SURİYE: HTŞ’NİN ZAFERİ VE İSLAMİ BİR “DEVRİM”İN NEŞELİ GÜNLERİ!

SURİYE: HTŞ’NİN ZAFERİ VE İSLAMİ BİR “DEVRİM”İN NEŞELİ GÜNLERİ!

HAKKI YÜKSELEN

Suriye’de 61 yıllık BAAS rejimi çöktü. Uzun bir çürüme döneminin ardından zaten ayakta duracak hali kalmamış, içi boş bir kabuğa dönüşmüştü. Ömrünü uzatan Rusya ve İran gibi uluslararası desteklerinin çekilmesi, İran önderliğindeki “Direniş Ekseni”nin Siyonist-sömürgeci İsrail tarafından felç edilmesi rejimin sonunu hızlandırdı. Rejimin kaderi böylece, varlığından rahatsız Batılı emperyalist güçlerin ve bölgedeki Türkiye gibi düşmanlarının “insafına” kaldı. Onlar da işini bitirdi. Başkent Şam tek bir kurşun atılmadan selefi İslamcıların eline geçti. Şimdi yerli yabancı pek çokları pür neşe, İslami bir “devrimin” coşkusunu yaşıyor!

“Tecrit Edilmiş” HTŞ’nin Zaferi ve Netanyahu’nun Dedikleri

Çöküş, umulmadık bir hızla ve IŞİD kökenli, daha sonra El Kaide’ye biat etmiş, en sonunda da gerekli kılık değişiklikleriyle HTŞ’ye dönüşmüş olan radikal-selefi İslamcılar eliyle gerçekleşti.  “Silahsızlandırılmak” üzere Türkiye’nin denetimine bırakılmış bir bölgede sözde “tecrit” edilmiş, üstelik de resmen “terörist” ilan edilmiş bir örgütün on günde ülkenin başkentini ele geçirebilecek askeri güç ve donanıma ulaşması kendi hazırlıklarının yanı sıra ancak uluslararası ve bölgesel bazı güçlerin doğrudan veya dolaylı destekleri ve göz yummalarıyla mümkün olabilirdi. Cihatçıların sahip oldukları destekler, silah-teçhizat kanalları bir yana, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun son açıklaması da konuya ışık tutuyor. 61 yıllık BAAS rejiminin yıkılmasını “İran’ın şer eksenindeki önemli bir halkanın düşüşü” olarak tanımlayan Netanyahu, Suriye’deki gelişmelerin İsrail’in Esad rejimi destekçileri İran ve Hizbullaha yaptığı saldırıların doğrudan bir sonucu olduğunu söylüyor. Kabul etmek gerekir ki, “Direniş Ekseni”nin felç edilmesinde, en azından Suriye’deki rejime destek veremeyecek derecede “kendi derdine”  düşürülmesinde İsrail’in bu güçlerin liderliklerine yönelik sistematik suikastlerinin ve vurduğu nokta hedeflerinin çok ciddi payı var. Yani cihatçıların ve destekçilerinin deyişiyle “Suriye Devrimi”, yolunu büyük ölçüde temizleyen İsrail’e ve emperyalizmin Batı kanadına çok şey borçlu!

Neler Oldu?

“Tarihsel zorunluluğunu” kaybetmiş ve çoktadır ayakta durması imkânsız hale gelmiş BAAS Bonapartizmi, ne yazık ki devrimci bir halk hareketi ve o hareketin örgütlü güçleri eliyle, yani gerçek bir devrimle yıkılmadı. 2011’de patlak veren bölge çapındaki devrimci dalganın etkisiyle uç veren Suriye devrimi,  daha başlangıç aşamasında içinde “bildik” her türden burjuva gericiliğinin yer aldığı bir “uluslarası karşı devrim cephesinin” müdahaleleriyle “çalınıp” tasfiye edildi. Irak örneğinde olduğu gibi emperyalizmin yıkıcı etkilerinin ve silahlı İslamcıların devreye girmesinin neden olduğu haklı endişeler,  diktatörlüğe karşı demokratik taleplerle sokağa çıkan hemen her görüşten, milliyetten, dinden ve mezhepten halkın önemli bir bölümünün geri çekilmesine neden oldu. Bundan sonrası, kısa sürede silinip giden, çoğunlukla Batı ve bölge gericilikleri tarafından desteklenen “seküler” veya “ılımlı İslami” grupları, CİA ve Batılı istihbaratçılar tarafından kurulan “operasyon odaları” tarafından eğitilip sahaya sürülen, ancak çoğu sonradan selefi örgütlere katılan veya silahlarını onlara satan örgütleri saymazsak, esas olarak rejim güçleriyle selefi İslamcılar arasındaki, gerici ve çok kanlı bir iç savaş olarak yaşandı. BAAS rejimine karşı savaşmak isteyen küçük sosyalist gruplar İslamcıların kontrolündeki bölgelerde ağır baskılarla yüz yüze geldiler, bazıları kaçırılıp öldürüldü, geri kalanlar bu bölgeleri terk etmek zorunda kaldılar. Bütün bunlara rağmen pek çokları çaresizlik içinde, Esad rejiminin ancak silahlı İslamcılar eliyle yıkılabileceğini düşündükler için “devrimin devam ettiği” yanılgısına kapıldılar. IŞİD bu dönemde dünyanın hemen her yerinden gelen katılımlarla Rakka merkezli bir “Halifelik” kurmayı başardı. Bu devletin ABD öncülüğünde ve Kürt hareketinin de dahil olduğu bir “Koalisyon” tarafından yıkılmasıyla geriye “muhalefet” adına, HTŞ çatısı altında toplanan selefi İslamcılarla, doğrudan Türkiye tarafında örgütlenip finanse edilen SMO (eski ÖSO) gibi örgütler kaldı. HTŞ İdlip bölgesinde bir çeşit “devlete” dönüşürken, SMO da Türkiye tarafından ele geçirilen ve doğrudan Türk makamlarca yönetilen Kürt bölgelerinde zamanının önemli bir bölümünü yağma yaparak geçiren bir güce dönüştü.

Bugünkü haliyle “Suriye muhalefeti”, kısa bir süre sonra “devrime” “demokratik” bir görünüm vermek amacıyla “Suriye’nin Dostları” tarafından ortaya sürülecek, Batı’da tahsil görmüş “seküler beyefendi” kılıklı ve “tıraşlı” bazı siyasetçileri saymazsak, esas olarak yukarıda saydığımız silahlı güçlerden oluşmaktadır. Bu güçlerin biz devrimci sosyalistlerin anladığı manada “devrimcilikle” ilgileri olmadığı gibi, yaptıkları şey de “devrim”  değildir! (Ne “politik” ne de “burjuva demokratik” anlamda!) Onların “devrim” den kasıtları, kısa sürede totaliter bir karakter kazanması kaçınılmaz olan bir İslam devleti ve toplumudur. Bunlar kendilerini yıllar önce şöyle tanımlamışlardı: “Esad rejimini yıkmayı, yasallığın ve birey ile devletin tasarruflarını düzenleme anlamında hâkimiyetin tek başına yüce Allah’ta olduğu İslam devleti kurmayı hedefleyen bağımsız siyasi, askeri, sosyal bir cephe.”  (Suriye İslam Cephesi)

Bu hedeflerinden vazgeçtikleri söylenemez, sadece durumun iç ve dış hassasiyetlerinden kaynaklanan bir ihtiyatlılık söz konusu olabilir, o da olursa! Biz bu cihatçı arkadaşların devrimci hedeflerinden sapacaklarını düşünmüyoruz!

Devrim mi, Değil mi?!

Şaka bir yana, “devrim” üzerine de birkaç laf edelim: Her devrimin “temel önermesi” var olan rejimin yıkılması olsa da, rejimleri devirmeye yönelik veya rejimlerin devrilmesiyle sonuçlanan her hareket “devrimci” değildir. Bazı rejim değişiklikleri daha gerici sonuçlara yol açabilir. Hareketin “kitleselliği” de tek başına ölçüt değildir, aksi halde son derece kitlesel karakterde olan sosyalist veya demokratik devrimlerle, örneğin faşist karşı devrimleri veya gerici nitelikteki kitle hareketlerini ayırt etmek mümkün olamaz. “Kitleler” her zaman devrimci değildir! Bazı örneklerde “kapitalizm karşıtı” talep ve sloganları da içeren benzerliklerine karşın bu kitle hareketlerinin ayırt edici yönleri farklı teorik ve ideolojik temelleriyle politik önderlikleridir. Troçki, “devrimlerin kaderinin politik arenada tayin edildiğini” vurgular. Devrimlerin yönünü ve niteliğini tayin eden temel unsur budur. Devrimci önderlik sorunu politik anlamda “ikame” edilemez. Yani kimilerinin iddia ettiği üzere, mesela Suriyeli emekçiler, devrimci sosyalist bir önderliğin yokluğunda, bu eksikliği selefi İslamcı önderliklerin peşine takılarak telafi edemezler. Aksine kitleler o anda var olan bilinçlerine-inançlarına uygun siyasi önderliklerin peşine takılırlar; yani aralarında duruma, olaylara ve gelişmelere ilişkin “zihinsel” bir uyum vardır. Hiçbir durumda “devrimler”, kendilerini “karşı devrimler” veya “gerici kitle hareketleri” biçiminde sürdüremezler. Farklı önderlikler peşlerinden sürükledikleri kitleleri farklı biçimlerde eğitir, farklı hedeflere yöneltirler. İslamcı veya başka türden gericiliklerin kitleleri peşlerinden sürüklemeleri onları birer devrimciye dönüştürmez. Yoksa kendilerini “ulusal devrimciler” olarak tanımlayan, yaptıklarını da bir “devrim” olarak gören, hatta sıklıkla “emperyalizm karşıtı” söylemlere başvuran İtalyan faşistlerinin ve Alman nazilerinin yaptıklarını birer “devrim” olarak tanımlamak gerekirdi. İslamcıları, Avrupa ülkelerindeki neo-faşistlerin Müslüman çoğunluklu ülkelerdeki muadilleri olarak nitelendirebiliriz.

Bu nedenlerle vakti zamanında Cezayir’de seçim sonuçlarını tanımayan yozlaşmış Bonapartist rejime karşı FİS önderliğinde başlatılan radikal İslamcı silahlı ayaklanmayı “devrim” veya “demokrasi” adına desteklemedik. Üstelik de aynı Suriye’de olduğu gibi Cezayir’de de, kitleleri yoksulluğun, yozlaşmanın, eşitsizliğin ve sosyal adaletsizliğin ağır baskısı altında İslamcıların kucağına itenin bu rejim olduğunu bilerek.

İslamcıların tarihsel rolünün her zaman olduğu gibi egemen sınıflar hesabına, toplumun maddi-manevi zor ve şiddet yoluyla ve faşizmin yöntemlerine benzer biçimlerde denetimi ve muhtemel bir devrimin engellenmesi olduğunu unutmamak gerekiyor. Suriye’de iktidarın teslim edildiği HTŞ’nin rolü ve emperyalizmin şimdilik de olsa teveccühünü kazanmasının önemli bir nedeni de budur. Doğru bir değerlendirme için HTŞ’nin ve kuracağı İslami rejimin burjuva sınıfsal karakteri asla göz ardı edilmemelidir.

Önümüzdeki dönemde emperyalizmin Batılı güç odaklarının ve Siyonist İsrail’in inşa etmeye çalıştığı yeni bölge düzeninin başlıca araçlarından birinin de (yol açacağı tüm arızalar, çatışma ve çelişkilerle birlikte) İslamcı gericilik olacağı anlaşılmaktadır. İslamcılar aynı zamanda kapitalist sömürünün de silahlı muhafızı olacaklar; bölgedeki emekçi güçlerin özgürlük mücadelelerinde her daim engelleyici ve vurucu bir güç olarak karşımıza çıkacaklardır. BAAS sonraki dönemde Suriye’de bağımsız bir emek hareketinin ve devrimci bir önderliğin inşasının önündeki en büyük engel selefi İslamcılıktır. “Devrimcilere” duyurulur!

“Taraftar” Değil “Taraf” olmak!

Suriye’deki BAAS rejimine, her zaman emekçi halkına, onların bağımsız örgütlenme çabalarına ve sosyalistlere karşı uyguladığı baskı ve şiddet nedeniyle karşı çıktık. “Emperyalizm karşıtlığına” da hiçbir zaman inanmadık. BAAS rejiminin “mitolojik” geçmişinden kalma “sosyalist” sıfatının, bütün bağımsızlıkçı-halkçı iddialarına karşın bir burjuva diktatörlüğünün örtüsü olduğunu her zaman belirttik. Bu rejimin uzun yıllara yayılan yozlaşma ve çürüme sürecinde giderek  “neoliberal” bir “hırsız-polis rejimine” dönüştüğünü defalarca vurguladık.  Tekrar edelim, BAAS rejimi tarihsel ömrünü çoktan tamamlamış ve içi boş bir kabuğa dönüşmüştü. Ancak bu, HTŞ’nin zaferinin bir devrim olduğu anlamına gelmemektedir. Suriye’de ve sığındıkları ülkelerde Esad hanedanının devrilmesini sevinçle karşılayan büyük bir kitle vardır. Ama aynı şekilde Suriye’de hiç de düzen yanlısı olmadıkları halde, emperyalizmin ve İslamcıların şerri nedeniyle geri çekilen ve İslamcıların düşman olarak gördüğü üstelik de “bizlere” epeyce benzeyen büyük bir halk kesimi de vardır ve  onlar da diğerleri gibi   “Suriye halkı”nın  bir parçasıdır.

Suriyelilerin bir bölümü bir yana, Türkiye’de Suriye’deki rejim değişikliğine aşırı derecede sevinen dinci ve faşistlerin (ki bunlardan bazıları Suriye’de savaşmıştır!) iktidar yanlısı medya ve çeşitli kesimlerin söylemlerine bakarak da konuya ilişkin bazı sonuçlara varabiliriz. Ancak “Suriye devrimi”nin Türkiye’de hiç de “devrimci” sonuçlara yol açmayacağını,  dinci-gerici akımlara güç vereceği gibi, Saray rejiminin kendi içinde “daha beter bir şeye” dönüşmesinde de etkili olacağını söyleyebiliriz.

Pek çok nedenden dolayı İslamcı gericiliğin yaktığı “şenlik ateşlerine” körükle gitmemekte ve “neşelerine” ortak olmamakta yarar var. Özellikle sosyalistlerin bu tuzağa düşmemesi gerekiyor. Durum çok ciddi ve gerçek ortaya çıktığında “Proletaryanın devrimci bir önderliği olmadığı için devrim ‘şey’ oldu” oldu gibi tekerlemelerle idare edilebilecek gibi değil. Bu nedenle bir kez daha “taraftar” değil “taraf” olmak zorundayız diyoruz. Aksi halde emperyalizmin “kullanışlı salakları” durumuna düşme ihtimalinin de olduğunu hatırlatarak…

Yazar Hakkında