17 Ocak 2017
HAKKI YÜKSELEN
Aşağıda yer alan yazı, 2017 tarihinde UIT-CI çoğunluğu ve seksiyonu ile Suriye üzerine yapılan politik tartışma sırasında bir iç metin olarak yazılmıştır. Bugün Suriye’de yaşanan gelişmelerin bu yazının temel bazı önermelerini doğrulaması nedeniyle ve bugünkü süreci anlamak açısından değerli olacaktır.
2011’den bu yana Arap dünyasında ve Suriye’de yaşananlar, sadece yaşanan olaylar açısından değil, bizlere öğrettikleri ve hatırlattıkları açısından da değerlendirilmek zorunda. Yazının konusu, “Suriye devriminin öğrettikleri” olsa da bana göre asıl sorun teorik, metodolojik, politik ve ideolojik açıdan (Arap) Suriye devriminin unutturdukları. Ben tartışmanın bu düzlemde yürümesi gerektiği düşüncesindeyim. Bence bu konuda yapılan hatalar, alınan tutumlar olayların, olguların yanlış değerlendirilmesinden ziyade teorik, metodolojik, ideolojik nedenlerden kaynaklanıyor. Var olan politikalar bunların sonucu. Eğer Arap ülkeleri ve bu arada Suriye için Devrimci Marksizm’inki dışında başka bir “devrim teorisi” yaratmayacaksak, (Mesela soruna “Bon pour l’orient!” yani “Doğu için iyi!” veya “yeterli” gibi bir mantıkla yaklaşmayacaksak!) tartışmayı bu teorik temeller üzerinden yürütmemiz gerekir. Çünkü, devrimci Marksizmin devrime, önderliğin rolüne ve “ayaklanma sanatına” ilişkin, tarihsel deneyim tarafından da kanıtlanmış evrensel teorileri Arap devrimleri süreci için de geçerlidir. Arap devrimleri yükselişleri, geri çekilmeleri ve yenilgileriyle, olumlu veya olumsuz biçimde, devrimci teorilerin bir kez daha doğrulanmasına vesile olmuştur.
Yeni bir dönemde önderlik sorunu…
Evet artık “Soğuk Savaş” döneminde değiliz. Dünya’da çok şey değişti. Artık yeryüzünün üçte biri “sosyalizm” altında yaşamıyor! Ulusal hareketlerin veya emperyalizmle sürtüşme halindeki “radikal” hükümetlerin artık sırtını SSCB’ye dayaması veya onun desteğini alması söz konusu değil. Toplumsal koşullarda, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin koşullarında önemli değişiklikler söz konusu. Sınıf mücadeleleri ve siyaset alanında uzun bir tarihsel geçmişe sahip, bazıları devasa büyüklükteki komünist partilerden, onların denetimindeki büyük sendikal örgütlerden, işçi sınıfının ideolojik-politik-örgütsel anlamdaki “toplumsal ağırlık ve etkisinden” neredeyse eser yok. Bu “yokluğun” yol açtığı boşluk, pek çok gerici ve karşıdevrimci güç tarafından dolduruluyor. Kitlelerin, kapitalizmin, uluslararası ekonomik krizin de etkisiyle hızlanan ekonomikçöküşüne, sosyal ve siyasal çürümesine karşı tepkileri bu nedenle “farklı” önderlikler altında şekilleniyor.
Bugün dünya yüzünde içlerinde çok sayıda emekçinin yer aldığı geniş kitleler tarafından desteklenen “neo-Bonapartist” bir dalga yayılıyor. (Rusya, Türkiye, Macaristan, Polonya, Hindistan, Filipinler…) ABD’de Trump’ın başarısı bu dalganın boyutunun anlaşılması açısından önemli.
Kapitalizmin dünya çapında krize girdiği (depresyon) ve burjuva demokrasisinin hızla çözülmeye başladığı koşullarda kitleler, düzene karşı memnuniyetsizliklerini hatta nefretlerini bu karşı devrimci önderlikleri destekleyerek gösteriyor. Kriz ve çürümenin derinleşmesi ölçüsünde, devrimci önderliklerin yokluğu, kitlelerin burjuvaziye olan düşmanlıklarını, onları yine burjuva düzeninin hizmetine sokarak kullanan karşıdevrimci önderlikler hızla yükseliyor. Bu gelişme, Ukrayna örneğinde de görüldü. Görünürdeki Batı-Rusya çekişmesinin altında yatan toplumsal kriz, çatışan her iki tarafta da fiili önderliğin silahlı ve organize şoven milliyetçi güçlerin, faşistlerin elinde olduğunu gösterdi.
Arap devrimleri örneği
Devrimci önderlik sorunu K. Afrika ve Ortadoğu devrimci dalgasında da bütün ağırlığıyla kendini ortaya koydu. Bilindiği üzere bu halk hareketlerini tereddütsüz bir biçimde devrim olarak tanımladık. Pek çoklarının “proleter devrimci” bir önderliğin yokluğu nedeniyle “devrim” olarak kabul etmediği bu devasa kitle hareketlerinin neden birer devrim olduğunu tarihsel örnekleriyle ve özellikle de Troçki’nin Rus Devrimi’nin Tarihi’nde kullandığı yöntemi esas alarak anlattık. Ve yine aynı şekilde, “devrimlerin kaderinin politik arenada tayin edildiği” bilinciyle önderlik sorununun yakıcı önemini vurguladık. Bir devrimin olmazsa olmaz nesnel ve öznel koşullarının ilişkisini, kendiliğindenlik-iradi unsur diyalektiğini ele almaya çalışarak şunları söyledik:
“Evet, her şeyin başında ‘kitlelerin eski rejime artık tahammül edemeyeceklerini gösteren ham duyguları’(Troçki) vardır. Bu, elbette mutlak anlamda olmasa bile bir nevi ‘kendiliğindenlik’ anlamına gelir. (Çünkü o ana kadar bazıları nispeten güçlü, hazırlıklı, planlı programlı, birçoğu küçük ve cılız da olsa örgütlü ve bilinçli unsurlar her zaman vardır.) Zaten ‘korku duvarının aşılmasıyla’ giderek büyüyen ve kitleselleşen bir ‘kendiliğindenlik’ olmasa devrimci yükselişlerde her ‘bilinçli unsur’ kendi üye ve taraftar kitlesinden ibaret kalırdı.
Kendiliğinden ayağa kalkan, herhangi bir dönüşüm planından yoksun kitlelerin ham duyguları, eylemlerini, bilinçlerini ve sloganlarını da sınırlar. Ayağa kalkan kitlelerin siyasi bilincinin en azından olayların başlangıç dönemindeki bulanıklığı, taleplerinin sınırlı yapısı ve kitle hareketinin çeşitliliği, devrimin “saflık derecesine” de yansır! Bu nedenle hiçbir devrim karşımıza en saf ve sınıfsal haliyle çıkmaz. (Bürokratik tarih kitaplarındaki anlatımları saymazsak!) Lenin de bu nedenle ‘Saf bir devrim aramayın, hiçbir yerde bulamazsınız!’ der.
Bu kendiliğindenlik, önderlik sorununun önemini azaltmak bir yana sorunu daha da yakıcı bir hale getirir. Ancak önderlikler tarihsel rollerini kitleler içindeki siyasi süreçler yoluyla ortaya koyabilirler. Yani önderliklerin yokluğunda kitlelerin enerjileri Troçki’nin deyişiyle‘pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali’ uçup gider, ancak ‘hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.’ Kısacası bir devrimin hammaddesi her şeyden önce kitle hareketidir. Ancak, tarihin yönünü belirleyecek o kritik döneme uzun süredir hazırlanan, sadece ayağa kalkan kitleleri değil, kendini de eylem içinde eğiten ve en önemlisi onların devrimci enerjisini gerçek anlamda işleyecek, programı, taktik ve stratejisiyle iktidara yöneltecek bir önderlik yoksa, devrim, en azından uzun bir süre için kitlelerin yenilgisiyle sonuçlanacaktır. Çağımızın krizinin esas olarak “proletaryanın önderlik krizi” olduğuna dair Devrimci Marksist “vecize” bu nedenle tarihsel bir öneme sahiptir.
Elbette hiçbir devrimin başarı garantisi yoktur. Yine Rus Devriminin Tarihi’nde belirtildiği gibi, ‘Bir devrimin asli siyasi süreci, kesinlikle sınıfın toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur (…) Bu ileriye doğru atılış nesnel engellere toslayıp kırılmadığı müddetçe (abç) kitlelerin sola doğru sürekli biçimde daha güçlü olarak itilmelerini yansıtır. Bu kırılma gerçekleştiğinde gericilik başlar. Devrimci sınıfın bazı çevrelerinde hayal kırıklığı, kayıtsızların sayısındaki artış, ardından karşı devrimci güçlerin pekişmesi.’”(Tunus, Mısır… Devrim mi Değil mi?- Nisan 2011)
Tabii, bu nesnel engellere öznel engelleri de eklememiz gerekir. Bazı durumlarda (Ki, bunlar tarihte çok yaşanmıştır) önderlikler, tarihsel fırsatların farkına dahi varamadan alıştıkları şablonları ve formülleri tekrar ederek veya sınıfsal ihanetleriyle (Halk cepheleri vb.) bir devrimin yenilgisine yol açarlar.
Bütün bunlarla anlatılmak istenen şuydu: Devrimler kimsenin iradesine bağlı olmayan nesnel koşullar temelinde ortaya çıkar. Bunlar, ortaya çıkış koşulları nedeniyle kendiliğinden (veya yarı kendiliğinden) kitle hareketleridir. Bu hareketler, toplumun bütün memnuniyetsiz kesimlerini kapsadıkları oranda birbirleriyle çelişen pek çok talebi içerebilirler. Ancak nesnel koşulların ve kendiliğindenliğin bir devrime sağladığı enerjinin sınırları vardır. Yani hiçbir devrim sonsuza kadar nesnelliği ve kendiliğindenliği içinde süremez. Nihayetinde süreç politik önderliklere, onların gücüne, kapasitesine ve toplumsal-siyasal karakterlerine bağlıdır Bu, bir devrimin devamlılığının öznel unsur, yani önderlik-örgütlülük-bilinç (Ki, bunların da nesnel temelleri vardır.) tarafından belirlendiğini gösterir.
Devrimci bir önderliğin yokluğunda…
Önderlik meselesine devam edelim. İşçi sınıfının bağımsız bir toplumsal güç olarak kendi siyasi önderliği altında devrimin başını çekmediği durumlarda devrim nasıl bir seyir izleyebilir, böyle durumlarda tutumumuz ne olmalıdır? Somut örnekler olarak K. Afrika ve Ortadoğu Arap Devrimleri önderlik sorununun yakıcılığını bir kez daha ortaya koydu. İşçi sınıfının az çok örgütlü biçimde yer aldığı, diktatörlüklerin yıkılmasında görece kritik bir rol oynadığı Tunus ve Mısır örneklerinde, bu rolün ülkeleri mezhep, din ve kabile savaşlarından, bu temellerde yaşanan kaotik iç savaşlardan koruduğunu gördük. Oysa sınıfın bu rolü oynayamadığı, gerek rejimler tarafından bağımsızlığının yok edilip ağır baskı altına alındığı Suriye; veya “epeyce geri” bir kapitalizmin yaşandığı Libya, Yemen gibi ülkelerde devrim süreci çok kısa bir süre sonra pek çok dış müdahale eşliğinde “geleneksel” güç ve liderliklerin başı çektiği kanlı kargaşalara dönüştü.
Bu ülkelerin tamamında ise sorun işçi sınıfının devrimci bir politik önderliğe sahip olmamasıydı.* Bunun Tunus ve Mısır gibi görece gelişmiş kapitalist toplumsal yapılara ve temel sınıflara sahip ülkelerdeki sonucu, politik bir devrimin gerçekleşmesine karşın, ilk elde Müslüman Kardeşlerin (MK) iktidara geldiği, ardından bir askeri darbeyle geleneksel Bonapartizmin yeniden hortladığı bir restorasyon (Mısır) veya yine önce MK’nin iktidara geldiği, ardından geri çekilmek zorunda kaldığı bir “demokratik gericilik” (Tunus) oldu. Bu ülkelerde devrim, Troçki’nin de zamanında belirttiği gibi, hiç de devrimci olmadıkları halde eski toplumun güçlerinin denetimine girerek “sönümlendirildi.” Bu aynı zamanda, bırakın bir sosyal devrime dönüşmesini, proletaryanın önderlik etmediği, iktidarı ele geçirmediği koşullarda bir politik devrimin burjuva demokratik görevleri bile yerine getiremeyeceğinin kanıtı oldu.
Diğer Arap ülkelerinde ise süreç çok vahim biçimler aldı. Suriye gibi görece modern bir sınıflı toplumda bile rejimin uzun yıllar boyunca felç ettiği sınıf güçlerinin etkisizliği, bir takım silahlı İslami güçlerin, (Müslüman Kardeşler’i bile aratırcasına!) ortaya çıkarak devrime el koymasına ve “bağımsız, demokratik ve özgürlükçü bir halk hareketi” olarak devrimi tasfiye etmesine yol açtı. Libya ve Yemen’de ise kabileler, mezhepler ve geleneksel güçler (Mesela Yemen’i yaklaşık bin yıl boyunca “imamlık” ile yönetmiş olan Zeydi-Husi güçleri ve diğerleri) arasında tarafları her an değişebilen, her türlü dış müdahaleye açık iç savaşlara yol açtı. Kısacası bu ülkelerde devrimler, bir başlangıç döneminin ardından, “yeni bir düzenin başlangıç ortamını” (Troçki) dahi tam olarak yaratamadan “nesnel engellere toslayarak” geri çekildiler.
*Burada sözü edilen şey işçi sınıfının her şeyinin tamam olduğu halde bir tek önderliğinin eksik olduğu değildir. Devrimci önderliğin yokluğu pek çok başka soruna da işaret eder.
Avrupa “aşırı sağının” İslami muadilleri…
Yine önderlik sorunu bağlamında Arap (İslam) ülkelerine has bir noktayı vurgulamamız gerekiyor. Bu ülkelerin özgül koşullarından biri de İslamcı hareketin toplumsal, politik ve ideolojik gücüdür. Zaten, bugün Avrupa’da gerici bir dalga olarak yükselen muhafazakâr-Irkçı popülizmin, aşırı sağın, neo-faşizmin temsilcisi olan partilerin İslam ve Arap ülkelerindeki “karşılığı” selefi-cihatçı siyasi hareketlerdir. Avrupa ve Müslüman ülkelerdeki bu tür partilerin ve hareketlerin giderek güçlenmelerinin benzer sosyal-ekonomik temelleri vardır. Bu karşıdevrimci yapılar ve hareketler, sahip oldukları yaygın ve etkili siyasi/sosyal örgütlenme nedeniyle toplumsal muhalefet üzerinde gerici-karşıdevrimci bir etkiye yol açarlar. (“İslami faşizm” kavramı üzerine tartışmalar da bu benzerlikten yola çıkmaktadır.)
Bu güç, genel olarak, devletin, toplumun denetimi amacıyla dinsel faaliyetler alanında birçok gelişmeye göz yumması, sol hareketi sürekli olarak tırpanlarken camiler çevresindeki dinsel örgütlenmelere baskının yanı sıra, dönem dönem gösterdiği hoşgörü ve doğrudan kendi eliyle uyguladığı resmi İslam politikasından kaynaklanır. Camilerin baskı görenler için bir sığınma yeri, yoksul kitleler için bir sosyal yardım kurumu işlevi görmesi buralarda örgütlenen İslamcıların umutsuz kitleleri, “en garantili” kurtuluş yolunu göstererek (adil düzen, öbür dünya ve cennet!) peşlerinden sürükleyebilmelerinin temelini oluşturur.
İslamcı hareketin bu ülkelerdeki toplumsal etkisinin artmasının bir diğer nedeni de yoksul kitlelerin Batı’ya ve Batılı değerlere duydukları nefrettir. İslamcılar, yoksul kitlelere İslam’ın bir zamanlar ne kadar başarılı, zengin ve gelişmiş bir düzen olduğunu, bugünkü ezilmişlik ve yoksulluklarının Batılılaşmadan kaynaklandığını anlatırlar. Bu nedenle İslamcılar, geniş kitleler üzerinde etkili olmakla birlikte, esas olarak işsiz gençlerin ve giderek yoksullaşan küçük ticaret erbabının desteğini kazanmışlardır. Ancak yoksullara yönelik söylemleri tamamen demagojiktir. Bütün Batı karşıtı propagandalarına rağmen, mesela 90’lı yıllarda Cezayirli İslamcılar (FIS) Cezayirlilerin Şiî değil Sünnî olduklarını tekrarlayarak, (Bugün Mısırlı “Kardeşlerinin” yaptığı gibi!) dolaylı da olsa Batı’ya karşı İran kadar radikal bir tutumları olmadığını ve Batı ile uzlaşabileceğini ifade ediyorlardı. Zaten programları ekonomik alanda herhangi bir radikalizmi içermediği gibi “İslam’da özel mülkiyet esastır” görüşüne de bağlıydılar
Yine Cezayir’deki MK’nin bir kolu olan FIS örneğinde, İslamcıların sosyal programı “İslamiyet bir bütündür! Yasa ve anayasa yalnız Kuran’dır!” sloganına dayanıyordu. Programda grev hakkının ve kadın haklarının yasaklanmasından, kadınların yalnızca ev kadını olmalarından ve çarşaf giymeleri gereğinden söz edilmekteydi. Anayasanın lağvı, devlet başkanının imamlar tarafından seçilmesi, hükümetin danışma organı olarak bir şuranın kurulması, hükümeti bu şuranın seçmesi ve bir ahlak polisinin kurulması… gibi pek çok madde bu programda yer alıyordu. Bu nedenle Cezayir’deki Bonapartist rejime karşı 90’larda FIS’ın başlattığı ayaklanma, kazandıkları seçimin sonuçlarının rejim tarafından tanınmaması gerekçesine dayandığı halde, devrimci Marksistler tarafından desteklenmedi.
Aynı “programatik” yaklaşım Suriye’de Halep’in bir bölümünü ele geçirip uzun süre kontrol eden Fetih Ordusu’nu oluşturan radikal-selefi İslamcıların çatı örgütü olarak kurdukları Suriye İslam Cephesi için de geçerlidir. Cephe, kendini şu şekilde tanımlıyordu: “Esad rejimini yıkmayı, yasallığın ve birey ile devletin tasarruflarını düzenleme anlamında hâkimiyetin tek başına yüce Allah’ta olduğu İslam devleti kurmayı hedefleyen bağımsız siyasi, askeri, sosyal bir cephe.”
Yoksullar her zaman devrimci midir?
Burada önemli bir noktayı daha vurgulamakta yarar var. Bu ülkelerde yoksul ve dindar insanların önemli bir bölümü, halihazırda, bildiğimiz manada bir özgürlüğü, eşitliği ve kurtuluşu talep etmiyorlar. Sorun, bu kitlelerin, bir cins “sosyalizmi” ararken, materyalist olmayan dünya görüşleri nedeniyle, “yanlışlıkla” İslamcıların peşine takılmaları değil. (Buradaki sorun yanlışlıktan ziyade bir “yanılsamadır.”) Yani İslamcı hareketleri destekleyen yoksul kitlelerin, işçi ve emekçilerin önemli bir bölümü, düzen içinde hiçbir gelecek göremeyen gençler, sınıfsal olarak kendilerinden olmayan bir siyasi önderliği sadece “yanlış” bir siyasi tercih neticesinde takip etmiyorlar. Bu kitleler, bazı örneklerde, şeriat hükümlerinin uygulanmasının bütün acı, yoksulluk, sefalet ve aşağılanmalarının nedeni olan Batıcı, dinsiz, ahlaksız vs. bir “laik-modernist” düzenden (Mesela Suriye’de “kâfir” Nusayriler!) kurtuluşları için elzem olduğuna inanıyorlar. Yani sorun siyasi bir adres yanlışlığının ötesinde bir “bilinç” durumundan kaynaklanıyor. Bu bilinç elbette sadece inançlar, gelenekler, aile terbiyesi ve kültür gibi “üstyapılardan” ibaret değil; bunun toplumsal-maddi “altyapısı” da var. İslamcı örgüt ve hareketler, boğazına kadar hırsızlık ve yolsuzluğa gark olmuş Batıcı-modernci-(yarı) laik bir despotizmin sefil ve güvensiz duruma düşürdüğü kitleleri, yarattıkları “paralel toplumlar” çerçevesinde çeşitli toplumsal dayanışma ağları ve bir tür gelir aktarımı yoluyla kontrol ediyorlar.
Türkiye’deki AKP iktidarının gücü de benzer biçimlerde, “laikçi-modernci-vesayetçi” bir Bonapartist rejimin yoksullaştırdığı ve dışladığı kitleler üzerinde kurduğu ideolojik-politik- sosyal bir denetime dayanmaktadır.
Bazı tespitler…
Sorunun bu yanının anlaşılması, bu ülkelerdeki devrimci mücadeleler ve önderlik inşası açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. Öncelikle şu tespitleri yapalım:
*Avrupa’daki milliyetçi-popülist benzerleri gibi İslamcı hareketler de hiçbir biçimde devrimci değillerdir. Bunların kontrol altına almayı başardıkları toplumsal tepkiler, düzen karşıtlığına dayansalar da “reaksiyoner” niteliktedir.
*Bu tür hareketlerin örgütlediği veya önderliğini ele geçirdikleri toplumsal başkaldırılar hangi rejime karşı olurlarsa olsunlar karşı devrimci bir karakter kazanır.
*Rejimlerin gerici-karşıdevrimci niteliği bu gerçeği değiştirmez. (Suriye örneğinde olduğu gibi), “Direnişin kendini İslamcı örgütler üzerinden ifade ettiği”; “Rejime karşı savaşmak isteyen gençlerin silah ve maddi yardım bulabildiği örgütlerin temel olarak bunlar (İslamcılar y.n) olduğu; aynı nedenlerle pek çok ÖSO tugayı ve savaşçısının İslamcı gruplara katıldığı” görüşü özgürlük, eşitlik ve insan onuru talep eden bir devrimin sona erdiğinin de itirafıdır. Bu şartlarda mücadeleye devam eden kitle, çoğunluğu itibariyle artık çok farklı toplumsal-siyasal hedefleri olan bir gücün önderliği altına girmiştir. Bu nedenle, 1933 yılında Almanya’da kriz içindeki düzenin ezdiği milyonlarca işçiyi-emekçiyi ve küçük burjuvayı, kapitalizme duydukları nefrete rağmen, peşinden sürükleyebilen Nazilerin, gerici ve çürümüş kapitalist Weimar rejimini yıkarak iktidara gelmeleri bir devrim değil, karşıdevrimdi. Kitlelerin kapitalizme karşı duydukları nefret, bu harekete kendiliğinden devrimci bir nitelik kazandırmamıştır. Benzer biçimde 15 Temmuz darbesine karşı harekete geçirilen kitlelelerin de “demokrasinin savunulmasıyla”, demokratik hak ve özgürlüklerle” bir ilgisi yoktu!
Bu somut gerçeklerin dikkate alınmadığı durumlarda devrimlerle karşıdevrimleri ayırt etmek imkânsız hale gelir! Neticede devrimler birer soyutlama değil, “kanlı canlı” somut gerçeklerdir.
Soruna bu açıdan bakıldığında, parti içindeki Suriye devriminin devam edip etmediğine ilişkin tartışmalarda başlıca tartışmacılardan biri tarafından öne sürülen ve yönetimin çoğunluğu tarafından, parti ve UİT politikasının temelini oluşturduğu için ciddi ve açık bir itirazla karşılanmayan şu görüşün de ne kadar hatalı, hatta tehlikeli olduğu da anlaşılır:
“Devriminin belirleyici ve temel önermesi Esad diktatörlüğünün yıkılması ve rejimin devrilmesiydi. O halde bizim sormamız gereken soru şudur: Bu tarihsel görevi yüklenen objektif güçler hangileridir ve bu ilerici görevi yerine getirmek için hala savaşıyorlar mıdır? Bugün Esad’a karşı mücadele içinde kalan yegâne kesim işçi ve emekçi Müslüman Arap’lardır. Bu bizim istek ve arzularımıza rağmen böyle olmuştur. Evet, devrimci seküler güçlerin devrime ağırlık koyması için çalışmak hala yapılacaklar listemizin başlarında yer almaktadır ancak bugünkü nesnel gerçeklik de budur.” (Bak: Suriye tartışmaları 2015)
Burada bir devrimi sadece var olan rejime karşı ayaklanmayla tanımlayan ve bu nedenle faillerinin toplumsal-ideolojik-politik karakterlerini sorgulama ihtiyacı duymayan son derece “objektif”, öznel koşulları es geçen, “devrimci önderliğin zorunluluğu” sorununu yok sayan; bir önderliğin sınıfsal, ideolojik ve politik niteliklerinin toplumsal süreçleri nasıl etkilediğini kavramaktan uzak bir anlayış egemendir.
Önderlik ikame edilebilir mi?
Devrimci anlamda önderlik hiçbir biçimde “ikame” edilemez. Önderliklerin tayin edici karakteri, kitle hareketlerinin yönünde de belirleyici bir etki yapar. Devrimci Marksizmin, “Çağımızda insanlığın krizinin proletaryanın önderlik krizine indirgendiği” tespiti bu nedenle çok önemlidir.
Ayrıca, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir devrimde devrimci önderliğin ve egemen sınıflardan bağımsız kitle öz-örgütlenmelerinin yokluğunda toplumun “yerleşik güçlerinin” hiç de devrimci olmadıkları halde bir devrime el koymaları ve onu yolundan çıkarmaları mümkündür. İçinde hemen her kesimin yer aldığı büyük toplumsal hareketlerin devrimci damarını hak, adalet, özgürlük ve eşitlik talebiyle harekete geçen emekçi kitlelerin eylemi oluşturur. Kitle eylemlerine devrimci karakterini veren, “eski düzen onlar için katlanılmaz bir hal aldığında tarihsel olaylara doğrudan müdahale eden kitlelerin, mücadeleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratmalarıdır.”(Troçki)2011’den başlayarak Ortadoğu ülkelerinde yaşananlar bu anlamda bir devrimdir. Ancak her devrimin kaderi nihayetinde politik önderlikler tarafından siyasi arenada belirlenir. “Başlangıç ortamının” nereye doğru evrileceği tamamen buna bağlıdır. Tarih bu nedenle yenilmiş, yarım kalmış, sonunda egemen sınıfın çeşitli fraksiyonlarınca el konulmuş, gasp edilmiş, birer karşıdevrime dönüşmüş devrimlerle doludur.
Düzenin istikrarı, devrimin yenilmesi, ayaklanma sanatı
“Giderek kötüleşen koşullarda geri çekilerek” (UİT’in tanımlaması) sona eren bir devrimi “zihinlerimizde” ve “gönüllerimizde” neredeyse sonsuzlaştırsak bile somut ve güncel anlamdaki hiçbir devrim kazanmadan veya kaybetmeden sonsuza kadar süremez. Zaten temelinde yatan toplumsal-politik istikrarsızlık nedeniyle Bonapartist nitelikte olan bir rejimin, devrimin sona ermesine rağmen istikrar sağlayamaması veya bizim tartışmalarımızda karşılaştığımız, muhalefeti “tamamen ezememiş” olması argümanı asıl sorunu değiştirmez. Bu rejimlerde “normal” zamanlarda bile “saray darbeleri” yaşanır.
Devrimler bazı durumlarda kanlı bir kıyıma uğramadan da geri çekilebilir. Ancak kimi örneklerde Troçki’nin de belirttiği üzere “hiç de devrimci olmadıkları halde bazı düzen güçlerin devrimin önderliğini ele geçirdikleri” ve/veya doğrudan hain işçi önderlerinin burjuvaziyle anlaştıkları durumlarda hareket hiç de kanlı bastırmalara gerek kalmadan satılarak sönümlendirilebilir. (Kimi zaman bu uzlaşmaya boyun eğmeyen bir azınlık bir süre için mücadeleyi sürdürse de…) Ancak bu “kansız” sonuç, sınıflı toplumlara has bazı eylemler sürse de devrimin sürdüğü anlamına gelmez… Kitlelerin istisnai biçimde aniden siyaset sahnesine daldığı tarihsel bir eylem olarak devrim, ileri atılımını sürdürememesi halinde enerjisini tüketerek geri çekilir. Bu çekilme, süreç içinde devrimci bir önderliğin güçlenmeye başladığı ve ikili iktidar organlarının var olduğu durumlarda (Şubat-Ekim 1917) yeniden hızlı bir atılıma dönüşebilir. Ancak emekçi kitlelerin bu “silahlara” sahip olmamaları halinde sonuç tam tersi olacaktır. Arap ve Suriye devrimlerinin bu yönleriyle ele alınması, gelinen noktayı daha anlaşılır kılar.
Elbette burjuvazi pek çok devrimi kanlı bir biçimde bastırmıştır. Bu örnekler, işçi sınıfının, emek güçlerinin, burjuvazinin varlığını tehdit ettiği, politik bir devrimin sosyal devrim “riskini” yarattığı durumlarda, işçi sınıfının inisiyatifi kaybedip gerilemesi ve önderliklerinin art arda hataları sonucunda ortaya çıkar. Bu durumda burjuvazi hem elindeki bütün devlet gücünü, hem de sivil güçleri kullanarak, gerileyip savunmaya geçmeye başlayan devrimi ezer. Zaten başta Marx olmak üzere bütün devrimci önderlerin ayaklanmayı bir “sanat” olarak görmelerinin de nedeni de budur. Marksizmin (Elbette Devrimci Marksizmin) bu konudaki yaklaşımı, savunmaya çekilen her ayaklanmanın kaçınılmaz olarak yenileceği şeklindedir. Buna göre, karşınızdaki sizden daha güçlü, örgütlü, disiplinli, yerleşmiş güçlere karşı güçlü üstünlükleriniz olmadıkça yenilir, yok olursunuz. Ayaklanma bir kez başladı mı çok büyük bir hücum planında yürür. (Hücum hücum hücum!) Savunmacı bir eylem çizgisi her silahlı ayaklanmanın ölümüdür ve düşmanla boy ölçüşmeye kalmadan ayaklanmanın kaybedilmesine yol açar. Düşmanın güçleri dağınıkken bastırmak, küçük de olsa her gün yeni başarılar, ilerlemeler kaydetmek, ilk başarılı ayaklanmanın sağladığı moral üstünlüğü korumak, güçlü olanı kollayan kararsızları kazanmak ve daha güçlerini bir araya getiremeden düşmanı geri çekilmeye zorlamak gerekir… (Marx-Engels. Almanya’da Devrim-Karşıdevrim)
Troçki için de “ayaklanma sanatı” devrimin zaferi için hayati öneme sahiptir. “Rus Devriminin Tarihi”nde bu duruma işaret ederken şunları söyler:
“Birkaç güne yayılarak süren bir devrimci ayaklanma kademeli, ama sürekli başarılar kaydederse ancak zafere ulaşabilir. Başarıların devamında kopukluk tehlikelidir; yerinde saymak kaybetmek demektir. Başarılar kendi başlarına yeterli değildir; kitlenin de uygun bir süre içinde bunun bilincine varması, sindirmesi ve değerlendirmesi gereklidir. Bir el uzatarak yakalayacakken de zaferi elden kaçırabilirsiniz. Bu tarihte çok sık görülmüştür.”
Tartıştığımız örnekte, silahlı selefi-cihatçı güçlerin uzun süre sürdürdüğü savaşı “devrim”in başka biçimlerde de olsa devamı (mesela karşıdevrimci biçimler!), o örgütleri de “nesnel” konumları nedeniyle “devrimci önderlik” olarak görmediğimiz koşullarda, mesela “Halep’in düşüşüne” kadar sürmüş bir Suriye devriminden de söz edemeyiz. (Yoksa İdlip hâlâ direniyor!) Halkın bağımsız, eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir hareketi olarak Suriye devrimi, kendi devrimci önderliğini, silahlı özörgütlenmelerini ve ikili iktidar organlarını yaratamadan, giderek ağırlaşan koşullarda geri çekilerek çok önceki bir tarihte yenilmiştir…
Önderliklerine rağmen desteklemek…
Halk hareketlerinin, “önderliklerine rağmen desteklenmesi” prensibi her koşulda geçerli değildir. Bazen emperyalizmle işbirliği yapan önderliklerine rağmen ulusal kurtuluş savaşlarına, bağımsızlık mücadelelerine, ezilen uluslara, emperyalizmin saldırısına uğrayan bağımlı ülkelere (rejimlerine bakmaksızın) verdiğimiz destekle, bir ülkenin içindeki siyasal-sosyal mücadelelerde, taraflardan birine verdiğimiz desteğin dayandığı ilkeler farklı olmak zorundadır. Bu koşullarda zaferleri halinde bir şeriat rejimi veya “yasaların şeriata aykırı olamayacağı”, bütün hak ve özgürlüklerin çiğnendiği (mesela kadınların zorla tesettüre sokulup evlerine kapatılacağı, sosyal hayattan atılacağı), işçi sınıfının tamamen baskı altında tutulacağı bir rejim kuracak olan İslamcıların desteklenmesi mümkün değildir; toplumsal mücadelelerde ezilenlerin desteğine sahip olsalar bile…
Geri çekilen bir devrimci dalgaya ilişkin strateji ve taktikler sorunu
Bir çeşit politik sağlama işlemi…
Bir devrimin devam edip etmediği sorusuna doğru cevap vermenin yollarından biri de bir tür politik “sağlama” işlemidir. Çünkü yükselerek devam eden bir devrimci süreç için önereceklerimiz ile devrimin giderek kötüleşen koşullarda geri çekildiği süreçler için veya bir devrimin yenilgisi durumunda önereceklerimiz birbirinden farklıdır. Burada elbette “dışında” durup bir şeyler önermekten söz edilmiyor. Sözü edilen öneriler stratejiye, taktiklere, örgütlenmeye, kitle çalışmasına, programa ve sloganlara ilişkin önerilerdir. Bu aynı zamanda, bir devrime desteğin ve o ülkede örgütlenmenin ötesinde enternasyonal inşa ve örgütlenmenin de başlıca koşuludur. Bu öneriler elbette “somut devrimci muhatapları” gerektirir. Bu muhatapların ya yoldaşlarımız ya da bir şekilde solda duran ancak önerdiklerimize karşı çıkan veya eylemleriyle onların içini boşaltan önderlikler olması gerekir. Yoldaşlarla tartışmamız bir önderlik inşasını, diğerleriyle kitleler önünde onları eleştirmeyi hedefler. Ancak Suriye’de herhangi bir örgütlenmemiz veya aktif bir yoldaşlar çevremiz olmadığı gibi, temel devrimci perspektiflerle tartışmaya girebileceğimiz Stalinist, küçük burjuva radikal veya hatta burjuva demokrat her hangi bir çevre ve güç yoktur. (Bu tür çevreler, eğer rejimle işbirliği içinde değilse, daha çok emperyalist müdahaleler ve İslamcıların hamleleri nedeniyle geri çekilmiş, silahsız muhalefet yürüten kesimler içindedir.) Çok farklı hedefleri ve dertleri olan İslamcılarla veya emperyalizmle işbirliği içindeki (mesela CIA denetiminde) diğer “ılımlı muhaliflerle” böyle bir tartışma mümkün değildir. Kısacası tek tek bazı insanlar dışında devrimci önerilerimizi sunabileceğimiz bir gücün olmadığı bir ortamda “hangi devrimden söz ettiğimizi” sorabiliriz! Görünen o ki, önerilerimizi, bir ihtimal ancak önümüzdeki dönemde, yani bir çeşit barışın veya çatışmasızlığın sağlandığı ortamda sunma ve tartışma olanağı doğabilir.
Yukarıda “ayaklanma sanatı”na ilişkin bölümde devrimci bir ayaklanmanın inisiyatif kaybının veya savunma durumuna geçmesinin onun sonu olacağını belirterek böyle bir durumda düşmana nefes aldırmayacak bir “hücum” taktiğinin zorunluluğundan söz edildi. Evet, böyle bir durumda savunma, devrimci güçler için bir “ölüm” anlamına gelir. Ancak geri çekilmekte olan bir devrim için, hele ki bu çekilme günden güne daha kötü koşullarda gerçekleşiyorsa önereceğimiz taktikler ve eylem biçimleri çok farklı olmak zorundadır. Yükseliş dönemindeki bir devrime “savunma” önermek nasıl yenilgiye davetiye çıkarmaksa, çok ağır şartlarda geri çekilmekte olan, yenilginin eşiğindeki bir devrime de “saldırı” önermek cinayetten başka bir şey olmaz.
Geri çekilmenin politik boyutu…
Bu geri çekilip çekilmeme, yenilip yenilmeme meselesinde işin politik boyutu en az tarihsel boyutu kadar önemlidir. Adına layık önderlikler açısından gerçek durumun kavranıp kavranamaması, politik-taktiksel açıdan çok önemlidir. Yenilgiye ve geri çekilmeye ilişkin yanlış değerlendirmeler, mesela her şeye rağmen “işlerin yolunda gittiğine” dair iddialar veya Stalinistlerin yaptığı gibi, yenilgileri hamasi süslerle örtme çabası, siyasi önderlikleri en olmadık zamanlarda en olmadık maceralara sürükler. Oysa gerçek durumun, yani devrimin ve kitlelerin hareket yeteneklerinin ve ruh hallerinin, düşmanın gücünün, oluşan iç ve dış güç dengelerinin doğru kavranışıçok önemlidir. Bu nedenle Komintern’in 1921’deki 3. kongresinde yenilgilerden, devrimin ve emekçi kitlelerin geri çekilişi, partilerin ve kitlelerin ruh halleri ve burjuvazinin istikrarsız da olsa toparlanması gerçeğinden yola çıkılarak, “dünya devrimine o kadar yakın olunmadığı” sonucuna varılmış (Bak: Troçki’nin 27 Haziran 1921’deki “Dünya Ekonomik Bunalımı ve Komünist Enternasyonal’in Yeni Görevleri” başlıklı konuşma-3. Enternasyonal Belgeleri) ve “kitlelere” sloganı temelinde bir dizi taktik değişikliğe gidilmişti. Mesela sosyal demokrasinin devrimler dönemindeki haince tavrına rağmen bu yeni dönemde işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmaya yönelik birleşik işçi cephesi taktiği öne çıkarılmıştır. Üstelik bütün bu olup bitenler bugünün Suriye’sinde, K. Afrika ve Ortadoğu’sunda değil, dünya işçi sınıfı ve devrimi açısından “nefes nefese” geçen bir dönemde, Rus Devrimi ve onun yarattığı devrimci dalganın hemen birkaç yıl ardından yaşanmıştır…
Askeri boyut…
Konu “devrim” (ve ondan çıkartılacak dersler), geri çekilme ve yenilgi olunca sorunun elbette toplumsal-politik boyutla iç içe geçmiş bir de “askeri” boyutu vardır. Burada sözü Troçki’ye bırakalım:
“Partiler yenildiklerini pek güç itiraf ederler. Özellikle de yenilgide en büyük sorumluluk kendilerine düşüyorsa…
Devrimci mücadelenin tarihi gibi askerlik biliminin tarihi de, temel yenilginin derecesini ölçemeyen liderliğin bu temel yenilgiyi zamansız saldırılarla telafi etmek istemesi yüzünden karşılaşılan çok sayıda yan yenilgiyle doludur. Savaşta bu tür caniyane davranışlar, daha önceki başarısızlıklarla zaten moral bozukluğuna uğramış yaşayan güçlerin kitle halinde imhasına yol açar. Devrimci mücadelede de daha önceki yenilgilerle kitlelerden koparılmış olan en militan unsurlar maceralara kurban giderler.” (Faşizme Karşı Mücadele)
Devrimci Marksistler olarak önerilerimizin, bunun da ötesinde görevlerimizin ülke ve dünya çapındaki somut duruma, içinde bulunulan evreye, koşullara uygun olması şarttır. Bir devriminin yüz yüze olduğu ağır sorunlara, o ülkenin devrimcilerinin önlerindeki görevlere ilişkin herhangi bir somut stratejik, taktik, örgütsel önerilerde bulunmamız gerekir. Bu görev, sadece devam etmekte olan bir devrime ilişkin değil, aynı şekilde geri çekilmekte olan bir devrime ilişkin olarak da geçerlidir. (Üstelik yenilgi durumunda bu görev iyice ağırlaşır.) Devrimci sosyalistler açısından geri çekilme ve yenilgi döneminin görevleri ve taktikleri de çok büyük önem taşır.
İçeriden bir eleştiri: Dışardan bakmak..!
Suriye’deki mücadeleyle çok fazla ilgilenmiş görünsek de sürecin bütünü ve farklı aşamaları düşünüldüğünde epeyce “dışarıdan” baktığımız söylenebilir. Bunun birkaç nedeni olabilir. Bunlardan biri, çok ilgili görünmemize rağmen, gerçekte “devrimin sorunlarına” karşı bir ilgisizliktir. İkinci neden, devrimin zaten devrimciler tarafından yürütüldüğü, bizim de bunlara verdiğimiz destek nedeniyle ayrıca politik-askeri-programatik konulara girmemizin dışardan bir müdahale ve saygısızlık olacağını düşünmek. Bir diğer neden ise, Suriye’de “devrimin sürmesine” rağmen devrimci bir muhatap bulamamak. Zaten selefi gruplardan ve yabancı devlet istihbarat servislerinin organize ettiği “ılımlılar” dışında gerçek güçleri bakımından “haber alınamayan” bir devrimle karşı karşıyaydık. Bu aynı zamanda “ulaşılamayacak” kadar nesnel, “dokunulamayacak” kadar soyut bir devrimdi! Bu ilişki kurma sorunu aslında sürgündeki Suriyeli sosyalist muhalifler için de geçerliydi. Bu arkadaşlar “devrimin sürdüğünü” söyleseler de bu devrime katılamıyorlardı. Mesafenin uzaklığından değil (Halep veya İdlip sınırdan kaç km. ki!) gidecek yer bulamamaktan. Bu aynı zamanda “adresi olmayan,” savaşmak isteyenlerin katılamayacağı, gidenlerin de hayatının bölgeyi elinde tutanlar tarafından tehdit edildiği bir “devrimdi”..!
Bu nedenle, bizim için pratikte, “devrimin sürdüğünü” söyleyen, ancak devrimci faaliyet ve örgütlenme yapmak için oralara gidemeyen Suriyeli solcuların anlattıklarından veya “zannettiklerimizden” ibaret bir devrim ortaya çıktı. Bu, somut devrimci güçlerin yokluğunda tam bir soyutlamaya döndü; öyle ki iç savaş sürecinin farklı aşamalarında hiçbir şey değişmemiş gibi aynı şeyleri söylenmeye devam edildi. “Devrim soyutlaması” somut, maddi süreçlerle bağların kopmasına yol açtı. Bu, gerçek olguların olduğu gibi ele alındığı gerçek analizin yerini “soyutlama”nın almasının kaçınılmaz sonucuydu. Bu, “Rejimin yıkılması devrimci bir hedef olduğuna göre, rejimi yıkmak isteyenler de devrimcidir ve yaptıkları da bu nedenle devrimdir ve biz ilkelerimiz gereği bu devrimi destekleriz” türü, her zaman geçerli olmayan bir soyutlamaydı. Oysa bizler Troçki’nin de vurguladığı üzere meselelere soyut ilkelerle değil, somut devrimci politik bir bakış açısıyla yaklaşmak zorundayız. Çünkü, yine Troçki’nin dediği gibi: “Teori alanında soyut kategorilerle iş görenler, olgulara körce teslim olmaya mahkûmdur…” (FKM)
Devrimci taktik ve strateji
Bütün bunların ışığında strateji ve taktikler sorunu bağlamında üzerinde durulması gereken temel hususlardan biri de emperyalizmin dünyanın bazı bölgelerinde pürüz veya engel olarak gördüğü rejimleri yıkmaya yönelik politikaları karşısında alınması gereken tutumdur.
Emperyalizmin askeri müdahalelerine, işgallerine karşı çıkmak devrimci bir ilkedir. Emperyalizmin saldırısına maruz kalan bürokratik (Hatta K. Kore örneğinde olduğu gibi “monarşik”) işçi devletlerini, geri ve bağımlı kapitalist ülkeleri, rejimleri ile olan bütün sorunlarımıza ve uzlaşmaz çelişkilerimize rağmen savunuruz. Emperyalizmin alacağı her yenilginin, dünya devrimi için bir kazanım olacağı çok açıktır. Ancak bu destek, o ülkenin rejimine, iktidarı elinde tutan sınıfa, siyasi zümreye hatta “hanedana” değil, o ülkenin işçi ve emekçilerine, yoksul halklarına kurtuluşları yolunda verilen bir destektir. Bu önemli bir ayrımdır. İster bir sömürgede olsun, isterse siyasi olarak bağımsız, ancak emperyalist sisteme ekonomik olarak bağımlı geri bir ülkede, sömürgeciliğe, emperyalist saldırıya karşı mücadelede, o ülkenin burjuvazisiyle ittifak, sadece çok zorunlu durumlarda taktik sınırlar içinde geçerlidir; yani, sınırları, süresi, amacı belirli bir eylem birliği olarak. Bu “eylem birliğinin” asıl hedefi, burjuva düzeninin tasfiyesi, emperyalizmden sadece “anlaşmazlık” ve savaş dönemlerinde değil, gerçek anlamda kopmayı sağlayacak bir toplumsal devrimin gerçekleştirilmesidir. Ancak bu yolla, bir biçimde (hatta biraz da sosyalistlerin desteği sayesinde) kelleyi kurtarmış olan “ulusal burjuvazinin” iktidarda kalarak bir süre sonra emperyalizmle yeniden bağlantı kurması, kapitalist sistem içinde yer alması engellenebilir.
Tarihsel deneyime bakıldığında bu konuda birçok olumsuz örnek olduğu görülür. Bu örneklerde, komünist önderliklerin bürokratik yozlaşması ve yabancı sınıfların basıncı altında kalması oranında burjuvaziyle (hatta bazen sadece onun “gölgesi” veya “avukatlarıyla”) ittifaklar stratejik bir nitelik kazanmıştır. (Bak: halk cepheleri) Bu durum, proletaryanın iktidar alternatifi olduğu yerlerde çok ağır yenilgilere neden olurken, işçi sınıfı partilerinin yeterince güçlü olmadığı veya gelişmesinin henüz başında olduğu ülkelerde bütün gelişme potansiyellerini kaybetmelerine yol açmıştır. Bu çizginin bir başka biçimi de, bir zamanlar ülkemizde de yaşandığı üzere, burjuva devletinin açık polisiye baskısına rağmen, sırf “antiemperyalist” olduğu tespitiyle “ilerici” burjuvazinin “gölgesiyle” ittifak kurma anlayışıdır. Bazı Arap ülkelerindeki komünist partiler de bugünkü acıklı durumlarını büyük ölçüde, zamanın SSCB bürokrasisinin paralelinde, bu tür “ilerici” ittifaklara borçludurlar!
Yine aynı bağlamda, askeri işbirliklerinin veya “vatanseverlik” gösterilerinin (Mesela geçmişte Çin’de, yakın tarihlerde İran’da olduğu gibi) pek çok defa komünistlerin burjuva devleti tarafından imhasıyla sonuçlandığı unutulmamalıdır. Devrimci sosyalistler böyle koşullarda güçleri oranında bağımsız askeri örgütlenmeler yaratmaya çalışmalıdır. Emperyalist saldırıya karşı mücadelenin bir devrimle sonuçlanması ancak böyle bir kopuşla mümkündür. Bu elbette her ülkenin kendi koşullarında çeşitli biçimler alabilecek bir politikadır, ancak temel ilke evrenseldir.
İlkeler ve gerçekler
İlkeler elbette çok önemlidir, ancak hiçbir ilke boşlukta durmaz. Her ilkenin bir sınıfsal temeli vardır ve devrimci sosyalizm için işçi sınıfının birliği, bağımsızlığı ve toplumsal kurtuluşunun üzerinde hiçbir ilke olamaz. Sınıf mücadelesi soyut ilkelerle değil, gerçek programlar ve politikalar aracılığıyla yürür. Ancak bütün program ve politikalar gibi devrimci program ve politika da gerçek hayattaki güç ilişkileri temelinde bir anlam kazanır. Soyut ilkelerin ve genellemelerin ötesinde, somut gerçekler ve güç ilişkileri üzerinden gidecek olursak, bugünün Ortadoğu’sunda yaşanan “devrimci önderlik” ve sosyalizm açısından neredeyse “hiçlik” sorununun temelinde, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, bu ülkelerdeki komünist partilerin bürokratik intihar politikalarının çok önemli bir yeri vardır.
Somut bir Ortadoğu politikasından söz edilecekse, öncelikle var olan “hiçlik” durumundan yola çıkılmalıdır. Ortadoğu’da, sosyalist hareketler açısından bugünkü gerçek durumda, sosyalist örgütlenmelerin mevcut siyasi-askeri güçleriyle emperyalist müdahalelere karşı mücadelede “antiemperyalist burjuva hanedanlara” destek verip vermemesinin ne emperyalizm açısından, ne de müdahaleye uğrayan rejimler açısından bir “kıymeti harbiyesi” yoktur. Var olan rejimlerin bazılarının uzak geçmişlerinden kalma mitolojik bir hikâye olmanın ötesinde (Arap sosyalizmi, İslam sosyalizmi vb.) sosyalizmin devrimci, hatta reformist biçimlerinin ideolojik, siyasi ve toplumsal etkisinin çok zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda sosyalistlerin benzer ülkelerde “vatanı kurtarmaktan” öte işçi sınıfı ve emekçileri örgütleme, hem kendilerini, hem de işçi sınıfını ideolojik, politik ve örgütsel açıdan bağımsız bir güç haline getirme görevi vardır.
Bu görev, işçi sınıfı içindeki günlük ve rutin faaliyetin yanı sıra politik mücadeleyi de zorunlu kılar. Bu mücadele ancak bağımsız bir program ve siyasi çizgiyle yürüyebilir. İşçi sınıfının bağımsızlığının ön şartı, öncüsünün bağımsızlığıdır. Bu aynı zamanda, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde sınıfın diğer emekçi kesimlere önderlik edebilmesinin de temel şartıdır. Sonuç olarak, proleter olmayan herhangi bir hükümete ve rejime karşı bağımsız davranamayan, kaderi rejimin iki dudağı arasında belirlenen bir işçi sınıfı örgütünün devrimci anlamda gelişme ve güçlenme şansı yoktur.
Devrimci gerçekçilik
Zannedilenin aksine, gerçekçi politika, eğer burjuva veya küçük burjuva tipi bir “gerçekçilikten” söz etmiyorsak, “ politik destek” adı altında iki taraftan birinin gölgesine sığınmak değildir. Emperyalist bir saldırı durumunda alınması gereken tutum, bazı taktik öncelik ve incelikler hesaba katılmak şartıyla, stratejik olarak tabiri caizse “Hem nalına, hem mıhına vurmak”tır! Bu pratik olarak, gücümüz oranında hem emperyalizme hem de varlığıyla emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatan, zaman zaman emperyalist müdahaleye “meşruiyet” ve “ahlaki üstünlük” fırsatı sağlayan “milli burjuva” rejimine karşı örgütlenme ve ajitasyon yapmak anlamına gelir.
Kitleler arasında kale alınabilir bir etkiye ve siyasi-askeri bir güce sahip olunması durumunda da temel çizgi stratejik özü itibariyle aynı olmalıdır. Böyle bir durumda, devrimci gücün sırtında taşıdığı “yumurta küfesi” nedeniyle sürecin hassas bir analizi ve doğru taktiklerin saptanması çok daha büyük bir önem kazanır. Ancak hiçbir şart altında, var olan siyasi-askeri gücü, “antiemperyalizm” adına mesela somut olarak Libya gibi bir ülkede Kaddafi hanedanı ve yandaş kabilelerin yanında; Suriye’de “Muhaberat” ve genelkurmayla birlikte, siyasi demokrasi ve özgürlük talebiyle ayaklanmış kitlelere ateş açmakta kullanmak devrimci ve antiemperyalist bir tutum olamaz. Nasıl ki Afganistan’da ABD emperyalizmine karşı savaşta “ilkesel” nedenlerle Taliban’ın veya Irak ve Suriye’de IŞİD’in yanında yer almak hem ulusal bağımsızlık ve sosyalizm, hem de en maddi anlamıyla “beden sağlığı” açısından doğru bir tutum değilse…
Toplumsal mücadelede…
Aynı tutum çeşitli ülkelerde karşıdevrimci güçler arasındaki mücadelelerde tavır almak konusunda da geçerlidir. Mesela Arap devrimleri ve Suriye sorunu bağlamında devrimci Marksistlerin, birbirleriyle çatışan burjuva karşı devrimci güçlerden birini seçmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Kendi dışımızdaki her hangi bir güce vereceğimiz desteğin tek nedeni ancak işçi sınıfı ve emekçilerin toplumsal kurtuluşunun yolunun açılması olabilir. Bu aynı zamanda inşa edilmeye çalışılan devrimci önderliğin gücünün artırılmasını ve devrimci amaçlarına ulaşabilecek bir güce ulaşmasını hedefleme anlamına da gelir. Bugüne kadar herhangi bir toplumsal mücadelede, sınırlı bir güce sahip bir işçi öncüsünün, sosyalist bir örgütlenmenin veya herhangi bir işçi sınıfı örgütünün birbiriyle çatışan burjuva gericiliklerinden birine yanaşarak, yamanarak veya onunla bir cephe oluşturarak yukarıda sözünü ettiğimiz hedeflere ulaştığı görülmemiştir. Bırakın herhangi bir güçlenme ve ilerlemeyi, bu yolla, var olan gücün de kaybedilmesi neredeyse kaçınılmazdır. Böyle bir tavır, sınıfın aldatılması anlamına da geleceğinden, işçi hareketi üzerinde de ciddi bir tahribata ve sınıf bağımsızlığının daha büyük ölçülerde kaybına yol açar.
Bu tür durumlarda görev, çatışan burjuva güçleri dışında sınıfın ideolojik ve politik bağımsızlığını hedefleyen “üçüncü bir cephe” oluşturmaktır. Arap devrimleri benzeri örneklerde, böyle bir güç, bir yandan iktidardaki Bonapartist ve neoliberal polis rejimine karşı; öte yandan bu rejimin zulmünün bir sonucu olarak yoksul halkı son derece gerici bir ideoloji temelinde aldatma imkânına kavuşan İslamcı vb. gerici hareketlere karşı mücadele imkânı sağlayacaktır. İşçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluşunun başka bir yolu yoktur.
Böyle bir yöntemin devrimci sosyalistleri emekçileri aynı anda iki gerici gücün baskısı altında bırakacağını bu nedenle taraflardan biriyle “taktik nedenlerle de olsa ittifak kurmak zorunda olduğumuz söylenebilir. Ancak böyle bir tutum “emperyalizm”, “demokrasi” vb. çok önemli tarihsel nedenlere dayandırılsa da işçi sınıfının toplumsal kurtuluşu yolunda bir fayda sağlamayacaktır. Desteklenen gücün “konjonktürel” dış veya iç düşmanıyla işi bittikten sonra, kölece boyun eğmediği takdirde, sıranın asıl sınıf düşmanına gelmesi kaçınılmazdır. Küçük bir gücün büyük güçler arasındaki çatışmalardan kazançlı çıkmanın tek yolu, her türlü “yancılığı” reddedip bağımsız bir hat izlemesidir; düşman güçler arasındaki çatlaklardan yararlanmanın başka yolu yoktur. Çatışan burjuva güçlerin birbirini zayıflatan, hatta tüketen mücadelesi, devrimci güçler üzerindeki basıncı azalttığı ölçüde, bağımsız sınıf tavrı ve elbette doğru politik, taktik ve programatik bir çizgi zaferi getirebilir. Zaman zaman tarihsel bir örnek olarak öne sürülen, Kerenski hükümetine karşı düzenlenen Kornilov darbesine karşı Bolşeviklerin tavrı, (Yani öncelikli düşmanın darbeci Kornilov olması) yukarıda da belirttiğimiz üzere bağlamından koparılmış bir “soyutlama” olarak değil, dönemin gerçek güç ilişkileri temelinde, Bolşeviklerin işçi sınıfı iktidarını hedefleyen stratejisi ve bağımsız sınıf tavırları üzerinden ele alınmalıdır. Yoksa Bolşevikler, hiçbir zaman bir takım tehlikeleri öne sürerek Sovyetlerin yönetimini elinde tutan ve politikalarıyla Kornilov türü gericiliklere çanak tutan küçük burjuva demokrasisi ile işbirliğine ve ittifaka gitmemişlerdir; zaten Sovyet Devrimi’nin gerçekleşmesini bu bağımsız tavra borçluyuz.
Şüphesiz, kötünün de kötüsü vardır, bu durum bazı zamanlarda bir “öncelik” sorununu gündeme getirebilir, ancak bunun gerçek bir devrimci bir örgüt veya önderlik için sadece güç ilişkilerine dayalı bir taktik sorun olduğu unutulmamalıdır. Bu konuda yapılacak bir hatanın stratejik bir intiharla sonuçlanması kaçınılmazdır. Tekrar edelim, bu taktikler konusunda verilecek kararlar, devrimci sosyalistlerin güçlerinin düzeyine ve ülkenin toplumsal, siyasi gerçekleri doğrultusunda her defasında ayrı ayrı ele alınmak zorundadır.
Dünyaya bakış…
“Olaylar” çok uzağımızda da cereyan etse sorumluluğumuz büyüktür. O nedenle dünya devriminin meselelerine soyut genellemeler ve kulaktan dolma bilgilerle değil, “olayların” cereyan ettiği ülke ve bölgelerin tarihsel gerçeklerinin, gerçek şartlarının ve oralarda gerçekte neler olduğunun kavranması temelinde bakmak gerekir. Bu noktada en büyük sorumluluk, devrimin uluslararası güçlerini aydınlatacak ve doğru olarak yönlendirecek olan, o ülkenin devrimcilerine aittir. “Enternasyonalizm” her şeyden önce dünya devrimin ulusal ve uluslararası parçalarının birbirlerini karşılıklı olarak eğitmelerine ve birbirlerinden öğrenmelerine dayanır; elbette aralarında bürokratik bir hiyerarşi yoksa.
Devrimci sosyalistlerin görevi “devrim eksperliği”, “diplomatlık” veya “devlet adamlığı” değil devrimci öncünün rolünü, devrimci kitle hareketinin görevlerini, programını ve her düzeyde örgütlenme sorunlarını devrimci bir bakış açısıyla ortaya koymaktır. Bu aynı zamanda, emperyalizm meselesine sadece “devletlerarası” bir sorun olarak değil, esasında bir üretim ilişkileri sorunu, bir sınıfsal sorun olarak da bakmamızı sağlayacaktır. Olaylara devrimci Marksist bakış, her şeyden önce meseleleri en somut biçimiyle ele almak; zorba iktidarları yıkmaya yönelik devrimci kitle hareketlerinin nedenlerini ve niteliklerini ve emperyalizmin rolünü “komplocu” değil, maddeci-sınıfsal bir bakış açısıyla kavramak demektir. Bu aynı zamanda devrimlerin temel sorunu olan “kendiliğindenlik- devrimci önderlik” ve “devrim- karşıdevrim” diyalektiğinin doğru biçimde ortaya konulması ve çözümlenmesi anlamına da gelir. Devrimci önderliklerin yokluğunda, devrimci başlangıçların karşıdevrimci sonuçlarının (1989 bürokratik işçi devletlerinin yıkılması; 2011 Ortadoğu-Kuzey Afrika: Suriye vb…) sıklıkla yaşandığı günümüzde doğru devrimci tavırların çok büyük önemi vardır…