HAKKI YÜKSELEN
“Çözüm, barış, demokrasi…” gibi sözcükleri “Devlet”in ağzından duymak, yarattığı şaşkınlık bir yana insanı bayağı bir endişelendiriyor! Yanlış anlaşılmasın çözüme, barışa, demokrasiye karşı olduğumuzdan değil; neticede bunlar, en azından soyut ve sade halleriyle insan zihninde olumlu çağrışımlar yapan, hatta zaman zaman hülyalara dalmasını sağlayan güzellikler. Benim endişem önlerine aldıkları sıfatlarla ilgili. Malum, işin asıl rengini, gerçek anlamını, toplumsal içeriğini belirleyen bunlar. Mesela Kürt siyasetçiler, Abdullah Öcalan’ın İmralı döneminde geliştirdiği yeni çizgi (radikal demokrasi) uyarınca hemen her şeyin başına “demokratik” sıfatını koyarlarken, Saray rejimi “teorisyenleri” de, bu kavramların başına (yerli ve) “milli” sıfatını getiriyorlar; aynı bizlerin bazı şeyleri ayırt edebilmek için “işçi” veya “burjuva” sıfatını eklememiz gibi…
En başından belirtelim: Toplumun geneli açısından her ne kadar olumlu çağrışımlar yapıyor olsalar da egemen sınıfların lisanında “demokratik” ve “milli” gibi sıfatların asıl işlevi çok temel bazı toplumsal gerçeklerin üstünü örtmektir.
Yıllardır, kimi zaman açık şiddete dönüşen ağır bir baskı ve tehdit altındaki Kürt halkının ve siyasetinin pek çok tarihsel talebinden vazgeçmek pahasına ortaya koyduğu “demokratik toplum” arzusunu anlamak mümkün; elbette bu kavramın ideolojik-politik anlamına, toplumsal-sınıfsal içeriğine yönelik eleştiriyi ihmal etmeden! Ancak şu anda öncelikli sorun, siyasi iktidarı elinde tutan ve “Cumhur” adıyla faaliyet gösteren “milliyetçi-mukaddesatçı” cephenin her şeyi “millileştirme” hedefi! Yanlış anlaşılmasın, sözünü ettiğimiz, yerli-yabancı büyük sermayeye yönelik bir millileştirme hamlesi falan değil! Burada söz konusu olan, rejimin “çözüm, barış, hukuk, demokrasi…” vb kavramları “millileştirme” hedefi! Önde gelen bir Saray ideoloğunun ağzından, son zamanlarda özellikle hukuk alanında sıkça duyduğumuz “millileştirme” hedefinin (milli hukuk) Türkiye’deki otokratik rejimin dönülmez biçimde kalıcılaşması hedefiyle doğrudan bağlantısı var. Bunun politik alandaki ifadesinin, (Gerçekleşmesi halinde herkesin katılmak zorunda bırakılacağından ve dışında kalanların “gayrı milli” ilan edileceğinden emin olduğumuz!) bir “iç cephe” olması tesadüf sayılamaz.
Rejimin karakteri, bugüne kadarki marifetleri ve bugün yapmak istedikleriyle birlikte düşünüldüğünde bütün bunlar, eğer Kürtlere özel bir “tahsisli demokrasi” uygulamasına gidilmeyecekse, Kürt siyasetinin “demokratik toplum” hedefiyle uyumlu işler değil. Elbette demokratik hak ve özgürlüklerin kimse tarafından bahşedilmeyeceği, bunların ancak mücadeleyle kazanılabileceği söylenebilir. Ancak burada bu genellemeyle yetinmek mümkün değil. Her somut koşulda demokrasi mücadelesi siyasi iktidarlara ve onların gizli-açık işbirlikçilerine karşı verilir. Siyaset elbette birtakım taktik incelikleri de zorunlu kılar, ancak bu taktiklerin başarısı doğru bir stratejiye ve had safhada bir siyasi uyanıklığa bağlıdır. Bu konuda Kürt siyasetinin, engin tarihi tecrübelerinin ışığında herkesten daha uyanık olması, oyuna gelmemesi gerekir. Ortada pek çok şüpheli durum ve uygulama vardır. Örneğin, Kürt siyasetinin “demokrasinin esası-kaynağı” olarak gördüğü yerel yönetimlerin, yetkileri çok büyük ölçüde kısıtlanarak valilerin eline bırakılması ve bu şekilde kayyım atama zorunluluğundan kurtulma hazırlıklarının muhtemel bir “barış” ve “demokratikleşmeyle” ilgisi yoktur. Buna daha pek çok güncel örnek eklenebilir…
Devletin Kürtlere uzattığı “elin” ve kimsenin tam olarak tanımlayamadığı bu son “sürecin” temel nedeninin bir demokrasi hamlesi değil de, bölgedeki büyük çaplı siyasi-askeri gelişmelerin yol açtığı “jeopolitik” endişeler olduğu zaten açıkça ifade ediliyor. Buna rejimin kaderine ilişkin iç meseleleri de eklediğimizde gidişatın öyle Türkler ve Kürtler olarak topluca nefes alabileceğimiz türden bir “demokrasi” yönünde olmadığı görülür. Kısacası, devletimizin “milli birlik” talebiyle Kürt halkının “demokrasi” talebi arasında uyumlu bir beraberlik, gerçek dünyada, yani var olan maddi-somut koşullarda neredeyse imkânsızdır. Tabii, “milli hukuk” vb. bir mantıkla başımıza bir de “milli demokrasi” gibi bir bela musallat edilmeyecekse!
Bize gelince demokrasi konusunda da sınıfsal bir bakış açısında ısrarcıyız, çünkü demokrasinin sınıfsal bir mesele olduğu kanısındayız. Aynı şekilde, bütün toplumu ayağa kaldıracak derecede büyüyen ve güçlenen bir demokrasi mücadelesinin sınıflarlar arası bir hesaplaşmayı da gündeme getirebileceğinin farkındayız. Demokrasi sorununun ve elbette Kürt ulusal sorununun gerçek çözümünün de ucu bucağı belirsiz “demokrasi güçleri” ve sermayenin “demokratik sözcüleri” vasıtasıyla değil toplumun kahir ekseriyetini oluşturan emek güçleri eliyle gerçekleşebileceğini biliyoruz. Bu toplumsal kuralların ve “Kurtulmak yok tek başına…” ilkesinin bütün dünya halkları gibi Kürt halkı için de geçerli olduğunu bildiğimiz gibi.