Özüm Ö.
Derinleşen ekonomik krizle birlikte toplumun büyük bir bölümü açlık sınırının altında hayatta kalmaya çalışıyor. Toplumsal, ekonomik ve ekolojik yıkımlarla sonuçlanan aynı zamanda cinsiyetçi politikalar şiddeti körüklüyor. Kapitale sahip olanın karına kar kattığı, işçi, emekçi, işsiz, evsiz, göçmen, azınlık vb. tüm ezilenlerin gün be gün yoksullaştığı bu çağda “distopik” bir karanlık derinleşiyor.
Neredeyse Mad Max filmlerini yaşıyoruz.
Öyle ki, tecavüz, taciz ve cinayetler hayatımızın bir parçasıymışçasına sıradanlaştı. Her gün yeni bir vahşet haberi alıyor ama fail kendimiz olmadığımız sürece ses çıkarmıyoruz. Sokakta kadınlar öldürülüyor, binbir zorlukla dünyaya getirdiğimiz bebekler organize bir şekilde satılıyor, işkenceye maruz kalıyor ve katlediliyor. “Yenidoğan Piyasası” diye bir kavram girdi hayatımıza. Piyasalaşan sağlık sisteminin sonuçlarından biri olan “yenidoğan çetesi”nin yarattığı dehşet, hastaneleri ticarethane ve hastaları müşteri haline getiren programın çöküşünün kanıtı niteliğinde. Sağlıkta reformun geldiği nokta cellat kılığında hekimler, hemşireler çetesi…
Hayvanlara işkence ve kıyım yasalarla destekleniyor adeta. Bu nedenledir ki hayvan katliam yasası çıktığından beri sokak hayvanlarına uygulanan vahşet her gün artıyor. Belediyeler birer toplama kampı, görevli hekimler SS subayı. Farklı düşünene, farklı görünene karşı tahammülsüz, sadece kendini var etmeye çalışan insanlardan oluşan bir toplum olduk. Hayatta kalma kaygısı bizi vahşileştirdi. Önceden top oynadığımız sokaklar artık çete savaşlarının. Gelecekleri için umudu olmayan, tek başına var olamayacağını düşünen gençlerin güçlü olmak için kümeleşerek oluşturduğu çeteler dehşet saçıyor. Öyle ya vahşileştik “güçlü olmak” hayatta kalmanın tek koşulu.
Evet şiddet toplumu haline geldik. Bu şiddet sarmalı toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmiş politik bir saldırının sonucudur. İktidarın ötekileştirici neoliberal politikaları şiddeti besliyor. Yaşam hakkı yalnızca kendimizle sınırlı, çocuklara, kadınlara ya da kendinden güçsüz görünenlere hak tanınmıyor. Bir erkeklik krizi olarak karşımıza çıkan İncel kültürü toksikleşmiş olan maskülenliğin başka bir tezahürü. Kadınlarla yaşanabilecek ilişkinin yalnızca cinsellikten ibaret olabileceği indirgenmesine dayalı, internet üzerinden yayılan bir kültür. Kendine dair biçimsel bir nefretin kadın düşmanlığıyla beslendiği sapkın bir yozlaşma olarak her geçen gün ağını genişletiyor. Kimi zaman intihar, kimi zaman cinayetle sonuçlanan eylemlerle kendini yeniden üretiyor.
Şiddet sarmalı, cezasızlık politikalarıyla yasal bir zemine oturtuluyor. Ucu bize uzanmadıkça görmezden geliyor, unutuyor, susuyoruz. Haksızlık karşısında durmuyor, kabullenip umutsuzlaşıyoruz. Biz sustukça şiddet artarak devam ediyor, kötülük büyüyor ve toplum başka bir şeye dönüşüyor. Olan biteni film izler gibi izliyor, daha da içimize kapanıyoruz. Kendimize, benliğimize insanlığımıza yabancılaştık.
Öyle ki toplumsal olarak çürüyoruz…
Aslında insanın kendine, doğaya, türüne yabancılaşması bugün ortaya çıkmış bir kavram değil; Antik Dönem’den, Hegel’e irdelenen bir kavram olan yabancılaşma, bana göre nihai tanımına Karl Marx’ın çözümlemesinde buldu. Marx, 1844 Elyazmaları’nda bu olguyu işler. Buna göre insan, önce doğadan koparak yabancılaşır ve kendine yeni bir toplum yaratır. Bu dönüşüm insanlaşması için gereklidir. Ancak kapitalistleşmeyle birlikte üretim toplumsallaşmış, fakat buna karşın insan da kendi toplumsal varlığına yabancılaşmış, kapitalist pazarın bir unsuru haline gelmiştir. Kapitalist sanayi çevreyi kirletmiş, emeği metalaştırmış ve insanın kendine, emeğine, kültürüne, dünyaya yabancılaşmasına ve son kertede bir yıkıma dönüştürmüştür. Günümüzün dünyası işte bu şekilde oluşmuştur. Çürüme işte bu yabancılaşmanın sonucudur ve eğer insanlık hayatta kalacaksa sistemin değiştirilmesi zorunludur. Kapitalist düzenin ilişkilerini aşarak eşitlik ve özgürlük temelinde sosyalizm anlayışı ile yeni bir düzen kurmak gereklidir. Rosa Luxemburg’un 1. Dünya Savaşı sıralarında yazdığı “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” sloganıyla bu tez en berrak anlatımını bulmuştur.
Çürüme sonucu dönüşüm kaçınılmazdır. Ancak, toplumsal dönüşümün dinamiği akışkandır ve toplumun ekonomik, politik ve kültürel değerleriyle biçimlenir. Marx’ın dediği gibi “İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır”. Üretim araçları, üretim ilişkileri ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim olmaksızın dönüşüm olması gerektiği gibi gerçekleşemez.
Bu bir son değil, başlangıç!
Yukarıda söylediğim gibi politik olarak her cepheden saldırı altındayız ve bu saldırıya karşı politik olarak karşı durmalıyız. Doğanın yok oluşuna, çocuk istismarına, kadın ve LGBTİ+ bireylere uygulanan şiddete, hayvan katliamlarına, iş cinayetlerine, yoksullaşmaya, emperyalist savaşlara, ırkçılığa ve buna benzer tüm saldırılara karşı öfkeleniyorsak tüm kolektif değerlerimizi yitirmemişiz demektir. Suskunluğumuz kapitalizmin krizini aşmak için otoriterleşerek artan baskı rejiminin bizlerde yarattığı çaresizlik ve yalnızlık hissi. Toplumsal çürümeyi hızlandıran da bu baskının yarattığı korku ortamı.
Ancak unutmamalıyız ki bizleri toplum yapan yüzlerce yıl boyunca oluşturduğumuz dayanışma ağlarımız. Geçmişten bize kalan en büyük miras, bizleri bugünlere getiren değerler bütünüyle şekillenen dayanışma ağları. Sendikalarımız, devrimci partilerimiz, kadın ve LGBTİ+ örgütlerimiz, mahalle dayanışmalarımız, okul kulüplerimiz vb. Kapitalist toplumun sorunlarının aşılması ancak devrimci bir perspektifte örgütlenmeyle gerçekleşebilir. Eşit, özgür, yaşanabilir bir geleceği inşa etmek için toplumun kendini yeniden üretmesi; kolektif bilincinin yıkıma, çürümeye karşı politik ve devrimci bir cepheye dönüşmesi şart.
Ne demişti Rosa Luxemburg: “ Ya Sosyalizm Ya Barbarlık”