REJİM NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR: HDP, SEÇİMLER VE ÖTESİ…

REJİM NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR: HDP, SEÇİMLER VE ÖTESİ…

HDP’ye açılan kapatma davasının neden ve sonuçlarıyla birlikte çok kritik bir öneme sahip olduğu konusunda herkes hemfikir. Elbette sorun “Kürtler” ve Kürt siyasi hareketi olunca, Türk milliyetçiliğinin tarihsel reflekslerinin harekete geçmesi kaçınılmaz! Bu siyasetin iyi bilinen temel ve genel nedenleri var. Bunların yanı sıra çok önemli güncel nedenleri de var: HDP’nin Türkiye siyaseti içinde büyüyen rolü ve kazandığı kilit konum, siyasi potansiyeli, Kürt seçmenin açık ara birinci tercihi olması, başkanlık rejimine muhalif  tutumu ve daha pek çok güncel olgudan söz edilebilir. Bunların yanı sıra özellikle Suriye-Rojava’daki gelişmeler de hesaba katılmalıdır.

Seçim deyince…

Ancak bugün HDP’yi kapatma veya işlevsiz hale getirme hedefinin-operasyonunun daha özel, odaklanmış, güncel bir nedeni var: İktidar ne yapıp edip önümüzdeki seçimleri kazanmak zorunda. Tabii, bu “başka bir normalde” tek başına doğal ve demokratik bir hedef olarak kabul edilebilir. Ne de olsa “seçim” deyince insanın aklına ilk önce “demokrasi” falan geliyor. Oysa günümüz koşullarında hemen herkes öyle olmadığının farkında. Türkiye’de “seçim” denildiğinde akla artık “demokrasiyle” falan ilgisi olmayan çağrışımlar, giderek daha tehlikeli ihtimaller geliyor! Yaygın kanı, krizdeki Saray rejiminin, seçimleri her ne pahasına olursa olsun kazanabilmek (ve daha da ötesi, kaybetmesi halinde gitmemek) için Türkiye’ye Kasım 2015 seçimlerine benzer bir süreci yeniden yaşatabileceği doğrultusunda. Yani önümüzdeki döneme ilişkin kötü ihtimaller artık alışılageldiği üzere, yalnızca seçim hileleri, usulsüzlükleri veya yasa ihlalleriyle sınırlı değil. “Tehlike” derken daha fazlasını kastediyoruz. HDP’ye yönelik operasyonu da bu bağlamda ele almak gerekiyor. 

Böyle bir  “seçim kampanyasının” hedefi itibarıyla bu defa Kürtlerle, Kürt siyasetiyle ve müttefikleriyle sınırlı kalmayacağını, bu “sınırın ötesine” geçeceğini, teslim olmayan bütün muhaliflere yöneleceğini kestirmek zor değil. Bu tür bir “seçim” sürecinin örgütlenmesi (aynı 2015’te olduğu üzere)  iktidarın giderek eriyen destekçi kitlesini yerinde tutmak ve gidenleri geri getirmek açısından da gerekli görülüyor olabilir. Daha önce de, iktidarın toplum üzerindeki etkisi, inandırıcılığı, ideolojik gücü, maddi ve siyasi imkânları azalırken çekirdek kitlesini daha da radikalleştirip militanlaştırmaya, olabilecek en gerici ittifakı oluşturmaya, daha geniş bir çeperi de “korkutarak” yanında tutmaya çalıştığını söylemiştik. Aynı bağlamda, “terörist ve gayrı milli” ilan ettiği muhalif halk kesimlerini sindirme yoluna gideceğini de belirtmiştik.  Gidişata bu açıdan bakıldığında HDP’nin kapatılma davasının hemen ardından İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesinin, iktidara karşı toplumsal-kitlesel muhalefetin simgesi haline gelmiş (ve RTE’nin hiç aklından çıkmayan) Gezi Parkı’nın belediyeden alınarak 1512’de ölen bir padişahın adına kurulmuş, ama fiilen olmayan bir vakfa devredilmesi vb. anayasa ve yasa dışı, son derece keyfi icraatlarının ve karşıtlarını adeta bir çatışmaya zorlayan tutumunun nedenleri de anlaşılır. Aynı  bağlamda, bu tür süreçler konusunda tarihsel bir tecrübeye sahip olan faşist hareket saflarındaki hazırlıkları, bilinen bazı “kontracı” tiplerin yeniden arzı endam etmesini de zikredebiliriz. Gelinen noktada, devlet içindeki etkisini ve kadrolaşmasını güçlendiren MHP’nin özellikle son dönemde, Saray’ın sıkışmışlığından da istifade ederek, rejim içinde öncü-yönlendirici- belirleyici bir konum kazandığı ve bazı müttefikleriyle birlikte rejimi daha beter bir yönde dönüştürme hazırlıkları içinde olduğu görülmektedir. 

Her şey ne kadar hesaplı ve planlı?

Bütün bunların iktidarın en tepesindeki bir kadro tarafından bütün aşamaları ve sonuçlarıyla birlikte inceden inceye hesaplanmış, planlanmış bir süreç, daha da ötesi birilerinin “Necip Fazılcı” (İslamcı-faşist) hayallerinin artık zamanı gelmiş adımları, sonuçları olup olmadığı tartışılabilir. Pek çok belirti, ortada, ne yapıp edip seçim kazanmayı ve rejimin siyasi olarak temsil ettiği maddi çıkarlar ağını ölümüne korumayı amaçlayan bir “kötü niyetin” olduğunu gösteriyor. Ancak iktidarın ekonomik ve toplumsal krizin de etkisiyle daha önceleri aklına getirmediği aksilik ve güçlüklerle dolu bir döneme girdiği de ortada: Olağan araçlarla yönetme yeteneğini, özgüvenini, inandırıcılığını önemli ölçüde kaybetmiş durumda. Eski  “güvenilirliğinden” eser yok. Uzunca bir süredir hem iç politikada, hem de dış politikada el yordamıyla ve anlık hesaplarla ilerlemeye çalışıyor. Fakat bu durum, muhalefete hiçbir biçimde otomatik bir başarı imkânı sağlamıyor. Hiçbir şeyin kendiliğinden ve artık içi tamamen boşalmış, hükmünü yitirmiş siyasi, hukuki kurumlar ve yöntemlerle çözülemeyeceği ortada.  Eski rejim değişeli çok oldu! İktidar ayrıca “düzenperest” muhalefetin cüret ve hareket sınırlarının da farkında. Zaten bazı adımları bu kadar kolay atabilmesinin ve “Bu kadarını da yapamaz!” denilenleri kolayca yapabilmesinin nedeni de bu. 

Bu durumda  burjuva muhalefetin “burjuva yasallığı”nın bile artık geçersiz olduğu bir ortamda, şu veya bu zamanda yapılacak seçimlere umut bağlamasının ve bu ülkenin emekçilerini de buna inandırmaya çalışmasının gerçeklikle hiçbir bağı olmadığı açık. İktidar, gücü yettiği ve cüret edebildiği oranda bazen bir “serseri mayın” gibi olsa da tehlikeli yolculuğuna devam edecektir. “Mantıksız” gibi görünen işlerin, kendi içinde, ancak ağır bir tehlike altındaki iktidar sahiplerinin kavrayabileceği farklı bir mantığa sahip olduğunu anlamak zorundayız. Bu “mantığın” işleri iyice kontrolden çıkarma ve hem iktidar, hem de muhalefet için bugünden hesap edilemeyecek ağır sonuçlar verme ihtimali akıldan çıkarılmamalıdır. Yönetebilme gücünün, çarelerin ve eldeki olağan araçların tükenmesi ölçüsünde bu tür iktidarların, güçleri yettiğince, gözlerini daha da kararttıkları ve hem içeride, hem de dışarıda sonu belirsiz maceralara atıldıkları, hatta bazı “nihai çözüm” arayışlarına girdikleri bilinir.

“Budalalığın” âlemi yok!

Bütün bunlar işçi sınıfı, emekçiler ve onları temsil iddiasındaki siyasi kesimler açısından sorunun “demokratik parlamenter bir budalalığın” ötesinde ve devrimci bir tarzda ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Burjuva muhalefetin “geçmişe dönüş” özlemine ortak olunmamalıdır. Bu mücadele ancak burjuva muhalefetin çizdiği sınırlar dışında, toplumsal bir mücadeleye dönüştürülebildiği ölçüde kazanılabilir; çünkü gerçek güç dengeleri ancak toplumsal alanda, sınıf mücadeleleri alanında oluşur.  Planlı, programlı, örgütlü, bağımsız ve birleşik bir emekçi alternatifinin ortaya konması şarttır. Hiçbir devrimci mücadele, kısa vadeli hedefleri dahilinde bile, “burjuva demokratlarının” peşine takılarak, onların gölgesine sığınılarak başarıya ulaşmamıştır.

Yapılacak olan, iktidarın güç kaybına ve çıkmazlarına bakarak, “Nasılsa gidecekler!” rehavetine kapılmadan, en kötü ihtimalleri düşünerek, tarihin karşımıza çıkardığı sınıfsal görevleri yerine getirmeye çalışmaktır. Bunu yaparken karşımızdaki düşman sınıf gücünü hiçbir gerekçeyle küçümsememek zorundayız. Troçki’nin de vurguladığı gibi, Lenin, “bir strateji sorununu çözerken, önce düşmanın içini kendi karalılığı ve uzgörüsüyle doldurur”muş. Yani bütün hesaplarını düşmanını hiç küçümsemeden, onun da aynı kendisi gibi, kararlı ve uzgörülü olduğu varsayımına göre yaparmış… Bunu aklımızdan çıkarmayalım; büyük devrimcilerin fikirleri ve devrimlerin tarihsel deneyimleri umuda ve bilince en fazla ihtiyaç duyulan böyle zamanlarda daha da büyük bir önem kazanır.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında