Batı’nın Ukrayna üzerinden Rusya’yı kışkırttığı açık. ABD ve Birleşik Krallık’ın bu politikası, birtakım körlükler ve hesap hatalarını içermesi halinde dahi, kuşkusuz bir “stratejik aklın” ürünü. Sonu savaşa varan sürecin “Batı cephesindeki” belirleyici unsurunun, emperyalist sistem içindeki konumu ve gücü itibariyle ABD olduğu açık. Bir başka emperyalist güç, ABD’nin hempası ve yakın zamana kadar AB içindeki “Truva atı” olan Birleşik Krallık, ABD’nin geleneksel ve neredeyse “kayıtsız şartsız” müttefiki rolüyle daha çok Avrupa cephesinden sorumlu.
Büyük Kriz, Altüst Olan Bir Dünya, Değişen Dengeler, ABD, Çin ve Rusya…
2000’li yılların başında hazırlanan bir “ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi”nde, mealen, dünyada hiçbir gücün iktisadi ve askeri olarak ABD’den daha güçlü olmasına izin verilmeyeceği; bu bağlamda bütün enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının denetim altına alınması gerektiği; dünyanın küreselleşmeye kapalı bütün alanlarının gerekirse zorla açılacağı ve bu arada sistem dışı “haydut devletlerin” cezalandırılacağı; “terörün” erken müdahalelerle ininde vurulacağı; gereken her yerin “demokratikleştirileceği” belirtiliyordu. O zamanlar artık “tek kutuplu” olduğu söylenen yeni dünya düzeninde ABD, gücünü ve hedeflerini kimseyle paylaşmadan, kimseye danışmadan, rakipsiz askeri gücünü kullanarak yeryüzünde mutlak egemenliğini kurmakla meşguldü. Irak, Sırbistan vb. müdahaleler bu düzenin eseriydi. Yukarıda özetlenen stratejisi kendisiyle rekabete girişebilecek herhangi bir gücü, eski müttefiklerinden biri dahi olsa daha baştan engellemeyi, bastırmayı, etkisiz hale getirmeyi hedefliyordu. Kimilerince artık bir “imparatorluk” olarak tanımlanmaya başlanan dünya çapındaki Amerikan hegemonyası ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel boyutlarıyla gerçekten de kurulmuş görünüyordu. Zaten “küreselleşme çağı” olarak anılmaya başlanan yeni dönemin ve uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki bütün engellerin kaldırıldığı neoliberal birikim modelinin kurucu-önder gücü de ABD idi (Vaşington Mutabakatı). Sorun, yukarıda anılan belgede de belirtildiği üzere, uluslararası planda bu yeni gerçeğe uygun düzenleme ve önlemlerin hayata geçirilmesiydi.
Bu yeni modelin dünya ölçeğinde yarattığı altüst oluşun, yıkımların ve denge kayıplarının ekonomik ve siyasi anlamda hesap edilemeyen çok ciddi sonuçları oldu. Doğu Bloku’nun büyük ölçüde kendi Stalinist bürokrasisi eliyle tasfiyesi, bu ülkelerin yeni dünya düzeni ile entegrasyon süreçleri, dünya işçi sınıfı mücadelelerindeki ciddi gerileme ve küreselleşmenin sağladığı “bütünlük” emperyalist sistem içinde, neredeyse sonsuza kadar sürecek, krizlerden azade, hatta “tarihin sonunu” getiren güvenli bir çağın başlangıcı olarak düşünülmeye başlansa da sonuç öyle olmadı. Önce bölgesel, ancak yıkıcı krizlerle (Asya, Rusya, Meksika…) sarsılan sistem, dünya çapında bir bunalım yaşadı (2007-8), derinden sarsıldı ve “küreselleşmenin sonu” üzerine tartışmalar başladı! Kapitalizmin hareket yasaları hükmünü bir kez daha icra ediyordu. İnişli çıkışlı bir seyir izleyen ve dünya dengelerini etkileyen bu kriz süreci, ABD’nin rakipsiz görünen ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel gücüne rağmen emperyalist sistem içindeki hegemonyasının da gerilemeye başlamasına neden oldu.
Yaşanan bu çok boyutlu altüst oluş, emperyalist sistemin “hiyerarşisini” de belirleyen güç dengelerinde ciddi birtakım değişimlere yol açtı; eski ve yeni çelişkileri, ekonomik, siyasi rekabetleri, çatışma dinamiklerini harekete geçirdi. Birtakım Asya ülkeleri, kökü daha eskilere dayanan devlet destekli “planlı bir kapitalist ekonomi” modeliyle dünya ekonomisi içinde ekonomik ve teknolojik olarak büyük ilerlemeler kaydetti. 2008 krizi, başta ABD olmak üzere, neoliberal modele önderlik etmiş emperyalist ülkelerin ekonomilerini ağır biçimde sarsıp geriletirken, aynı dönemde yükselen yeni güçler, ekonomik dinamizmleri sayesinde ayakta kalmanın ötesinde dünya ekonomisi ve ticareti içindeki paylarını ve ağırlıklarını artırmayı, sürükleyici bir rol oynamayı başardılar. Bu ülkeler içinde Çin, kendi farklı tarihsel, toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel dinamikleri temelinde, sosyalist ekonominin tasfiye edildiği, devlet denetiminde ve önemli ölçüde devlet mülkiyetine dayalı planlı bir kapitalist geçiş sürecinin ardından giderek “dört başı mamur” bir emperyalist güce dönüştü. Yukarıda da belirtildiği üzere, değişen dünya koşulları ekonomik, teknolojik ve mali olarak hızla güçlenen Çin mali sermayesinin dünyanın çok uzak köşelerine yayılan, yani hiç de bölgesel olmayan, öncelikle ekonomik-mali nitelikte bir etki kazanmasını sağladı (Sermaye ihraçları, tedarik zincirleri, uluslararası finans kuruluşları, pek çok ülkenin dahil edildiği uluslararası ölçekte dev projeler, uzak kıtalarda kredi borçları karşılığı yeraltı kaynaklarını kontrol altına alma, tarım topraklarını ele geçirme vb.).
Emperyalist bir güce dönüşen Çin, şimdilik pek ön plana çıkartılmayan yüksek teknolojilere dayalı bir askeri güç birikimi eşliğinde dünya emperyalist sistemi içinde “hegemonik” bir güce dönüşme mücadelesi veriyor. Bu durum, Çin’in “Dünyada hiçbir gücün iktisadi ve askeri olarak ABD’den daha güçlü olmasına izin verilmeyeceği” prensibiyle hareket eden, görece gerileyen bir güç olarak ABD’nin stratejik planda başlıca hedefi haline gelmesine yol açıyor. Nitekim ABD’nin, dünya ölçeğindeki “güvenlik” (denetim ve hâkimiyet) stratejisini, bazı bölgelerden -başta Ortadoğu olmak üzere- eksilttiği askeri gücünü Çin’i çevreleyecek biçimde Uzakdoğu-Pasifik bölgesinde odaklamaya başlamasının nedeni bu…
Emperyalist Rekabetin Batı Cephesi
Güncel konumuza, yani Ukrayna meselesine dönecek olursak; ABD’nin Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden yaptığı hamleyi, yukarıda özetlemeye çalıştığımız stratejinin bir parçası olarak değerlendirebiliriz. Bu hamle, ABD’nin, Çin ile girdiği emperyalist rekabette, onunla kendisine karşı bir blok oluşturabilecek Rusya’nın etkisini azaltmayı, bu doğrultuda onu tecrit etmeyi, hiç olmazsa kendisi açısından hayati ve öncelikli bir alana odaklanmasını sağlamayı hedefliyor. ABD’nin yaklaşmakta olan büyük kavganın “Batı cephesini” zorlamasının bir önemli nedeni bizce bu. Bir diğer neden ise Avrupa’nın “Rusya korkusu” ve dolayısıyla NATO aracılığıyla yeniden ABD önderliği altında “disipline edilip” kontrol altına alınmak istenmesi.
Rusya’ya gelecek olursak. Bu, ülke yukarıda sözünü ettiğimiz büyük hesaplaşmanın hazırlık sürecine, tarihsel olarak kendine has emperyalist hedef ve politikalarıyla dahil oluyor. Bu, Lenin’in, sistemin “zayıf halkası” olarak Çarlık Rusya’sı bağlamında vurguladığı türden, gücünü esas olarak “militarizmden” alan bir emperyalizm. Bu nedenle tekelci kapitalizm öncesi çağa has bazı niteliklere de sahip (ağırlıklı olarak doğrudan askeri işgal ve yayılmacılığa dayanması vb. nitelikler). Tabii, bir benzerlikten söz ediyoruz, elbette bugünün Rusya’sı, çarlığa nazaran çok daha güçlü ve başına buyruk; ekonomik sınırlılıklarına rağmen, sahip olduğu “özel güçler” sayesinde (çok zengin enerji kaynakları, yüksek teknoloji ürünü konvansiyonel- nükleer silahları, uzaydaki kadim varlığı ve “süper güç” tecrübesi) bağımsız çıkarları doğrultusunda, büyük ölçüde kendi yolunu çizebiliyor. Nihai hedefi belli: Emperyalist sistemin ekonomik-siyasi hiyerarşisi içinde, egemen sınıfları yararına ve kendine atfettiği güçlere denk düşen üst bir konum kazanma.
Rus Tipi Emperyalizm: Ani Bir Refleks mi, Stratejik Bir Hamle mi?
Evet, Ukrayna konusunda NATO’nun yayılması sorunu üzerinden yürütülen ciddi bir Batı kışkırtması var ancak Rusya’nın da basitçe “provokasyona” gelerek karşı hamle yapmadığı açık. Rusya’nın bu kışkırtmaya ani bir refleksle veya can havliyle değil, planları daha önceden yapılmış, hesaplanmış, politik hattı daha önceden çizilmiş, tarihsel-ideolojik arka planı oluşturulmuş bir stratejiyle, “Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi” ile benzer mantığa sahip “stratejik bir akılla” cevap verdiğinden eminiz. Bu aklın ve planların bazı vahim hataları içermesi bu gerçeği değiştirmez. Sorunun Rusya açısından NATO’nun ilerlemesine karşı bir “tepkinin” çok ötesinde, “tarihsel hak” iddiaları temelinde, Batı ile arasında kendi kontrolünde, olabildiğince geniş bir tampon bölge yaratmak olduğu açıkça ortada. Hedeflerin bu “milli-tarihsel” niteliği, Rus egemenlerinin, başka halkların çıkar ve duygularına, “hak ve hukukuna” önem vermeden, “ulusal sorun” konusunda ortaya çıkabilecek ağır sonuçları umursamadan davranmalarını sağlıyor. Bu tampon bölge politikasının esası, İkinci Emperyalist Savaş sonrası dönemde de görüldüğü üzere, gerekli alanların, ülkelerin ekonomik-siyasi-askeri-polisiye yönden kesin olarak denetlenmesine, gerektiğinde işgal edilmesine, baskı altına alınmasına dayanmaktadır.
Bu noktada Rusya’nın bir emperyalist olup olmadığı da tartışılabilir. Bu konuda bir takım şablonlardan, soyut formüllerden uzak durmakta yarar var. Emperyalizm sorununun tekelci kapitalizm çağında Lenin’in vurguladığı başlıca temel niteliklere dayanarak, kapitalist üretim ilişkileri üzerinden tartışılması gerektiği açıktır. Ancak Lenin’in ortaya koyduğu esaslardan bir “şablon” çıkarmak ve gerçek hayattaki gelişmelere bu şablon üzerinden bakmak bizi hatalı, en azından eksik sonuçlara götürür. Eğer Lenin’in emperyalizm konusundaki görüşleri üzerinden gideceksek, Çarlık Rusya’sına ilişkin tanımlamasını da hatırlamalıyız. Lenin, 1914’te, o dönemdeki Rusya’nın İran, Moğolistan, Mançurya politikalarını “yeni tipte bir kapitalist emperyalizm” olarak tanımlıyor ve “Rus emperyalizmindeki” temel unsurun “militarizm ve feodalizm” olduğunu vurguluyordu (Sosyalizm ve Savaş). Bu emperyalizm, Çarlık Rusya’sını bir “halklar hapishanesi” haline getirmiş olan “eski tipte bir emperyalizmin” ötesinde bir içeriğe sahip. Bu, bir “kapitalist emperyalizm”, Lenin’in görüşü bu.
Kuşkusuz, bu bazı yönleriyle “kendine has” bir emperyalizm ve kapitalist-emperyalist sistem içindeki, Lenin’in deyişiyle “zayıf halkayı” oluşturuyor. Troçki bu “halkanın” niteliğini tanımlarken, Rusya’nın, ileri ülkelerin “ayrıcalıklı bir sömürgesi” olmanın bedelini büyük savaşa katılarak ödüyor olsa da, bunun karşılığını kendinden daha zayıf ve daha geri ülkeleri soyma hakkını kazanarak aldığını; amaçları olarak takdim ettiği şeylerin ancak dolaylı olarak savaşan asıl tarafların çıkarlarıyla uyuştuğu ölçüde çözüm bulabileceğini söylemekteydi. Usta, bu konumu, Rus burjuvazisinin “çift taraflı emperyalizmi” olarak tanımlıyor ve bu emperyalizmin “dünya ölçeğindeki daha büyük güçlerin hizmetindeki bir acente gibi çalıştığını”; “yabancı finans kapitalin yarı yarıya kompradoru olan Rus burjuvazisinin, tıpkı işvereninin işlerine gözünü diken yüzdeci bir acentenin yaptığı gibi, dünya emperyalist çıkarlarında gözü olduğunu” belirtiyordu.
Burada anlatılanlar, “sömürge-komprador” vb. benzetmelerin ötesinde Çarlık Rusya’sı gibi, ekonomik olarak geri ve bağımlı bir ülkenin, geniş topraklara hükmeden bir devlet olarak cüssesinden (“büyük devlet”) kaynaklanan siyasi ve askeri imkânlar sayesinde, (elbette dünya güç dengelerinin belirlediği koşullar dahilinde) kendi egemen sınıflarının çıkarları doğrultusunda yayılmacı-emperyalist bir güce dönüşebileceğini göstermektedir. Burada, sözü edilen türden bir emperyalizmin,ülkenin üretici güçlerinin görece geriliğinin, ekonomik bağımlılığının ve dünya ekonomisi içindeki yerinin belirgin izlerine ve neden olduğu sınırlılıklara rağmen, uluslararası güç mücadelelerinde “tekelci kapitalist” ve “militarist” niteliğiyle, ekonomik olarak aynı kategorideki hiçbir ülkenin sahip olamayacağı düzeyde güçlü bir etkiye sahip olabileceği ortadadır. Rusya, bugün askeri alanda ABD dışındaki “Batılı” emperyalist ülkelerin toplamından daha güçlüdür.
“Taraftar” Değil, Taraf Olmak…
Sorun, emperyalist güç mücadeleleri temelinde ele alındığında, “taraf olma” konusunda daha sağlıklı ve sınıfsal bir tutum almak mümkün olabilir. Emperyalizmin Batılı kanadının önde gelen güçleri ABD ve “Avrupa’daki adamı” Birleşik Krallık’ın ve bir emperyalist savaş aygıtı olarak NATO’nun Ukrayna meselesi üzerinden (elbette Ukrayna burjuvazisinin rolünü ve hedeflerini de unutmadan) yürüttüğü stratejik kışkırtma politikasını ve yol açtığı sonuçları görmek zorundayız. Ancak Rusya’nın bu konuda “mağdur, masum ve ezilen” değil, açıkça saldırgan konumda olduğunu; militarizm temelinde yürüttüğü “hesaplı-kitaplı” dış politikasıyla bölgede büyük bir yıkıma ve halklar arasında derin düşmanlıklara yol açtığını; yaptığı hamlelerle emperyalist sistemin sürekliliğine ve “yeniden üretimine” katkı sağladığını da anlamak zorundayız. Rusya’nın saldırısı, aynı zamanda ABD emperyalizminin Avrupa politikalarına ve NATO’nun varlığına, yayılma stratejisine ciddi bir güç ve “meşruiyet” kazandıracaktır. Bu, bölge halkları açısından çok büyük bir tehlikedir. Ancak ülke halklarının, emekçilerinin mücadelesiyle önlenebilecek emperyalist yayılmayı, “Batı düşmanlığına”, ulusların varlığını inkâra ve tarihsel hak iddialarına dayalı politikalarla engellemeye çalışmak, Avrupa burjuvazisinin ABD’nin arkasında hizalanmasını ve Almanya’da uç verdiği üzere militarist politikaların hortlatılmasını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Burada sorunumuz, “NATO üyeliğinin halkların özgür iradeleri ile alabilecekleri bir karar olup olmaması” değil. Çünkü böyle kararların esas olarak halklara sorulmadan, yalan ve çarpıtmalarla, gerçek amaçlar saklanarak ülkelerin burjuvazileri tarafından alındığını biliyoruz. Asıl sorun, Rus egemenlerinin, işgalci, saldırgan politikalarla, halkların “tarihsel korkularını” depreştirerek, bu ülkelerin egemenlerinin hedeflerine ulaşmalarını kolaylaştırmasıdır. Bu politika, büyük bir ihtimalle, NATO üyeliği konusunda Ukrayna halkının çoğunluğunu kendi sömürücüleri ile ortak bir tavra, burjuvazisinin peşine takılmaya mahkûm etmekten başka bir sonuç vermeyecektir. Aksi bir durum ancak korkuyla boyun eğme neticesinde ortaya çıkabilir. Ayrıca ülkelerin ve ulusların varlığını, bağımsızlık haklarını “tarihsel” gerekçelerle inkâr ederek “neo-nazilere” karşı mücadele etmek, ülkeyi “silahlardan ve Nazilerden arındırmak” mümkün değildir. Asıl olarak egemen sınıfların bir talebi olan NATO üyeliğinin cezası, bir saldırı olmadığı sürece, potansiyel tehlikeler bahane edilerek halklara, emekçilere ödetilemez!
Sorunun arka planı ve karşı karşıya gelen güçlerin niteliği, taraflardan birinin askeri zaferi veya yenilgisi üzerine “dileklerde” bulunmanın yanlış olacağını gösteriyor. Bu nedenle savaşa derhal son verilmesini, Rus ordusunun geri çekilmesini, Ukrayna’ya yönelik her türlü emperyalist müdahalenin ve NATO yayılmacılığının son bulmasını istiyoruz. Ukrayna’daki Rus azınlığa yönelik her türlü ulusal baskı ve zulme karşıyız. Bu “pasifist” bir tutum değildir. Amacımız başta savaşan ülke halkları ve emekçileri olmak üzere bölge halkları ve emekçileri arasında milliyetçi bölünmeleri, düşmanlıkları olabildiğince engellemeye çalışmaktır. Bu açıdan Rusya işçi sınıfının ve halkının işgale ve yayılmacılığa karşı çıkmaları hayati bir önem taşımaktadır. Ukraynalı emekçiler, ise ülkelerinin Batılı emperyalistler ve kendi oligarkları tarafından Rusya’ya karşı bir kullanışlı bir araç, bir “maşa” durumuna düşürülmesine şiddetle karşı çıkarak egemenlerden hesap sormalıdır. Ukrayna emekçileri, demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük taleplerinin, sözde “devrimler” yoluyla, Batı yanlısı ahlaksız politikacılar, hırsız-oligarklar ve Sağ Sektör vb. neofaşist örgütler öncülüğünde ve onların Batılı emperyalist dostlarının desteğiyle gerçekleşemeyeceğini görmelidir. Rus ve Batılı egemenleri karşılıklı olarak caydırabilecek tek engel, nükleer bir savaş ihtimalinin dışında bölge ve ülke halklarından gelecek devrimci bir başkaldırı ihtimalidir…
“Sol jeo-politikçiliğe” ve “ulusalcı anti-emperyalizme” kurban edilmemiş, proletarya enternasyonalizmine dayalı bağımsız sınıfsal bir tavır “naiflik” değil, bir görevdir. Gücümüz ne olursa olsun, “taraftarlığı” reddedip, “taraf” olmayı seçmeliyiz.
Hakkı Yükselen