Can G.
Önce tarihi bir anla başlayalım; Rusya’da 1905 Devrimi’nin zirvesi. Kanlı Pazar yaşanmış, işçi sınıfı ayakta. Çarlık rejimi neredeyse son günlerini yaşıyor. Sovyetler, yani işçilerin kendi meclisleri kurulmuş. St. Petersburg Sovyeti Başkanı Troçki işçilerin hınca hınç doldurduğu meydanda kürsüye çıkıyor, elinde bir metin var, Çar’ın vaatler metni;
Troçki bu metni kitlelerinin önünde paramparça ediyor. Bunu yaparken şunu diyor; “Çar bugün bunları siz sokakta olduğunuz için verdi, yarın siz evinize döndüğünüzde ise bunları tam da şimdi yapmış olduğum gibi paramparça edecek ve geri alacak. Çar’a ve onun hükümetine hiçbir güven yok!”
Bugüne dönelim…
PKK’nin silah bırakması kuşkusuz kendi başına pozitif etkilere sahip. Savaşta ölen Türk ve Kürt yoksullarının iki halk arasındaki mesafeyi her seferinde daha çok açtığı gerçeği uzun süredir ortada duruyordu. Kürtler kendi ulusal hak ve statü taleplerini bu savaş ikliminde çoğu zaman anlatabilecek bir kanal dahi bulamıyorlardı. Silah bırakmanın, bu açıdan pozitif bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. İşçi sınıfının birlikte mücadele etmesi önündeki bir engel böylece ortadan kalkmıştır.
Fakat…
Ama sorun burada bitmiyor, tam tersine sorunun başladığı yere geri dönüyoruz. Kürtlerin bir ulus olarak talepleri masada duruyor. AKP-MHP ittifakının ise ekonomik darboğaz ve getirdiği yoksullukla başa çıkamadığı ortada. Bu iktidarın her dönemeci alırken sadece iktidarda daha fazla kalmak adına bu hamleleri yaptığı da.
2014 sürecini ve sonrasındaki Kobane eylemlerini, hendek savaşları sürecini hatırlayalım; AKP MHP’yle birlikte Kürt Hareketiyle olan tüm süreci yok etti. Kürtçe mezarlıkların tabelaları bile söküldü belediyelere kayyumlar atandıktan sonra. İktidar bipolar bir uğraktan geçiyordu yine iktidarda kalabilmek uğruna.
GİZLİ DİPLOMASİ VARSA BARIŞ YOKTUR
Şimdi geldiğimiz noktada ise barış sürecinin hangi talepler etrafında sürdürüldüğünü bilen yok. Bu talepler saklı tutuluyor. Öyle ki AKP’nin basın organlarında PKK’nin teslim olmasından söz edilirken karşılığında hangi talebin kabul edildiğine dair en ufak bir ibare okuyamıyoruz. Tam da 2014’te de olduğu gibi.
Bunun bir adı var; gizli diplomasi. Gizli diplomasi, Bolşeviklerin işçi sınıfına karşı girişilmiş küresel sınıf kırımının vahşeti olan 1. Dünya savaşında saldırdığı burjuva siyaseti araçlarından biriydi. Ülkelerin ve ulusların kaderi emperyalist güçlerin kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarınca belirleniyordu. Parlamentolar göstermelikti, hükümetler savaş gereği aldıkları olağanüstü yetkiler çerçevesinde diledikleri haritayı çizebiliyordu. Bunun sonuçlarından birini hala yaşıyoruz, örneğin Filistin’in bugün İsrail tarafından yerleşmeci sömürgeleştirilme savaşını (ve tabi ki etnik temizlikle) başlatan şey emperyalistlerin gizli diplomasi sürecinin sonuçlarından biridir.
Oysa barış, hele iki ulus arasındaki barış en çok açıktan tartışmalarla kurulabilir. Tüm dünyadaki ulusal sorunlar göstermiştir ki, bu süreçlerin başarıya ulaşmasını veya ulaşamamasını belirleyen esas şey burjuva partilerinin iktidarlarındaki uygulamaları değildir, birbirine düşman şekilde konumlandırılmaya çalışılan iki ulusun ve işçi sınıfının birbirini anlaması ve kabulüdür. Gizli diplomasi ise bu yöntemin tersidir. Olan ise, en tepeden, sadece ezen sınıfın, burjuvazinin siyaset esnaflarınca kurgulanan bir barış halini olur.
Oysa Bolşevizm bu sorunun yanıtını 100 yıl önce vermişti. Devrimci marksistler Brest-Litovsk’u tüm işçi sınıfı ve ezilenlerin denetiminde imzaladılar, kendilerinden önceki tüm gizli anlaşmaları da ifşa ettiler. Bu örnek ortada dururken bizce, barışı tabandan ve onun esas sahibi olan işçi sınıfının içinden inşa etmemenin hiçbir meşru gerekçesi olamaz.
SORULMASI YASAK SORULAR
Kürt Hareketi ve AKP arasındaki pazarlığın yarattığı soru işaretleri var. Bunlardan bahsedilince hemen ‘barış sürecini kösteklemek istiyorsunuz’ diye tepki görsek de yine de eleştiriye devam etmek devrimci misyonumuz gereği görevimiz.
Sorular şunlar;
– AKP-MHP Kürt ulusal kimliğine dair eşitlik ve statü taleplerinin hangilerini gerçekleştireceğine dair taahhüt verdi?
– Bu taleplerin kabul edilme derecesinin hangi seviyesinde Kürt hareketi süreci devam ettirmeye razı, hangi seviyesinde değil?
– Diyelim ki razı oldu Kürt Hareketi, AKP-MHP’nin iktidar sürecini uzatma isteği bu sürecin esas belirleyeni. Kürt işçi sınıfını en azından nötr kılmak istiyor bu iktidar. Yani Kürt Hareketi ‘Kürt sorununu çözdüm, şimdi Kürtlerin Türklerle birlikte muhalefetini örgütleyeceğim’ diye bir strateji çizmeye kalkarsa AKP-MHP tıpkı 2014’te yaptığı gibi “verdiği tüm şeyleri” de geri alamaz mı?
– Türkiye bilhassa kendi düzen muhalefetine bile iktidardaki gücün tahammülsüzlüğünü sergilediği, Ekrem İmamoğlu’nun hapiste olduğu, burjuva devlet kurgusunun temel iddialarından olan ‘yargının bağımsızlığı’ söyleminin iyice palavraya çıktığı bir iklimde yukarıda saydığımız olasılık çok daha mümkün değil mi? Uyulacak hiçbir kural yok iktidardakilerin ve burjuvazinin sınıf çıkarlarını tatmin etmek dışında.
– Kürt Hareketi tam bu yüzden, özellikle silah bıraktıktan sonra süreçte kabul edilmiş kazanımlar yerinde kalsın diye hiçbir zaman masadan kalkamayacak hale getirilemez mi, yani rehin olmaya zorlanamaz mı?
– Kürt Hareketi’nin bu rehineliği karşısında Kürt işçi sınıfı ne yapacak? Kürt Hareketi onları da bu hareketsizliğe ve eylemsizliğe zorlayacak mı?
BURJUVA YÖNTEMLERDEN TESLİMİYETE
Şimdi en başa dönelim, ezen ulus milliyetçiliği olarak saldırganlık aygıtını elinde tutan AKP-MHP ve hatta muhtemel iktidar CHP’nin Kürt sorununu çözme isteği ne kadar inanılır olabilir? Gizli diplomasi yöntemi ile neo-bonapartist bir iktidarın sundukları ne kadar kalıcı olacaktır? Örneğin sürece karşı şovenist bir dalganın yükselmesi ve muhalefetin ruhuna hâkim olmasını engelleyecek şey gizli diplomasi yolu dışında bir çözüm değil midir?
Bugün CHP’nin en büyük sıkıntısı devlet denilen şeyin iktidardan ibaret hale gelmesidir. CHP çaresizdir, sınıfsal kompozisyonu onu militan sokak eylemleri ve yaygın grevler örgütlemeye sevk edemez. O ancak kitlelerin basıncıyla göstermelik ve sınırlı zaman aralıkları çerçevesinde bu radikalliğe ikna olur, sonrasında da hemen kabuğuna geri çekilir. Bunlara rağmen 19 Mart sonrası yaşanan süreç bize göstermiştir ki, rejim öğrencilerden ve kitlesel eylemlerden korkmaktadır. Tepkilerin işçi sınıfının maişet öfkesiyle birleşmesine karşı tüm tutuklamaları ve saldırıları devreye sokmaktadır.
Kürt Hareketi’nin CHP’den alacağı bir ders vardır. AKP-MHP’yi de aşacak, somutlanabilecek kazanımlar ancak bu düzenin karşısındaki başka bir güç unsuruyla kabul ettirilebilir. Bunda da muhatap sokaklardaki kitle seferberliğidir.
İşçi sınıfının üretimden gelen gücü, öğrencilerin kent meydanlarına ve tüm yaşam alanlarına taşan isyan ruhu ancak bu rejimi hizada tutmaya muktedirdir. Kürt Hareketi tam bu uğrakta, yani Türkiye’nin kaderinin şekilleneceği bir anda, kendini rejime karşı işçi sınıfının ve öğrencilerin eyleminden dışlarsa, kendi eliyle diplomasi masasında teslimiyete giden yolu hazırlamış olur.
Yani işçi sınıfının Türk-Kürt demeden sokaktaki eylem birliği, öğrencilerin cesareti ancak bu azınlık diktatörlüğünü ve düzenin tüm güçlerini kabule ve haddini bilmeye zorlayabilir. Tıpkı Troçki’nin yukarıda anlattığımız tarihi anda yaptığı vurgu gibi.
KİMLİK SİYASETİNİN EZBERLERİ VE HANGİ ÖNDERLİK?
Dünyanın herhangi bir yerindeki bir komünist, ezen ulustan dahi olsa eğer şovenizme karşı sonuna kadar ezilen ulusun haklarını savunur ise bu noktadan itibaren eleştiri hakkına da sahiptir. Devrimci Marksistler işçi sınıfının uluslararası birliğini köstekleyecek, şovenizmi, savaşı, kini, uluslar arasındaki anlaşmazlıkları tekerrüre sokacak anlaşmalara, teslimiyetlere karşıdırlar. Yani kimlik siyasetin ezberi ve dayatması olan ‘bu konuda yalnızca ezilen ulusun önderliği konuşabilir’ fikri gerçek dünyayla alakasızdır. Burada da görüşümüz, Kürt sorununun çözümü ve barışın sağlanmasının ancak iki ulusun işçi sınıfının birbiriyle konuşması ve anlaşmasıyla kesin şekilde çözülebilir durumdadır.
Kürt işçi sınıfı bugün, kendi mücadelesinin tarihinden ve deneyimlerinden biriktirdikleri sebebiyle kendi önderliğine güveniyor.
Yine de Filistin sürecini hatırlamamız gerekli. Arafat, Filistin adına Oslo’da, Nakba’ya, Deir Yassin’e, Kara Eylül’e, Sabra ve Şatilla’ya rağmen bir tür teslimiyeti imzalamıştı.
Arafat’ın teslimiyeti, Filistin ulusal hareketi içindeki burjuva güçler (Filistin diasporası içindeki zenginler ve onların tabanı) ve uluslararası emperyalizmin bu yönde kurduğu baskı sonunda vermişti. Oslo’ya karşı çıkan Filistinli örgütler, örneğin FHKC ve FDKC gibi yapılar, FKÖ içinde tartışma ve eleştiri sürecini başlatmışlardı. Bugün son Gazze savaşında görüldüğü üzere sadece sosyalistler Hamas dışında direnen bir güç olarak yerini aldı, Arafat fraksiyonu (El Fetih) ise Batı Şeria’da İsrail’in gözetiminde polislik yapmaya devam etti.
Bugün ABD emperyalizmi ve Türkiye’nin bölgesel ihtiraslarıyla uzlaşma arzuları bu süreci sürüklemektedir. Kürt Hareketi’nin önderliğini bir denge unsuru olarak denetleyen bir Kürt sosyalist hareketinden maalesef bahsedilemez. Bu büyük bir eksiktir.
Dolayısıyla bu süreç ve onun ele alınma yöntemi Türkiye’de yaşayan tüm uluslardan işçi sınıfı için iyi bir görüntü vaat etmemektedir. Umarız, zaman ve devrimcilerin iradesi Türk ve Kürt işçi sınıfının ortak mücadelesine doğru bir evrilme yaşanabilir.
Tekrar hatırlatılmalı, işçi sınıfının geleceği “gerçeklik bunu dayattığı” için değişemez.