HAKKI YÜKSELEN
Saray rejiminin önde gelenleri tarafından yapılan “iç cephe” çağrılarının anlamı üzerine düşünmek gerekiyor. RTE’nin başdanışmanı eski TKP’li Mehmet Uçum, ilk defa patronu tarafından dile getirilen cephe çağrısının içeriğini tafsilatlı biçimde tarif etti: “Atatürk’ün Nutuk’ta yer verdiği İç Cephe kavramı, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirildi. Sayın Bahçeli de zaman zaman Atatürk’e de atıf yaparak İç Cephe vurgusunu etraflıca yapıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bölgemizde soykırımcı ve faşist İsrail yönetiminin yarattığı ateş çemberine ve küresel emperyalizmin yıkıcı projelerine karşı Türkiye’nin iç cephesini sağlam tutması gerektiğine işaret etti. Bu açıklama İç Cephe’nin ne olduğuna ilişkin bir tartışma da başlattı.
İç Cephe’den somut olarak ve içerik açısından ne anlaşılması gerektiğine ilişkin tarihsel ve güncel boyutları üzerinden farklı değerlendirmeler olabilir. Ancak genel bir çerçevede mutabakat sağlanması mümkündür. Buna göre, İç Cephe’nin Türkiye’nin ulusal, demokratik cephe (abç) perspektifi olduğu yaklaşımıyla şu tanım yapılabilir, en büyük sosyal güçlerinden birincisinin Cumhur İttifakı’nın olduğu, tam bağımsızlıktan, coğrafi bütünlükten, siyasi birlikten yana ve antiemperyalist tüm güçlerin birleştiği, Türkiye’yi koruma, güçlendirme ve geliştirme hedefleriyle hareket eden CHP ve diğer muhalif mecraların yurtsever, ulusal, vatansever, milliyetçi güçleri de içinde tüm ulusal/milli güçlerin milli devletle birlikte oluşturduğu kuvvet, İç Cephe’dir.
Sonuç olarak İç Cephe’nin tüm dış tehdit ve risklere karşı milli güç unsurlarıyla, milli devletin birleşimi olan “Türkiye Cephesi” olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.”
Uçum’un kendi siyasi geçmişi bu cephe tanımlaması üzerinde ne derece etkilidir bilemeyiz, ancak sözünü ettiği cephe, anladığımız kadarıyla bir “halk cephesi”nin genişletilmiş biçimi olarak bir “milli cephe”dir! Bazı örnekleri Ortadoğu’daki BAAS rejimlerinde de görülen ve “komünistlerin” de genellikle “antiemperyalist” gerekçelerle yer aldığı “milli cephelerin” gerçek anlamı toplumdaki bütün siyasi güçlerin şu veya bu saikle “eli sopalı” bir rejimin ardında hizalanmasıdır. Bu bazen “aba altından”, bazen de alenen gösterilen ve gerektiğinde tereddütsüz kullanılabilecek bir sopadır. Nitekim, Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’a yönelik, ancak DEM’i de kapsayan çağrısının içerdiği tehdit boyutu Uçum’un da çağrısında var. DEM’e yapılan çağrı aslında “tövbe kapıları kapanmadan” rejimin ardında hizalanmasıdır. Aksi halde başına neler gelebileceği de kendisine hatırlatılarak!
Ancak neyi temsil ediyor olursa olsun neticede Uçum bir saray memuru. Makam ve mevki olarak konumu Devlet Bahçeli’nin üzerinde değil! Bahçeli ilk açıklamasında Öcalan’ı Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) terörü sona erdirme, silahları bırakıp teslim olma ve kendisini lağvetme çağrısı yapmaya davet etti. Tabii başka bir zamanda ve eşit şartlarda Öcalan da karşılık olarak aynı çağrıyı Bahçeli’ye yapabilirdi, ama öyle bir zamanda değiliz! Kısa bir süre sonra Bahçeli’den gelen yeni bir çağrı, işin daha “dallı budaklı” olduğunu gösterdi. Gelinen noktada rejimle gerçek bir işbirliğine evet demesi karşılığında Öcalan’ın serbest bırakılabileceğini doğrudan Bahçeli’nin ağzından öğrendik. MHP Genel Başkanı’nın aynı zamanda “derinden gelen bir ses” olduğu düşünüldüğünde “devletin derinliklerinde” konuyla ilgili epeyce bir hareketlenmenin olduğu söylenebilir. Geçmiş deneyimlere, önerilen cephenin niteliğine ve tepeden, aşağılayıcı, tehditkâr söylemlere bakıldığında eşitliğe, adalete ve özgürlüğe dayalı gerçek bir çözüm mümkün görünmese de “bir şeylerin” olacağı belli; bekleyip görelim.
Burada tekrar etmekte fayda var. Önceki yazılarda da vurguladık. Sorun iç politikayla, gelişmelerle, yeni anayasayla, RTE’nin yeniden seçilmesiyle sınırlı değil. Kürtlere yönelik hamlenin dış gelişmeler ve politikalarla ilgili yanı da çok önemli. RTE’nin İsrail ile ilgili vurgularının, onun anlattığı şekliyle olmasa da, konunun anlaşılması açısından hesaba katılması gerekiyor. Bölgedeki gelişmeler ve büyüyen savaş tehlikesi hem Türkiye’deki, hem de komşu ülkelerdeki Kürtlerle ilişkilerin gözden geçirilip olabildiğince onarılıp yenilenmesini gerektiriyor. Hem dünya çapındaki, hem de bölgesel plandaki güç kaymaları yeni strateji ve taktikleri, ittifakları, işbirliklerini, kavramları zorunlu kılıyor. Rejimin zihninde büyük bir ihtimalle bir yandan “Kürtlerle büyüme hayalleri” tur atarken, öte yandan “Kürtler yüzünden küçülme” endişeleri de dolanıyor! “İç cephe, milli cephe, Türkiye cephesi…” gibi çağrıların bir boyutu da bu.
Bu tür çağrıların, hele ki bir “derin devlet” hazırlığını da yansıtıyorlarsa dikkate alınması şart. Tarihte ortalığın birbirine girdiği hallerde, örneğin büyük bir savaş patladığında, bazı ulusal sorunların fırsattan istifade “tasfiye” edildikleri bilinir. Rejim sözcülerinin Kürt siyasetine yönelik çağrılarındaki tehdit dili, her ne kadar “hukuki” bir kılığa sokuluyor olsa da, “savaş hukuku”nun tarihsel bazı durumlarda, özellikle de içeride farklı araçlarla işletildiği unutulmamalıdır. Misal, “Harbi Umumi” esnasında (1914-18) Osmanlı topraklarında yaşanan “Ermeni Olayları!”
Tekrar edelim. İstenen, iç ve dış politikaların kesişim noktasında, tarihsel bir fırsatın değerlendirilerek herkesin rejimin ardında hizalanmasını sağlamaktır…
nı sağlamaktır…