HAKKI YÜKSELEN
Yirmi iki yıldır iktidarda olmaları ve her şeyi olabileceğinden de kötü hale getirmeleri “Giderlerse her şey düzelecek” inancına yol açıyor. Keşke öyle olsa, ama değil. Hani sık tekrarlanan bir söz var ya, “Yok öyle bir dünya!” diye, hakikaten yok.
Her şeyden önce sorun sadece “bizimle” sınırlı değil. İnsanlık, bir kez daha, kapitalizmin doğasının, hareket yasalarının kaçınılmaz kıldığı çok boyutlu bir bunalımla yüz yüze. İnişli çıkışlı bir seyir izleyen, “idare edilmeye” çalışıldıkça uzayan, derinleşen bir bunalım bu. Eşitsiz ama bileşik bir seyir izliyor. Yani şiddeti, temposu ülkeden ülkeye değişse de kapitalist dünya ekonomisinin tamamını sarmış durumda. Halihazırda yaşananlar bir yana, tarihsel örneklerin de kanıtlandığı üzere derinliğiyle orantılı ağır sonuçları olacak.
Emperyalist-kapitalist sistem içindeki irili ufaklı güç odakları arasındaki pazarlar ve kaynaklar için girişilen paylaşım kavgaları; giderek şiddetlenen ekonomik, mali, ticari, siyasi ve askeri rekabet; silahlanma yarışı; değişmeye başlayan güç dengelerinin kaçınılmaz sonucu olarak hegemonya mücadeleleri; belirli boşluklardan istifade etmeye çalışan (örneğin Türkiye gibi) bölgesel güçlerin “mücavir alanlarında” yayılma ve daha üst konumlara yerleşme çabaları; uzayan ve giderek yayılma istidadı gösteren savaşlar, işgaller, çatışmalar… Koşullar bunlar. Hemen her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Üçüncü bir dünya savaşı ihtimalinin giderek daha sık dile getirilmesinin nedeni bu.
Gidişata ve istikbale ilişkin işaretler hayra alâmet değil. Neredeyse yeryüzünün tamamını etkileyen güçlü otokratikleşmeeğilimi, baskı rejimlerinin zincirleme yayılımı bunu gösteriyor. Tarih elbette “tekerrür” etmez, ama İkinci Emperyalist Savaşa giden süreç de, kendi koşulları dahilinde benzer yolları izlemişti. Bugünün dünyası, en azından şimdilik bir “neo-bonapartizmler” dalgasıyla şekillenirken bu türden rejimlerin harekete geçirdiği dinamikler, sahip oldukları iç dönüşüm potansiyeli ve bunların uç vermiş halleri klasik bonapartizmleri, gerçek faşist rejimleri, askeri diktatörlükleri vb. içeren bir dizi uğursuz ihtimali işaret ediyor. Burada “bizimkiler” ile ilgili, “Acaba giderler mi?” tartışması yaşanırken, otokratlar dünyanın pek çok yerinde iktidara geliyor veya konumlarını sağlamlaştırıyor. “Batı demokrasileri” neo-faşist güçlerin yükselişleri ve bazılarında iktidara yönelmeleri eşliğinde çözülme sürecine girmiş durumda. İnişli çıkışlı seyri içinde krizin derinleşmesi, bunun neden olduğu toplumsal gerilim ve çatışmaların şiddetlenmesi, iktisadi planda sermaye açısından düze çıkmanın temel koşularının bir türlü yerine getirilememesi bu süreci hızlandırıyor. Baskı rejimlerinin hızla yayılma eğilimi ile mali sermayenin krizi toplumsal ve siyasi olarak yönetebilmegüçlükleri arasında çok sıkı bağlar var. Tabii bir başka bağlantı da, ne derece gerçekleşir bilinmez ama, işçi ve emekçilerin iktisadi ve siyasi bilince sahip örgütlü güçler olarak “yeniden” tarih sahnesine çıkma ihtimali. Bunalımdan çıkış koşulu olarak “sermayenin yeniden yapılanabilmesi”, “verimsiz sermayenin elenmesini” (“değersizleşmesini”) “emeğin disiplin altına alınmasını” ve “sömürü oranlarının artırılmasını” zorunlu kılıyor. Yeni bir “sermaye birikim tarzına” geçmek kolay değil. Bu çatışmalı bir süreç. Bunalımın kapitalistler açısından üretim ilişkileri zemininde emek karşıtı önlemlerle aşılması zorunluluğu sözünü ettiğimiz “daha beter ihtimallerin” de nedeni. Durum bu; yani, memleket olarak “bunlardan kurtulduktan” sonra dahil olabileceğimiz veya derin bir nefes alabileceğimiz “ferahfeza” bir dünya yok!
Evet, “bunların” elinde hemen her şey olabileceğinden de kötü hale geldi, daha da kötü olma ihtimali büyük. Gidişat onu gösteriyor. Ancak neticede onlar da yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız dünyanın bir parçası. Kendilerine has usulleri ve kurnazlıkları ne olursa olsun aynı nesnelliğe tabiler. (Hatta bazen bu gerçeğin ardına saklanmaya çalışıyorlar!) Uysalar elbette iyi olur, ancak başta ekonomik durum olmak üzere karşı karşıya olduğumuz temel sorunların, öyle muhalefetin büyük bölümünün zannettiği gibi, kendi başına “hukuka uyularak” vb. yollarla çözülmesi mümkün değil. Çünkü bir üstyapı kurumu olarak “hukuk” aslında son derece sınıfsal bir kavram; hangi koşullarda kimin yararına işleyeceği toplumsal güç ilişkilerine bağlı. (Yabancı sermayenin gelmek için şart koştuğu söylenen hukuk, doğrudan kendi mülkiyet güvenliği ile sınırlı. Bunun emeğin hak ve özgürlükleriyle bir ilgisi yok.) Bu ilişkilerin temel belirleyeni de ekonomik, toplumsal, siyasi, örgütsel, kültürel bütün boyutlarıyla (Yani tek başına “ekonomik” değil!) sınıf mücadelesi. Bazen “kabak tadı” vermek pahasına sınıf mücadelesinden ve sosyalizmden söz etmemizin nedeni de bu. Tarihin bir “kırılma noktasına” doğru hızla ilerlediği ve “devrim-karşıdevrim diyalektiğinin” hükmünü olanca gücüyle bir kez daha icra etmeye başladığı bir zamanda bunlar boş sözler değil. Gidişat bizi er veya geç “Ya Sosyalizm-Ya Barbarlık!” yol ayrımına getirecek. “Dünyayı değiştirmek”ten başka çare yok. Yani “Giderlerse her şey düzelmeyecek!” Aklımızda olsun.