Özüm Ö.
Kırmızı Gazete’nin 10. Sayısında GDO ve Otizm Mücadelesi başlıklı yazıda kendi deneyimlerimden yola çıkarak başladığım tartışmaya bugün kaldığım yerden devam ederek kapitalist üretim ilişkilerinin insan ve doğayı nasıl etkilediğini ve buna bağlı olarak geliştirilen tarım politikalarının açısından irdelemeye çalışacağım.
İnsan, hepçil (etçil ve otçul) bir tür olarak dünyanın neredeyse her yerine yayılabildi. Bu kompleks beslenme özelliği, insanın farklı coğrafyalarda da hayatta kalabilmesini sağlayacak adaptasyon yeteneği oluşturdu. Uzun bir süre toplayıcılık ve avcılıkla var olan atalarımız bahçecilikle bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye başladı.
Besinler, fizyolojik, ekonomik, politik ve sosyal faaliyetimizin bir ürünüdür. Tarımın dünya çapında yayılması, ticaretin gelişmesine, nüfusun artmasına, kasabalar ve kentlerin kurulmasına neden oldu. İnsanlar, yayılmacı besin ekonomisinin gelişimiyle birlikte bölgesel besinler dışında yeni beslenme alışkanlıkları edinmeye başladı. Bugün ekonomik düzeyine göre istediğin tüm besinlere ulaşılabiliyorsun. Yazının başlığında da belirttiğim gibi kapitalizm, kimin hangi gıdaya, hangi miktarda ulaşacağını belirleyen bir sistem olarak dünyadaki besin dağılımının planlanmasını sağlıyor. Bu sistem var oldukça açlık da son bulmayacak eşitsiz gıda dağılımı da.
Açlığa çare
Oysa 2. Dünya savaşından sonra başlayan ve tarımdan daha verim almak için geliştirilmeye başlanan transgenetik teknolojisi dünyaya gıda sorununun çözümü olarak sunuldu. 1947’de Nelson Rockefeller’in kurduğu Uluslararası Temel Ekonomi Ortaklığı (IBEC) ve dev tarım şirketlerinden Cargill transgenetik mısır tohum üretmeye başladı. Bu tohumların kendine uygun kimyasallara, gübrelere ve makinelere ihtiyacı vardı ve tüm bu ürünlerin üretimi ve satışı da ABD’li tarım şirketlerinin kontrolündeydi. 1970’lerde çok daha yaygınlaşan bu teknoloji “yeşil devrim” olarak nitelendirilerek açlığın olmadığı bir dünyadan bahsediyordu. Ancak bugün geldiğimiz noktada açlık sorunu her geçen gün büyümekle birlikte insanlık, genetik kirlenme ve kimyasal zehirlenmelerle mücadele etmek zorunda.
Dünyada açlık sorununun, üretim eksikliğinden değil, ürünlerin plansız dağılımından kaynaklandığı bir gerçek. Mevcut tarım kapasitesi dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli.
Transgenetik tarım ve yem ürünlerinin tohum piyasası 8-10 şirketin elinde. Bu güçlü şirketler küresel bir tarım politikası oluşturmuş ve hem ABD Tarım Bakanlığı hem de Avrupa Komisyonu Tarım Direktörlüğü’nde etkin. Dünya genelinde tohum alımını patentlerle kendilerine bağlayarak tarım ve hayvancılığı kontrol altına almış durumda. Sistem, bir sonraki sene ürün vermeyen tohumluklar üreterek çiftçiyi sürekli kendisinden tohum almaya zorluyor. Bu güçlü tarım şirketleri Dünya Ticaret Örgütü’nün tarımla ilgili kararlar almasını sağlıyor.
Türkiye’de tarımın kapitalistleşmesi
Bu sistem, Türkiye’de 2005 yılından sonra AB’ye üyelik müzakereleri sırasında yapılan yasalarla uygulanmaya başlandı. 2006’da yürürlüğe giren 5488 sayılı Tarım Kanunu’yla sermayenin isteğine uygun tarım ürünlerinin destekleneceği ifade edildi. Yine aynı yıl yürürlüğe giren 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nda da ulusal ya da yabancı şirketlere tohumculuk alanında tam bir denetim yetkisi verildi ve küçük üreticilerin kendi tohumlarını kullanmasının önüne geçildi. Küçük üreticiler bu mekanizmalarla büyük şirketlere bağımlı hale getirildi. Tarımda kapitalistleşme etkili uygulanmaya başlandı ve Tarım Kanunu, Tohumculuk Kanunu ve Sözleşmeli Üretime ilişkin yapılan düzenlemelerle Türkiye kendi tükettiği ürünü dahi dışardan alan, tarım alanları azalmış, çiftçisi kentlere akmış işsizler ordusuna katılmış bir dönüşüm gerçekleştirdi. 1927’de 13.648.270 olan nüfusun %24.22’si kentlerde; %75.78’i kırsal alanlarda yaşıyordu. 2022 yılındaki nüfus sayımına göre nüfusun %93.4‘ü kentlerde, %6.6’sı kırsalda yaşamakta. Türkiye’de sınıf hareketinin gittikçe zayıflaması ve çiftçi örgütlenmelerinin güçsüzlüğü, kamunun sözleşmelerde devre dışı bırakılması da bu sistemi beslemekte.
Yeşil devrim palavrası sonrasında gelişen transgenetik uygulamalar ile atalık tohumların yasaklanması politikalarıyla doğal bitki örtüsü bozuluyor, endemik çeşitlilik yok oluyor ve mutant besinlerle tüm canlıların genetiği değişiyor. Örneğin, tavuk geni alarak değişen domates tüketildiğinde farklı reaksiyonlara giren insan biyolojisinde bozulmalar başlıyor.
Genetiği değiştirilen tarım
Arkeolojik kazılardan elde edilen bilgiler ışığında 8 bin 500 yıl önceye tarihlenen, en eski ekmeklik buğday tarımının Çatalhöyük bölgesinde yapılmış olduğunu öğrenildi. Makarnalık buğdayın ilk ıslahının ise Diyarbakır’ın Karacadağ eteklerinde yapıldığı biliniyor. Ancak bugün geldiğimiz noktada zaten genetiğiyle yıllardır oynanan atalık buğdayın üretimini yasaklayarak transgenetik olan buğdayların yaygın kullanılması sağlanmıştır. Her geçen gün artan glüten entoleransı vakası bu durumun vahametini gösteriyor.
Aynı durum Meksika’da da yaşandı. M.Ö. 5000 yılından beri ekilen, Maya ve Aztek kültürünün temeli olan mısır için söylenebilir. Serbest ticaret anlaşmalarına uyan Meksika, ABD’den mısır ithal etmeye başlayarak 150’den fazla çeşidi ekilen 7000 yıllık organik mısır transgenetik uygulamalarla dünya genelinde başka bir şeye dönüştürdü. Paraguay’da ve Brezilya’da ise Mısır, tatlı patates, fasulye, şeker kamışı ve meyve yetiştirilirken bugün topraklarının azımsanmayacak bölümünde transgenetik soya ekiliyor. Örnek olarak verdiğim bu ülkelerde endemik türler hızla yok olurken çiftçiler de hızla şehre göçüyor.
Genetiğiyle oynanmış gıdalar yalnızca mutant ürünler olma özelliği taşımıyor aynı zamanda kimyasal tehlike.
Transgenetik ürünler için üretilen pestisitler zehir saçıyor.
Zirai zararlılara karşı kullanılan yeni tür pestisitler, akut zehirlenmelere, kronik hastalıklara neden olabiliyor. Tarım işçileri özellikle risk altında, ancak genel nüfusa olan etkileri de çok yıkıcı. Sağlıklı diye aldığımız meyve ve sebzeler, tarlalardan suyumuza karışan pestisitlerle olası kanserojen etkileri bilinmekte. Bilişsel ve psikomotorik fonksiyonlarda bozulmalar, depresyon, sinir sistemine verdiği zarar ile hassasiyet kaybına uğramış yetiler, Parkinson hastalığının gelişme riskinde artış, çocukların birtakım pestisitlere maruz kalması nedeniyle nörolojik gelişimlerinin bozulması; öğrenme ve dikkat eksikliği, duyusal eksiklikler, gelişim geriliği vb. Aslında giderek artan tüm hastalıklarda pestisitlerin etkilerini görmek mümkün.
Pestisit kullanımı son 15 yılda %45 arttı. Özellikle Türkiye’de pestisit kullanım oranları dünya ortalamasının çok üzerinde. İthal edilen tonlarca meyve, sebze, baharat vb. gıda maddesi pek çok ülkeden geri gönderiliyor. Geri gönderilen ürünler denetlenmeden mi transfer ediliyor? Bu ürünler yurt içi pazarına dahil mi oluyor? Peki biz ne yiyoruz? Türkiye’de bu denetimler ne sıklıkta ve ne kadar güvenilir yapılıyor? Cevabını alamadığımız nice soru…
GDO’lu tarım kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle ekolojik tarımı yok eden totaliter bir tekniktir. Bu nedenle GDO tohumlarının ülkemize girişi yasaklanmalı, GDO’lu tarım yapılmamalıdır. Tarımsal üretimin doğal evrelerine ve ritmine saygılı olunmalıdır.
GDO’lu ürünlerin yüzde 98’i tarım ilacı içerdiğinden, insan ve hayvan sağlığını bozduğundan tarım politikaları derhal değiştirilmeli. Ekolojik sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar vereceği düşünülen buluşlara patent verilmemeli ve var olan patentler iptal edilmeli.
https://www.gidahareketi.org/Gdo-Soykirimdir–64-haberi.aspx
http://www.beslenmebulteni.com/misir-surubu-savaslari/
1980-2019 Dönemi Tarım Sayımları Çerçevesinde Türkiye Tarımda Dönüşümün Mekanizmaları, Akif DİNÇER, Bahadır AYDIN (Memleket Siyaset Yönetim) 19 (42), 143-170, 2024