SON NATO ZİRVESİNİN ARDINDAN UKRAYNA SAVAŞINI HATIRLAMAK!

SON NATO ZİRVESİNİN ARDINDAN UKRAYNA SAVAŞINI HATIRLAMAK!

HAKKI YÜKSELEN

Son günlerde yayılan haberler Ukrayna sorunu konusunda birtakım önemli gelişmelerin olabileceğini işaret ediyor. Aslında savaş ve çözüm konusunda söylenenler birbirine zıt bazı ihtimalleri içeriyor olsa da NATO’nun 75. Yılı Zirvesi’nde alınan kararlar önemli. Bunlar ağırlıklı olarak,  içinde yol aldığımız kapitalist dünya krizi koşullarında emperyalizmin Batı kanadının dünya çapındaki stratejik hedeflerini, bu bağlamda da Ukrayna-Rusya savaşına ilişkin niyetlerini içeriyor.

Zirvede konuşan NATO (artık eski) Genel Sekreteri Stoltenberg, Ukrayna’nın askeri destek sağlanmasındaki gecikmeler nedeniyle zor bir kış ve bahar dönemi geçirdiğini belirterek “Ancak bunun bir daha olmasına izin vermeyeceğiz. Bu zirvede bir köşe taşını dönüyoruz ve Ukrayna’nın galip gelmesi için gerekli temelleri atıyoruz” dedi. Stoltenberg konuşmasında ayrıca NATO müttefiklerinin, Ukrayna’ya kritik hava savunma sistemleri dahil askeri yardım, eğitim ve finansal destek konusunda taahhütlerde bulunduğunu tekrarlayarak, bugün Moskova’ya, şiddet ve korkutmanın işe yaramayacağı ve Ukrayna’nın şimdi ve uzun vadede NATO’ya güvenebileceği konusunda güçlü bir birlik mesajı gönderdiklerini söyledi.

Tabii,  Genel Sekreterin konuşmasının merkezi her ne kadar Ukrayna sorunu gibi görünse de mesajların asıl adresinin Rusya’nın da ötesinde Çin olduğu açıkça ortada!  Nitekim, NATO toplantılarında Pasifik’teki ortakları ile de görüşmeler yapıldığına işaret eden Stoltenberg, Pekin’in, çıkarlarını ve itibarını etkilemeden Çin’in Avrupa’daki en büyük askeri çatışmayı körüklemeye devam edemeyeceği konusunda hemfikir olduklarını söyleyerek, asıl mevzuyu dile getirmiş oldu!

Konuşmasında, NATO stratejisinin gerçek kapsamı konusunda “zihin açıcı” ifadeler kullanan Stoltenberg Çin’in yanı sıra İran ve Kuzey Kore’nin de Rusya’yı Ukrayna’da insansız hava araçları, mühimmat ve daha fazlasıyla desteklediğini belirterek “Bu açık bir şekilde, Avrupa’da olanların Asya için, Asya’da olanların da Avrupa için önemli olduğunu gösteriyor. Bu nedenle daha tehlikeli dünyada güvenliği ve çıkarları paylaşmak ve ortak değerlerimizi korumak için bir arada durmalıyız” dedi. Böylece bir dönem gevşeyen batı ittifakı mensuplarına da bir anlamda “ayar veriş” oldu.

 Zirve’de devlet ve hükümet başkanları düzeyinde yapılan NATO-Ukrayna Konseyi toplantısı sonrası yapılan yazılı açıklamada ise Ukrayna’ya NATO müttefiklerinin desteği tekrar edilerek Ukrayna’daki savaştan tamamen Rusya’nın sorumlu olduğu öne sürüldü. Açıklamada, “Uluslararası kabul görmüş sınırları içerisinde güçlü, bağımsız ve demokratik bir Ukrayna, Avrupa-Atlantik bölgesinin istikrarı ve güvenliği açısından hayati öneme sahiptir. Ukrayna’nın bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü için verdiği mücadele, Avrupa-Atlantik güvenliğine doğrudan katkıda bulunuyor.” görüşü paylaşıldı.

75. Yıl Zirvesinde, daha önce Ukrayna ile10 yıllık bir savunma-iş birliği anlaşması imzalamış olan ABD’nin Başkanı Biden Ukrayna’ya daha fazla hava savunma sistemi sözü verirken, Zirve’ye katılan Ukrayna Başbakan Yardımcısı Olha Stefanishyna, NATO’nun Ukrayna’nın üyelik sürecinin “geri dönülmez bir yola girdiği” şeklindeki açıklamasının önemini vurgulayarak, bunun Ukrayna’nın geleceği adına Rusya’ya açık bir mesaj olduğunu söyledi…

Bu açıklamaları biraz uzun tutmamın nedeni,  Batı’nın Ukrayna konusundaki tutum ve icraatlarının, kendi içinde zaman zaman çelişkili noktalar içerse de, gerçek hedefini, arka planını, politikalarının kapsamını biraz daha anlaşılır hale getirmek. Bunlar bu konuda daha önce ileri sürdüğüm görüşleri ve savaşa karşı önerdiğim tutumu da doğrular nitelikte; madde madde gidelim:

*Sorunun temelinde, kapitalizmin bunalımı koşullarında şiddetini giderek artıran pazar paylaşım kavgalarının, teknoloji ve ticaret savaşlarının, çok yönlü  uluslararası rekabetin ve emperyalist hegemonya mücadelesinin yattığını görmek gerekiyor. Emperyalist bir güce dönüşen Çin,  yüksek teknolojilere dayalı bir askeri güç birikimi eşliğinde dünya emperyalist sistemi içinde “hegemonik” bir güce dönüşme mücadelesi veriyor. Bu durum Çin’i ABD’nin başlıca hedefi haline getiriyor. Görece gerileyen hegemon bir güç olarak Amerika’nın, dünya ölçeğindeki “güvenlik” (denetim ve hâkimiyet) stratejisini, başta Ortadoğu olmak üzere ve bazı bölgelerden eksilttiği askeri gücünü Çin’i çevreleyecek biçimde Uzakdoğu-Pasifik bölgesinde odaklamaya başlamasının nedeni bu.

*ABD’nin Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden yaptığı hamle, sözünü ettiğimiz stratejinin bir parçası. Bu hamle, ABD’nin, Çin ile girdiği emperyalist rekabette, onunla kendisine karşı bir blok oluşturabilecek Rusya’nın etkisini azaltmayı, bu doğrultuda onu yıpratmayı, tecrit etmeyi, en azından kendisi açısından en hayati ve öncelikli bir alana odaklanmasını sağlamayı hedefliyor. Bir diğer neden ise Avrupa’nın “Rusya korkusu” ve dolayısıyla NATO aracılığıyla yeniden ABD önderliği altında “disipline edilip” kontrol altına alınmak istenmesi.

*Bugüne kadarki manzara Ukrayna’ya yönelik Rus saldırısının, NATO’nun yayılma stratejisi doğrultusunda, ABD ve Birleşik Krallık’ın başını çektiği bir operasyonla, sonuçları da hesap edilerek “kışkırtıldığını” gösteriyor.   Ancak Rusya’nın bu kışkırtmaya ani bir refleksle veya provokasyona gelerek değil, planları daha önceden yapılmış, politik hattı daha önceden çizilmiş, tarihsel-ideolojik arka planı oluşturulmuş bir stratejiyle cevap verdiği kesin. Kısaca, Rusya’nın bu konuda “mağdur, masum ve ezilen” değil, açıkça (bir diğer) saldırgan konumunda olduğunu; militarizm temelinde yürüttüğü   emperyalist dış politikasıyla bölgede büyük bir yıkıma ve halklar arasında derin düşmanlıklara yol açtığını; yaptığı hamlelerle emperyalist sistemin sürekliliğine ve “yeniden üretimine” katkı sağladığını anlamak zorundayız. Rusya’nın saldırısı, aynı zamanda ABD emperyalizminin Avrupa politikalarına ve NATO’nun varlığına, yayılma stratejisine ciddi bir güç ve “meşruiyet” kazandırmaktadır. Nitekim “tarafsızlığıyla” ünlü İsveç ve Finlandiya devletleri, durumu fırsat bilerek NATO’ya girmişlerdir. Bu, bölge halkları açısından çok büyük bir tehlikedir.  Ancak ülke halklarının, emekçilerinin mücadelesiyle önlenebilecek emperyalist yayılmayı, “Batı düşmanlığına”, ulusların varlığını inkâra ve tarihsel hak iddialarına dayalı politikalarla engellemeye çalışmak, Avrupa burjuvazisinin ABD’nin arkasında hizalanmasını ve Almanya’da ve Japonya’da uç verdiği üzere militarist politikaların hortlatılmasını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

*Savaşın Ukrayna tarafına gelince. Tek yönlü, düz ve hayli soyut bir bakış açısıyla buradan başlı başına bir mağduriyet hikâyesi çıkarmak ve saldırgan taraf ve işgalci olarak Rusya’nın yenilgisini “canı gönülden” istemek mümkün. Ancak yukarıda da belirtilen pek çok nedenden dolayı işin bu yönüne biraz dikkatli yaklaşmakta yarar var.   Çok boyutlu ve karmaşık bir sorun söz konusu. Mesela bu somut örnekte “kendi kaderini tayin hakkı” meselesi Ukrayna devletinin emperyalist Avrupa Birliği’ne ve yine Batı emperyalizminin vurucu gücü NATO’ya katılma isteği biçiminde ortaya çıkıyor; ki bu biraz farklı bir durum! Ayrıca işin içinde Ukrayna devletinin ve burjuvazisinin kendi çıkarları doğrultusunda gönüllü katılımıyla yürütülen emperyalist bir operasyon da var. Yani mesele Ukrayna devletinin basitçe, bir Rus saldırısı karşısında Batı’nın yardımını kabul etmek durumunda kalması falan değil. Ayrıca, bütün bunların bir “demokrasi ve özgürlük” sorunu olarak sunulması, Batı emperyalizminin rolü ve Ukrayna iç siyasetinin unsurları düşünüldüğünde, içimizi fazla ferahlatmıyor! Kısacası ortada teorik ve politik anlamda bildik tarihsel örneklerden farklı ve haliyle daha değişik bir biçimde ele alınması gereken somut bir durum var.

*Savaşın bugün geldiği yer itibariyle, yaşananlar yukarıda öne sürülen görüşleri önemli ölçüde doğruluyor. Gelinen noktada şunları da ekleyebiliriz: Çok büyük çaplı askeri ve mali yardımlara rağmen “Rus işgaline karşı direnen Ukrayna’ya yeterli silah yardımının yapılmadığı” yolundaki eleştiriler eğer siyasi bir kasıt taşımıyorsa, sorunun esası konusunda “iyi niyetli ve safça bir kavrayışsızlıktan” kaynaklanıyor! Batı, Ukrayna’ya, belirli kısıtlamaları olsa da, epeyce güçlü, gelişmiş silahlar vermektedir. Ukrayna’nın Rusya karşısında bugüne kadar ayakta kalmasının başlıca nedeni budur. Ancak, Ukrayna-Rusya savaşının ortamını hazırlayıp savaşı kışkırtan Batılı emperyalistler bu çatışmayı stratejik hedeflerine uygun sınırlar içinde tutmaya çalışıyorlar. Savaşı Rusya derinliklerine yayabilecek menzil ve güçteki silahların Ukrayna’ya verilmesi, Rusya’nın taktik nükleer silahlar da dahil çok daha yüksek güç ve teknolojik özellikte silahlar kullanmasına neden olacaktır. Bu durum NATO’yu çok daha büyük güçlerle ve etkili silahlarla savaşa dahil olmak zorunda bırakacaktır. Bu çok büyük bir ihtimalle, Batılı güçler açısından en azından planlanan veya beklenenden çok daha büyük çaplı bir çatışma, erken bir savaş ve dünya koşulları açısından kontrolü zor bir durum olacaktır.  Batı, var olan koşullarda Ukrayna’ya hemen her türlü yardımı yapsa da savaşın niteliğini değiştirecek doğrudan bir çatışmaya henüz girmek istemiyor. Bu da belirli bir temkinliliği gerektiriyor. Ukrayna’nın kısmen işgaline yol açan savaşı, kendi stratejik hamleleriyle baştan göze alan ve bunun da ötesinde “planlayan” güçlerin, savaşın kapsamını ve süresini de kendilerince öngörmüş olmaları da gerekir. Nitekim daha önce ortaya çıkan (sorunlu da olsa) bazı barış fırsatlarının bu güçlerin müdahaleleriyle reddedilmesi bunu göstermektedir.

*Kısacası, sorunun ortaya çıkış biçimi, niteliği, kapsamı ve uluslararası nedenleri itibariyle, “Güçlü bir devletin işgaline uğramış güçsüz bir ülkenin çırpınışları; emperyalist devletlerden silah temin etmek zorunda kalması” veya “denize düşenin yılana sarılması” biçiminde ele alınamayacağı açıktır. Sorunun evveliyatı, örneğin 2014 “Maidan Ayaklanması” döneminde iyice açığa çıkan aktif, doğrudan Batı desteği, Kiev sokaklarında alenen boy gösteren Amerikalı siyasetçiler ve ortak askeri faaliyetler göz önüne alındığında, savaşın Ukrayna egemen sınıflarının “Avrupa yanlısı” kesimiyle işbirliği halinde adım adım “örgütlendiği” görülür. Bu koşullarda Batı emperyalizmini, saldırıya uğramış mazlum bir ulusa yeterli silah ve cephane yardımı yapmamakla suçlamak  son derece saçma ve kavrayışsız bir tutumdur.

*Bütün bunlar elbette Ukrayna emekçilerinin Rus işgaline karşı direnme, ülkelerini savunma hakkını ortadan kaldırmaz. Ancak böyle bir emekçi direnişinin muhtemel başarısıyla, Batılı emperyalistlerin bölgesel ortağı olarak Ukrayna devleti ve burjuvazisinin muhtemel bir başarısını birbirine karıştırmamak gerekir. Bir biçimde gerçekleşmeleri halinde bu iki başarının sonuçları arasında büyük farklar olacaktır. Ukrayna devletinin zaferi, “mazlum halkların” değil, doğrudan doğruyu ülke burjuvazisinin, Batı emperyalizminin ve NATO’nun başarı hanesine yazılacaktır. Bu aynı zamanda bütün bir bölgede, zaten epeyce ileri mevziler kazanmış olan Batılı emperyalistlerin (veya emperyalizmin Batı kampının) ve onun askeri ittifakı NATO’nun kesin hâkimiyeti anlamına da gelecektir. Bu durumda “NATO Dışarı!” sloganı bir espriden öteye geçemeyecektir!

*Var olan koşullarda çok daha zayıf bir ihtimal olarak Ukraynalı emekçilerin bağımsız güçleriyle kazanacağı bir zafer ise, bu zaferin meyvelerini kendi elleriyle Batılı emperyalistlerin suç ortağı olan burjuvazilerine teslim etmemeleri halinde  “dünya devrimi” açısından çok olumlu sonuçlar verecektir. Bir akıl yürütmeyle söyleyecek olursak,  Ukrayna devletinin yenilgisive Rus işgalinin yayılması halinde ülkelerinin bazı bölge ve şehirlerini savunan silahlı emekçilerin, “Paris Komünü” benzeri, örneğin “Kiev Komünü, Lviv Komünü…” gibi silahlı özyönetimler kurma ihtimali de vardır. Ancak bunlar, henüz hiçbir gerçek işaretini görmediğimiz çok uzak ihtimallerdir. Sınıfsal nitelikleri nedeniyle böyle  “korkunç”  ihtimallerin gerçekleşmesi halinde emperyalizm ve burjuvazi, Rus işgalcileri ile işbirliği yapmakta tereddüt etmezler. Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor: Ukrayna ordusu saflarında asker veya sivil savaşçı olarak yer alan ve çoğu milliyetçi güdülerle hareket eden sendikacılar, işçiler ve hatta devrimci hedefleri olan küçük sosyalist grupların varlığı,  bu halleriyle “proleter bir direnişi” veya “bağımsız bir devrimci alternatifi” temsil etmemektedirler. Bunların, (halihazırdaki güçleriyle) farklı bir yönelişe yönelmeleri halinde tasfiye edilmeleri burjuva iktidar açısından fazla bir sorun teşkil etmeyecektir. Bu koşullarda ordu saflarında savaşan faşist güçlerin şansı ölçülemeyecek derecede daha büyüktür.

Bunların dışında, var olan koşullar itibariyle, Rus emekçilerinin saldırgan, işgalci ve gerici Putin rejimine karşı ayaklanma; Rus ordusunun ise 1917’de olduğu gibi cepheyi terk edip başkente yürüme ihtimalleri yok denecek kadar uzak bir ihtimaldir…

*Kapitalist bunalımın neden olduğu dünya çapındaki pazar mücadeleleri, kamplaşmalar,  askeri, siyasi ve ekonomik rekabet ve bir “dünya savaşının” telaffuz edilir hale gelmeye başladığı uluslararası gerilim koşullarında, Ukrayna merkezli gelişmeler diğer Batılı burjuva devletleri ve emperyalist güçler açısından silahlanma, militarist politikalara yönelme konusunda fırsat ve “meşruiyet” sağlamıştır. Bu durum Uzakdoğu’daki Japon emperyalizmi için de geçerlidir. Japonya’nın üye olmadığı halde NATO Zirvesi’nde temsil edilmesi boşa değildir. Bu arada başta ABD olmak üzere hemen hemen bütün Batı ülkelerinde yaşanan iç siyasi gelişmeler, belli başlı “merkez” ülkelerde neo-faşizmin hızlı yükselişi, dünya genelinde ise neo-bonapartist rejimlerin yayılma hızları düşünüldüğünde, uluslararası bir çatışma ihtimalinin büyüklüğü ve alabileceği çok tehlikeli biçimler daha iyi anlaşılır.

*Savaşın arka planı, sınıfsal niteliği, emperyalist güç dengeleri içindeki yeri, bugüne kadar yol açtığı ağır yıkım, insan kaybı, emekçiler arasında yarattığı nefret- düşmanlık ve bunların orta-uzun vadeli sonuçları düşünüldüğünde, daha en başından başlayarak   Ukrayna’ya yönelik her türlü emperyalist müdahaleye, savaşa ve işgale son  verilmesini talep etmemizin nedeni de anlaşılır. Soyut ilkeler ve kuru-mekanik birtakım formüller öne sürerek taraflardan birine “başarılar temenni etmek”, bu gerici savaşta “yancılık” veya “taraftarlık” yapmak devrimci sosyalistlerin işi değildir.  Enternasyonalist devrimciler olarak “taraftar değil, taraf olmak, yani kendi tarafımızda yer almak zorundayız. Perspektifimizin  “dünya devrimi” olduğu unutulmamalıdır.  Bu gibi savaşlardan mümkünse devrimler çıkarmak ancak farklı, bağımsız, devrimci, proleter bir alternatif inşa ederek mümkündür.