MURAT YAKIN
4 Ekim günü, gazeteler tek bir gecede İstanbul’da yaşanan dehşetengiz olayları manşetlerine taşıdılar. İstanbul’da Semih Çelik (19) isimli erkek, önce Eyüpsultan’da Ayşenur Halil’i boğazını keserek katletmiş, ardından Edirnekapı’da İkbal Uzuner’i parçalara ayırarak öldürüp kadının başını Edirnekapı surlarından aşağı atmıştı. Nihayet boğazına bir ip geçiren katil herkesin gözleri önünde surlardan atlayarak intihar etmişti. Aynı gece İstanbul’un kalbi Beyoğlu’nda bir genç kız iki erkeğin tecavüz girişiminden şans eseri kurtuldu.
Türkiye’nin sokaklarından üst üste uyuşturucu ve şiddet patlaması haberleri geliyor bugünlerde. İhmal, açlık, kadına, hayvanlara, göçmenlere, çocuklara ve güçsüzlere yönelen şiddet, çeteleşme, güvensiz sokaklar…
Bu yıkım tablosu yerli ve milli olmakla, mukaddesatçı bir kültür inşa etmekle, her zamankinden güçlü ve milliyetçi bir Türkiye inşa etmekle övünen, Niğde’de bir meydana Abdullah Çatlı’nın, İstanbul Havalimanı yolunda bir ilkokula Muhsin Yazıcıoğlu’nun adını veren, bir rejimin, Saray Rejiminin övünç tablosu…
Cehennemin kapısını aralayan o gece
1978 yılının 8 Ekimini 9’una bağlayan gece, Ankara Bahçelievler 15. Sokakta 56 No’lu apartmanın iki odalı giriş katında konaklayan 7 Türkiye İşçi Partili genç, aralarında Türk kapitalizminin karşıdevrim aparatının – Bu yapıya Özel Harp ya da Türk Gladio’su da denmekteydi- başlıca önderlerinden Abdullah Çatlı, Faşist militanlar Ercüment Gedikli, Duran Demirkıran, Bünyamin Adanalı, Ünal Osmanağaoğlu, Kürşat Poyraz, Mahmut Korkmaz, Osman Engin ve Haluk Kırcı’dan oluşan faşist çete tarafından rehin alındılar ve gece boyu süren ağır işkencelerin ardından öldürüldüler.
-Hacettepe Hastanesi’nden eter çalan ve iki silah temin eden faşist grup, evde bulunan 5 öğrenciyi önce bayılttı. O sırada eve gelen 2 öğrenci, kapıda bekleyen iki araçtan birine konularak Eskişehir yoluna götürüldü ve orada kurşuna dizildi. Evdeki beş öğrenciden biri havluyla boğularak, üçü kafa hizasından kurşuna dizilerek öldürüldü.-
Tüm gece boyunca süren dehşetli katliamın ardından öldü zannedilen TİP militanı Serdar Alten, ağır yaralı olarak kurtuldu, inanılması güç bir irade gösterdi ve hastanede 8 gün dayandı. Yaşanan vahşeti tüm detaylarıyla anlattı, katilleri tarif etti ve kullanılan aracın plakasını verdi. Kanıtları ortada bu katliamın detayları korkunçtu; Eter koklatmalar, kaba dayak, boğma telleri ve yastıkla nefeslerinin kesilmesi, kurşunlarla gencecik bedenlerin delik deşik edilmesi… Dünya sosyal mücadeleler tarihinde özel bir yere sahip olan[1] “Bahçelievler Katliamının” nasıl gerçekleştirildiğini detaylandırmak bunca yıl sonra bile insanın kanını dondurmaya yetiyor.
1978 yılında sınıf mücadelelerinin yaygınlaştığı yarı sömürge konumundaki Türkiye kapitalizmi ithal ikameci büyüme rejimi, döviz ve enerji kıtlıkları, süreklileşmiş bir istikrarsızlık ve politik krizler silsilesiyle tıkanmanın eşiğindeydi.
Türkiye kapitalistleri açısından bu krizden çıkmanın tek yolu yeni bir birikim rejiminin inşasıydı. Bu yeni birikim rejimi, bundan böyle iç pazara değil, kapitalist küreselleşmenin vahşi kurallarına dayanacak ve dış pazara yönelecekti.
Böyle bir modelin en ufak bir demokratik işleyişe tahammülü yoktu ve tutunması her şeyden çok, topluma boyun eğdirilmesine, düşük işçi ücretlerine, işçi sınıfının örgütlerinin ve direniş odaklarının şiddetle dağıtılmasına ve genel olarak hak ve özgürlüklerin o güne dek elde edilmiş tüm mevzileriyle ortadan kaldırılmasına bağlıydı.
1978 yaz sonunda Faşist terörün daha büyük bir stratejinin bir parçası olarak yoğunlaştı.
Faşist hareketin yükselen kitle hareketine karşı açtığı imha ve teslim alma savaşında özellikle mezhep ayrımcılığı, dini duyguların sömürülmesi, yığınlar içindeki her türden çelişki ve husumet duygularının kışkırtılması bütün ülke çapına yayılan bir iç savaş stratejisinin başlıca sac ayaklarıydı.
1978 yılının o korkunç ekim gecesi Ankara’da ulusal gençlik kongreleri için ülkenin değişik yörelerinden gelen Türkiye İşçi Partisi üyesi o gençler, Türkiye’de Sosyalizme Parlamenter yöntemlerle ve tümüyle barışçıl bir geçişin olanaklarına inanıyorlardı. Onlara yaşatılan kan banyosunun Türkiye’nin gelecek devrimci kuşakları için trajik deneyimlerle yüklü olduğuna inanıyoruz.
Öte yandan, 12 Eylül yaklaşırken geniş emekçi yığınları seferber edebilme kapasitesine sahip durumdaki sendikalar, meslek odaları ve devrimci örgütler, bir Genel Grev ve Birleşik İşçi Cephesi örgütlemek ve bu yolla Türk ve Kürt emekçilere darbecilere karşı mücadelelerinde etkili bir araç sunma fırsatını hiç kullanmadılar. Zira böylesi bir politik hatta hiçbir zaman sahip değillerdi. Türkiye işçi hareketinin kitlesel örgütlerinin böylesi bir perspektiften yoksun olması ve işçi hareketine bu doğrultuda bir araçlar bütünü sunma kapasitesinden uzak olması aslında trajedinin kendisiydi.
Şüphesiz bu katliamın uluslararası bir bağlama oturduğu da gözlerden kaçmamalı. 1974 yılında Arjantin’in Buenos Aires kenti yakınlarında bir grup PST üyesi Troçkist devrimciye yönelik Pacheco katliamı, 1977 yılında İspanya’nın Madrid kentinde devrimci avukatlara yönelik gerçekleştirilen Atocha katliamı, 1978 yılında Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi gençlere dönük katliam, Nato’nun karşı devrim konseptiyle doğrudan ilişkili ortak bir stratejinin ürünü olarak devreye sokulmuştu.
Bu stratejinin ana eksenini, solun devrimci bir kompozisyon kazanmasını engellemek ve geniş yığınları seferber edebilme kapasitesini felce uğratmak için bir kan banyosu, bir tür şok doktrini uygulamak oluşturuyordu.
Devrimci hareket, 12 Eylül’den sonra devlet terörüyle koparıldığı gerçek yaşam alanlarına bir daha geri dönemedi. Bu alanlara kapitalist devlet, tarikatları ve mafyayı soktu, büyük iş yerlerini kendi “sendikalarına” teslim etti ve emekçi halkın çok büyük bir kesimini örgütsüz hale getirdi. Böylece görüntüler değişse de egemen sınıf, yalnızca burjuvazi için kesif bir özgürlüğün var olduğu kesintisiz bir baskı rejimi yaratmayı başardı.
Bugünün yıkım tablosuna ulaşan yolda 7 TİP’li genç olarak anılsalar da her birinin bizlerle paylaştığı özlemleri, düşleri ve en önemlisi de birer isimleri vardı; Latif Can, Efrahim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Erzan ve Salih Gevence…
Sizleri kalbimize, ruhumuza, bilincimize gömdük… Devrim hayalimizde yatıyorsunuz…
[1] 1970’li yıllar boyunca sınıf mücadelesinin yükseldiği bir dizi ülkede, hemen tümü Nato aygıtıyla ilişkili tıpkı basım katliamlar gündeme geldi. Bunların arasında 1974 yılında Arjantin’in Buenos Aires kenti yakınlarında bir grup PST üyesi Troçkist devrimciye yönelik Pacheco katliamı, 1977 yılında İspanya’nın Madrid kentinde devrimci avukatlara yönelik gerçekleştirilen Atocha katliamı ve 1978 yılında Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi gençlere dönük katliam sayılabilir.