“O kadarı da olmaz!” denilenlerden biri daha oldu ve gelecek cumhurbaşkanlığı seçimlerine RTE’nin en güçlü rakibi olarak hazırlanan CHP’li İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bir suç organizasyonunun lideri olarak gözaltına alındı! Tabii belediyeleri ele geçirmiş, içinde bazı ilçe belediye başkanlarının da olduğu yüz küsur kişilik örgütüyle birlikte! Unutmadan söyleyelim, suçlamalar arasında adet olduğu üzere terörle bağlantı da var!
İşin nerelere varacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak bugüne kadarki gelişmelere ve son günlerde yaşananlara bakarak şunu peşinen söyleyebiliriz: Rejimin Kürt ulusal sorunu ile ilgili tutum ve politika değişikliğinin genel bir demokratikleşme veya başka bir deyişle “demokratik toplum” hedefiyle bir ilgisi yok. Zaten, demokrasinin son “görüntüleri” de yok edilip ülkenin bir bölümünde “karakış” yaşanırken bir başka bölümünde “demokrasi” baharının keyfini sürmek mümkün değil! İktidardaki dinci-faşist ittifakın Kürt sorunundaki yön değişikliğinin amacının bölgede, daha da ötesi uluslararası planda yaşanan (rejim açısından nice “fırsatları” da içeren) tehlikeli gelişmelerin etkisiyle Kürt siyasetinin ve onun temsil ettiği toplumsal güçlerin “tövbe kapıları kapanmadan” rejimin ardında hizalanmasını sağlamak olduğunu söylemiştik. Bu “sürecin” başını çeken MHP’den yapılan ve yer yer tehdit dilini içeren açıklamalar da bu durum analizini teyit etmektedir. Rejimin “Kürtlerle birlikte büyümenin” veya “bin yıllık kardeşliğin” hatırına neleri verip veremeyeceğini, yani, Öcalan’ın açıklamasının “ek” bölümünde sözünü ettiği “hukuk ve siyasetin” eğer olursa nasıl bir şey olacağını ve nasıl uygulanacağını şimdilik bilemiyoruz. Ancak rejimin bugüne kadarki pratiklerine, kanıtlanmış niteliklerine, belirleyici eğilimlerine ve bugün yaptıklarına bakıldığında sözü edilen “sürecin” bir kesimin umut ettiği üzere “demokrasiyle” veya “demokratik bir toplumla” neticelenmeyeceği bellidir. Nitekim İmamoğlu’na yönelik operasyon, rejimin, “kendisinden daha beter bir şeye” dönüşme yolunda giderek hızlanan adımlar atmaya başladığını göstermektedir. “İmamoğlu Vakası” yürürlükteki “Yeni-Bonapartist” rejimin bugüne kadar asli meşruiyet kaynağı olarak gösterdiği “serbest seçimlerin” de birtakım sandık oyunları, YSK tertipleri ve kayyım atamaları dışında, son “demokratik görüntülerinden” de arındırılmak istendiğini göstermektedir. Rejimin amacına ulaşması halinde geriye sahte seçimler, işlevini kaybetmiş ve varlığı bir otokratın insafına terk edilmiş bir parlamento ve orada homurdanıp durmaktan başka bir şey yapamayan bir muhalefet kalacaktır; o da kalırsa! Rejim önümüzdeki seçimlere kendi uygun gördüğü, tamamen “dişine göre” rakiplerle ve olabildiğince parçalanıp güçten düşürülmüş bir muhalefetle girmeyi hedeflemektedir.
Bütün bunlar, rejimin bir baş danışmanının dile getirdiği, bölgenin yeni koşullarında, dış güçlere (İsrail ve emperyalizm!) ve tehlikelere karşı bir “iç cephe” ve bir “milli değer” olarak RTE’nin kaydı hayat şartıyla tepemizde kalması perspektifiyle de son derece uyumlu. Bu “milli hedefler” üzerinden kurulmaya çalışılan tuzak, içeride, baskıdan bunalmış ve barışa susamış Kürt hareketiyle diğer muhalefet kesimleri arasındaki bağların koparılmasını hedefliyor. Çeşitli operasyonlardan da anlaşılacağı üzere, Kürt hareketiyle ilişkili sosyalist grupların devre dışı bırakılması çabaları da bu kapsamda ele alınmalı. Muhtemel kitle seferberliklerinde diğer muhalif kesimlerden olabildiğince kopartılmış Kürt siyasetini kalıcı bir barış ve “demokratik toplum” umuduyla tereddüte düşürmek, pasifize etmek, mümkünse yeni rejimin hukuki çerçevesini çizecek bir anayasanın yapılmasında iş birliğine razı etmek iktidarın başlıca hedeflerinden biridir.
Artık kritik bir dönüm noktasındayız. İmamoğlu olayı bugüne kadar aleni pek çok şeyi görmezden gelmiş olan düzenperest burjuva ana muhalefeti olarak CHP için de son bir uyarıdır. Rejimin “terörle mücadelesinde” Kürt siyaseti şimdilik ikinci sıraya düşerken CHP, birinci sırayı almaya başlamıştır. Kayyım atamalarının (parti yönetimi de dahil) şimdiki hedefi CHP’dir. Bu noktaya gelinmesinde ana muhalefetin bugüne kadarki teslimiyet politikasının önemli rolü vardır. Bugün artık sorun “tarihi bir teslimiyete” razı olmakla olmamak arasında bir tercih yapmaktır. Ana muhalefet de bunun farkındadır ve bu nedenle “sokağa” çıkmak, kitleleri sokağa çağırmak zorunda kalmıştır. İktidar sahipleri kitle seferberliklerini sona erdirebilmek için şiddete başvurabilecekleri gibi bazı geri adımlar da atabilirler; ancak varlıklarını sürdürdükleri müddetçe “tarihsel hedeflerinden” vazgeçmeyecek, benzer yolları tekrar tekrar deneyeceklerdir. 12 yıl önceki Gezi olaylarıyla ilgili yeni bir gözaltı dalgasının hazırlıkları bu kapsamda ele alınmalıdır.
Ancak rejimin işi özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında olduğu gibi kolay değildir. Gezi’den yıllar sonra, uzun yıllara yayılan bir moral bozukluğu ve umutsuzluğun ardından, yüzbinler bütün öfke ve cesaretleriyle yine sokaktalar. Devrimler için edilmiş ünlü bir sözü, biraz değiştirip yeniden söyleyelim: Böylesine başkaldırılar artık hiç gelmeyecekleri zannedilen bir zamanda çıkıp gelirler! Yaşanan budur. CHP’nin “can havliyle” yaptığı çağrı beklenenden çok daha büyük bir karşılık bulmuştur. Bu durum, hareketin İmamoğlu’na sahip çıkmanın ötesinde çok daha güçlü toplumsal dinamiklere sahip olduğunu göstermektedir. Protestolarda, uzun süren bir hareketsizliğin ardından kitlesel olarak harekete geçen üniversite gençliği başı çekmektedir. Ülkenin en tutucu ve iktidar yanlısı olarak bilinen şehirleri bile birer eylem alanı haline gelmiştir. Ortada elbette bu tür kitle seferberliklerinin belirli bir başarıya ulaşabilmesi için gerekli bir siyasi önderlik sorunu vardır, ancak unutulmaması gereken bütün devrimci değişimlerin “hammaddesinin” büyük halk kitlelerinin eylemi olduğudur. Bu gelişmelerin artan bir ivmeyle devamının doğrudan sınıf mücadelesi alanını da etkilemesi kaçınılmazdır. Giderek ağırlaşan bir sömürü ve baskı altındaki işçi sınıfının kısmi eylemlerinin bu yeni iklim koşullarında bütünlüklü ve politik bir hal almaya başlaması rejime karşı mücadelenin çok farklı bir nitelik kazanmasını da sağlayacaktır.
Bitirirken bir kez daha vurgulayalım: Sınırlı, kararsız ve yarım kalmış demokrasi mücadeleleri zaman zaman kitlesel boyutlar kazansa da yenilgiyle sonuçlanmaya mahkûmdur. Demokrasi mücadelesini sınıf mücadelesiyle bütünleyip daha ötelere, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” da dahil “tarihsel bir çözüm” noktasına taşıyabilecek tek güç işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Düzeni gerçek anlamda değiştirebilecek tek güç odur. Özgürlük işçilerle gelecektir!