EYLÜL GÜNDEMİ

EYLÜL GÜNDEMİ

KIRMIZI GAZETE YAYIN KURULU

Hapisteki TİP Milletvekili Can Atalay’ın düşürülen milletvekilliğiyle ilgili TBMM oturumunda yaşanan saldırı, rejimin amaçlarına gerektiğinde “tekme tokat” ulaşma niyetini gösteriyor. Olayı, pek çoklarının yaptığı gibi  “mecliste kavga, yumruklaşma, istenmeyen görüntüler…” şeklinde ele almak yanıltıcı olur. Sürecin başlangıcının Anayasa’nın açık hükmüne rağmen Anayasa Mahkemesi’nin konuya ilişkin kararının ve hatta bu mahkemenin hukuki varlığının tanınmamasına dayandığı düşünüldüğünde olayın doğrudan bir “rejim sorunu” olarak ele alınması gerekiyor.

Bu sorununun varlığının bir başka kanıtı da  “milli egemenliğin en yüksek temsilcisi” olarak tanımlanan TBMM’nin giderek işlevsiz bir kuruma dönüştürülmesi. Sorun basitçe bir “başkanlık sistemi” içinde parlamentonun ağırlığının azaltılması falan değil. Öncelikle, bir “sistem değişikliği” değil bir “rejim değişikliği” yaşanmıştır. Bu   “Neo-Bonapartist” bir rejimdir ve “daha beter bir şeye” dönüşme eğilimindedir. Bu tür rejimlerde parlamentoların giderek etkisiz ve sembolik kurumlara dönüşmesi kaçınılmazdır. Bunun bir adım ötesi, Bonapartizmin daha “klasik” biçimlerinde görülen, varlığına göz yumulsa da “gerçek yetkilerinden vazgeçmiş, her an dağıtılabileceğinin farkında olan” bir parlamentodur. Bu bağlamda tabloya,   yeni rejimin hukuki çerçevesi olarak, en “yerli ve milli” cinsinden bir “yeni anayasa” hedefini de ekleyebiliriz. Elbette Cumhurbaşkanı Başdanışmanı’nın dile getirdiği ve kökeni itibariyle “Nazizm” ile bağlantı kurabileceğimiz “milli yargı” kavramını da unutmadan!

Önemli bir diğer gündem maddesi ise rejimin bazı komşu devletlerle olan ilişkilerindeki gelişmeler. Milli Savunma Bakanı’nın açıkladığı Suriye’den çekilme koşulları, sorunun sadece “terör” vb. bahanelerle Suriye’nin kuzeyini elde tutma ve hatta bir fırsat doğması halinde ilhak etme niyetiyle sınırlı olmadığını gösteriyor. Saray rejimi sadece kendisi için değil, Suriye için de yeni bir anayasanın peşinde! Bu yolla, beslediği silahlı veya silahsız İslamcı grupları (eski ÖSO-yeni SMO, Suriye Geçici Hükümeti vb.) Suriye yönetimine ortak etmek, kendisi de ortak olmak istiyor! Aksi halde geri çekilmeyeceğini beyan ediyor.

Rejim, yine “terör” gerekçesiyle bir bölümünü elinde tuttuğu Irak’la da çeşitli anlaşmalar imzaladı. Irak devletinin uzun süredir geri almak istediği, Musul yakınlarındaki Başika üssünün kontrolünün Irak’a devredilmesi karşılığında PKK’nin ve bağlantılı partilerin yasaklanması sağlandı. Ancak bölgedeki iç ve dış güç dengeleri bir bütün halinde düşünüldüğünde bu türden anlaşmaların fiili ömürleri ve ne ölçüde uygulanabilecekleri ayrı bir tartışma konusu.

Rejim, kendi halkının sefaleti pahasına ülkenin sınırlı maddi imkânlarını “dişine göre” bulduğu alanlarda bir (alt) emperyaliste dönüşme hevesleri uğruna harcıyor. Ancak işin kuralı gereği o alanların tehlikeli sorunlarını da kendi bünyesine taşıyor. Neticede onca yıldır bölge hâkimiyetine dair büyük bir kibirle yapmaya çalıştıkları iddialı çıkışlara karşın,  kendilerini giderek bir “Kürt kapanına” hapsetmiş durumdalar…

İktisadi duruma gelince.  Rejim tarafından uygulamaya konan “rasyonel” ekonomi politikalarının (OVP) emekçilerle ilgili hedefinin öyle “kemer sıkma”  falan değil, emekçilerin “boğazını sıkmak”  olduğu açıkça ortada. Düşük ücretler, yüksek enflasyon, emekçiler için adeta ölümcül boyutlara ulaşan bir hayat pahalılığı, büyüyen işsizlik, sefalet boyutlarına ulaşan yoksulluk, “mülksüzleştirme” … Bütün bunların üretimdeki gerileme, artan durgunluk ve daralma eğilimi ve ihtimal dahilinde olduğu söylenen stagflasyon ile şiddetini artıracak bir kriz ortamında hangi boyutlara ulaşabileceğini insan düşünmek bile istemiyor.

Bu koşullarda, henüz belirli bir bütünlüğe ulaşmamış olsalar da grevlerin ve direnişlerin yayılması, sendika konfederasyonlarının emekçilerin baskısıyla uzun süredir uzak durdukları kitlesel eylemlere başlamaları önemli. Bunların yanı sıra rejimin bugüne kadar temel dayanaklarından birini oluşturan kırsal kesimde çiftçi eylemlerinin yaygınlaşması, özellikle de bu eylemlerden birinde (geçmişten gelen bir ağız alışkanlığı olsa da!)“hükümet istifa” gibi siyasi bir sloganın atılması önemli bir değişimin işareti sayılmalıdır. Rejimin neoliberal tarım politikalarının bir sonucu olarak tarlalarını yer yer üzerindeki ürünle birlikte sürmek zorunda kalan veya ürünlerini öfkeyle yollara döken çiftçilerin tepkilerinin sadece dikkatle izlenmesi değil, esas olarak örgütlenmesi devrimci bir görev olarak karşımıza çıkıyor. (68’lerin deneyimini de hesaba katarak.)

Son olarak yılların değişmeyen gündem maddesi “giderler mi?” sorusuna gelince! Bizzat kurucusu tarafından bir siyasi parti olarak fiilen tasfiye edilen AKP’nin ciddi oy kayıplarına uğradığı biliniyor. Ancak bu, bütün çürümüşlüğüne (hatta kokuşmuşluğuna) rağmen rejimin bugüne kadar ele geçirdiklerinden çaresizlik içinde vazgeçeceği anlamına gelmiyor. İşin kötü yanı, seçim kaybetmelerine rağmen “gitmiyoruz!” dediklerinde yaptırım uygulayacak herhangi bir yasal gücün olmaması! Yani,  böyle rejimler bazen çok kolay gelseler de kolay kolay gitmezler. Bu, her şeyden önce boğazına kadar suça batmış ve ülkeyi devasa bir “suç mahalline” çevirmiş bir rejim. Üstelik, ele geçirilen “tarihsel fırsatı” elden kaçırmama niyetinde ısrarlı bir de faşist ortağı var. Bu ortak diğerinin herhangi bir “kıpırtısında”  elindeki şiddet, tehdit ve şantaj silahlarını teşhir etmekten sakınmıyor. Çünkü doğrudan kendi hesabına bazı gelecek planları var ki, bunlar muhtemelen RTE için bile endişe konusu. Temel prensip: Ortam ne kadar gergin olursa “Cumhur İttifakı” da o derece kavi olur. MHP’nin son dönemde provokatif biçimde artırdığı Kürt karşıtlığının başlıca nedeni bu. Bu ortam aynı zamanda içerideki “çatlak sesleri” kısacak, “milli birlik ve beraberliği” tesis edecek sınır ötesi operasyonları da (yapılmasa bile) gündemde tutmanın bir yolu. Vakti zamanında  “iç savaş aparatı” olarak örgütlenmiş bir siyasi yapının günümüzde de bu işlevine uygun davranmasına şaşırmamak lazım!

Yazar Hakkında