatılmasının yollarını arıyorlar. “Projeleri”, bu ağır krizin bedelinin, mümkünse “demokratik ikna yöntemleriyle” emekçilere ödetilmesi. Sermayeye vaat ettikleri de bu. Bu nedenle emekçilerin bugünkü ağır sıkıntıları üzerine pek çok lâf etseler de onların koşullarını kökten değiştirmeye niyetleri yok. İktidar cephesine gelince,  emek karşıtı amaçlarını giderek daha sık ve “şiddetli” biçimde ortaya koyuyor ve sermayeye “Seni her ne pahasına olursa olsun, ancak ben koruyabilirim!” diyor. Yani her ne pahasına olursa olsun iktidarı bırakmak istemiyor. Bu “pahayı” geçmişten biliyoruz, emekçilerin Türkiye’si için bugün de daha ucuza gelmeyeceği ortada…

Yazar Hakkında