Brune Ernst Çeviri: Ömer.
2 Eylül 2024 tarihinde Fransa’da, eşine yönelik çok sayıda tecavüzü organize etmekle suçlanan Dominique Pelicot’nun yargılanmasına başlandı. Gisèle neredeyse on yıl boyunca kocası tarafından uyuşturulmuş ve ağırlaştırılmış tecavüzle de suçlanan yaklaşık elli erkek tarafından bilgisi dışında yüzden fazla kez tecavüze uğramıştır.
Bu -sözde- “tarihi” bir vaka değil sistematik bir baskının simgesidir.
2020 yılında Dominique Pelicot kadınların etek altı fotoğraflarını çekerken yakalandı. Bunun üzerine başlatılan soruşturmada, Pelicot’un bilgisayarında baygın haldeki Gisèle’in onlarca erkek tarafından tecavüze uğradığını gösteren çok sayıda fotoğraf ve video bulundu.
Dört yıl sonra, Dominique Pelicot ve kimlikleri fotoğraflar ve videolar sayesinde tespit edilebilen tecavüzcüler hakkında dava başladı.
Mahkemede tecavüzcülerin avukatları, görüntüleri tecavüz değil “bir cinsel ilişki türü” olarak tanımlayarak ve mağduru “cinsel tercihleri ve uygulamaları” – üçlü seks ya da eş değiştirme- olarak göstermeye çalışarak, gerçeklerin üstünü örtme ya da en aza indirme diyebileceğimiz bir stratejiye başvurdular. Ancak görüntüler her şeyi söylüyor. Fransa’da şimdiye kadar görülen en ciddi tecavüz davası olarak kabul edilecek “tarihi bir duruşmadan” bahsediliyor.
Tecavüz tanımının merkezine rıza kavramını yerleştirmek!
Fransa’da bu dava, tecavüzün tanımının birkaç yıldır tartışıldığı bir bağlamda gerçekleşiyor. Nitekim, 2022 yılında Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’da tecavüzün tanımının rıza kavramı etrafında birleştirilmesi önerisinin ardından, Fransa bu tanıma karşı çıkan 11 ülkeden biriydi. Fransa’da tecavüz, “cinsel saldırganlığın tehdit, zorlama, sürpriz veya şiddet altında gerçekleştirildiği bir penetrasyon eylemi” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, rıza kavramı dikkate alınmamakta, bu da tecavüzcülerin savunması için muazzam bir alan bırakmakta ve diğer şeylerin yanı sıra, eylemin psikolojik boyutunu ve örneğin mağdurun yaşadığı şiddete tepki veremediği şok durumlarına yol açabilecek travmayı göz ardı etmektedir. Bu tanım aynı zamanda, özellikle evlilik içi tecavüz vakalarında, bu şekilde nitelendirilmesi neredeyse imkansız olan bir “gri alanı” mümkün kılmaktadır.
Fransa’nın tecavüz tanımını Avrupa ölçeğinde rıza etrafında birleştirmeyi reddetmesi, bazı sol siyasi gruplar tarafından, ama özellikle de ataerkil kapitalizmin temsil ettiği bu baskı sisteminde tecavüz ve şiddet mağduru olan herkesi savunmak için mücadele eden feminist kolektifler ve dernekler tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Bu tartışma, 8 Mart 2024 tarihinde Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, hamileliğin gönüllü olarak sonlandırılmasını anayasal güvence altına alan yasanın onaylanma töreninde, rıza kavramının Fransız hukukunda yer alması gerektiğini açıklamasıyla “180 derecelik bir dönüş” yaşamış gibi görünüyor. Kürtajın Anayasa’ya dahil edilmesi ile kurulan paralellik ilginçtir. Gerçekten de MeToo gibi kampanyalar, sosyal hareketler veya İspanya, Arjantin, Polonya… gibi dünyanın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan feminist eylemlerin toplum üzerinde yarattığı baskı ve bazen mümkün kıldıkları ilerleme, bu tartışmaları toplumun ve medyanın merkezine yerleştirmeyi de mümkün kılmış, cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet konusunu ciddi bir şekilde ele almaya başlamışlardır. Fransız hükümeti (ve bu konularda radikal olduklarını iddia eden diğer partiler) bu baskılardan muaf değildir ve bu şiddeti dikkate alıyor ve bu konuda ilerici bir şekilde hareket ediyor görüntüsü vermek için sık sık “pembe yalanlara” başvurmaktadır. Pelicot olayının medyada yer alması da şüphesiz bu baskının bir sonucudur. Ancak bu durum, Gisèle’in vakasının tekilliğinin ötesinde, kimyasal boyun eğdirme mağdurlarına karşı işlenen ve çoğu bilinmeyen ve ele alınmayan pek çok ihlal olduğunu unutturmamalıdır.
Mücadele yoluyla baskıyı devam ettirmek
Bu etkilerin ötesinde, görüneni altüst etmek ve içinin boşluğunu göstermek hiç de zor değildir. Örneğin, özellikle France Insoumise tarafından güçlü bir şekilde desteklenen kürtajın anayasallaştırılması herkesi kandırmadı ve bazı feminist kolektifler, etkili önlemlerle bunu gerçekleştirecek maddi araçlar olmadan yetersiz kaldığını çok hızlı bir şekilde gösterdi. Gerçektende, VTP (Gebeliğin Gönüllü Olarak Sonlandırılması) için mevcut merkezlerin devamlılığının sağlanması ya da özellikle kırsal kesimde yenilerinin kurulması için gerekli araç ve kaynaklar sağlanmadan, birçok sağlık çalışanının hala arkasına saklandığı vicdan maddesi kaldırılmadan ve trans bireyler için kürtajın önü açıkça açılmadan bu hakkın etkili olacağının hiçbir garantisi yoktur.
Aynı şey rıza kavramının yasalara dahil edilmesi için de geçerlidir. Aslında tecavüz vakaları, devlete ve topluma her yönden nüfuz eden sistematik cinsiyetçiliğin simgesidir. Birincisi, bu konu hakkında konuşmanın mümkün olduğu yerlerin sayıca az olması ya da var olduklarında da işlevlerini yerine getirecek finansman ve insan kaynağından yoksun olmalarıdır. Ve insanlar tecavüz ya da cinsel şiddeti ihbar etmek için ortaya çıktıklarında, jandarma ya da polis karakollarında gördükleri muamele en hafif tabirle şiddet içeriyor. Son olarak, fiilen görülen – daha önce yaşanan engeller göz önüne alındığında sayıları çok azdır- davalar genellikle delil yetersizliği nedeniyle rafa kaldırılmaktadır.
Dolayısıyla, Pelicot davasını bu kadar yankı uyandıran şey, her şeyden önce sanığın bilgisayarında bulunan -video ve fotoğraflar şeklinde- büyük miktarda kanıtın varlığıdır. Bu kanıtlar olmasaydı ve mağdurun yıllardır ortaya koyduğu açıklanamayan psikolojik ve jinekolojik rahatsızlıklara rağmen, davanın gerçekleşmeyeceğini ve Gisèle’e yönelik şiddetin “özel alanın” gölgesinde devam edeceğini kolayca hayal edebiliriz.
Bu nedenle, rıza kavramının dahil edilmesi yeterli olmayacaktır. Kürtaj konusunda olduğu gibi, tecavüz ve özellikle de cinsel ve erkek şovenist şiddet konusunda da mali ve insan kaynakları ayrılmalıdır. Tecavüz vakalarını alan, savunan ya da yargılayan herkes için zorunlu eğitim de gereklidir. Ancak bu araçlar ve onları destekleyen toplumun dönüşümü, ancak üzerlerindeki baskı yoğunlaştırılırsa mümkün olacaktır. Dünyanın pek çok ülkesinde bu konulardaki kitlesel seferberliklerde olduğu gibi, mevcut öz-örgütlü kolektiflerin güçlendirilmesi ve özellikle de kendilerine feminist eylemi – kadınlar ve azınlıklar için hak talep eden ve toplumu karakterize eden sistemik baskılardan arınmış bir toplum talep eden bir eylem – örgütleme görevini veren kolektiflerin koordinasyonu gereklidir.
Bu perspektiften bakıldığında ve bu mücadelenin sürekli olması gerekse de 25 Kasım ve 8 Mart’tan faydalanmak, bunların siyasi sınıf tarafından kullanılmasını kınamak ve bu konularda öz-örgütlü kolektiflere açık olması gereken sendikal örgütlerle birlikte bir talepler platformu ve genel grev sunmak önemlidir. Gelin, 25 Kasım ve 8 Mart tarihlerinin kutlandığı çok sayıda şehirde, mücadeleyi örgütleyen kolektiflere ve planlanan gösterilere katılalım ve baskıya karşı tüm mücadelelerin birleşmesini sağlayacak talepler inşa edelim.