EYVAH, YİNE YAPISAL REFORMLAR!

EYVAH, YİNE YAPISAL REFORMLAR!

Büyük sermaye sözcüleri iktidara yönelik “demokrasi” çağrılarının ve siyasi eleştirilerinin arasına sık sık “yapısal reform” önerilerini de sıkıştırıyorlar. Her saniyeleri muhasebe kayıtlarına geçen bu adamlar boş yere konuşmazlar; demek ki bir bildikleri var!

“Yapısal reform” en genel anlamıyla “Sistemin daha verimli çalışabilmesi ve şoklara karşı daha dayanıklı hale getirilebilmesi için o sistemin yeniden yapılandırılması” (Mahfi Eğilmez) olarak tanımlanıyor. Yani, bu kadar genel ve soyut haliyle fena bir şey değilmiş gibi görünüyor. Ancak gerçek hayatta hiçbir şeyin bu denli genel, soyut ve de masum olmadığı düşünüldüğünde orada biraz durmak gerekiyor. Bizim tarihimiz (elbette pek çok ülkenin tarihi gibi) toplumsal ve siyasi hayatımızı altüst eden, hatta olduğu kadarıyla demokrasi ve özgürlüklerimize son veren, ekonomik-sosyal kazanımlarımızı kısıtlayan veya yok eden iktisadi temelli yapısal reform örnekleriyle doludur. Bunların en bilineni 1980’deki “24 Ocak Kararları”dır . Bu “reformlar” bir yönüyle ithal ikamesine dayalı sermaye birikim tarzının derin bir krize girmesinin sonucuydu. Ancak krizin dünya ekonomisindeki genel daralmayla (1975) ilgili “küresel” bir boyutu vardı. Bu nedenle asıl sorun, krizin uluslararası eğilimler (Yani uluslararası mali sermayenin, emperyalizmin çıkarları) doğrultusunda aşılabilmesi için yeni bir sermaye birikim tarzının uygulamaya konma gerekliliğiydi.

TÜSİAD-Ordu el ele…

12 Eylül darbesinin ve ardından kurulan askeri diktatörlüğün temel nedeni, inşa edilen neo-liberal, serbest piyasacı birikim tarzının önündeki engelleri zor yoluyla kaldırmaktı. Bunun anlamı, örgütlü işçi sınıfının boyun eğdirilmesi, emekçilerin o güne kadar kazanmış oldukları hak ve özgürlüklerin tasfiye edilmesi ve siyasi demokrasi alanının daraltılmasıydı. Yani Türkiye kapitalizminin, uluslararası sermayeyle daha ileri boyutlarda bütünleşmesi ve yeni bir sermaye birikimi modeline geçebilmesi için gereken “yapısal reformlar” yüzlerce insanın öldürüldüğü, yüzbinlerce insanın yargılandığı ve büyük bir bölümünün cezaevlerine doldurulduğu bir sürecin eseri oldu. Bu reformların, mana ve ehemmiyetini açıklamak üzere edilmiş en veciz sözün zamanın TİSK Başkanı Halit Narin’in ağzından çıkan, “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde!” sözü olması boşuna değildir. Gerçekten de amaç emekçilerin hem kendilerini hem de analarını ağlatmaktı! Nitekim öyle de oldu; Büyük sermaye (TÜSİAD) ile ordunun işbirliği sayesinde işçi sınıfının canına okundu! Dönemin en sembolik örneklerinden biri, yeni iş yasasının büyük patronlardan birinin boğazdaki yalısında hazırlanmasıydı. Bazı yasaların Kalender Ordu Evi’nde hazırlandığına dair söylentiler de vardı! Okuyanlar veya yaşayanlar bilir, bu “yapısal reformların” hayata geçmesi konusunda o dönem TUSİAD’ın verdiği sınıf mücadelesinin “demokrasi” ile olumlu manada hiçbir ilgisi yoktur. O nedenle bugün her ne kadar “demokrat” kılığına girmiş olsalar da TUSİAD sözcülerinin ağzından ne zaman bir “yapısal reform” lafı duysak tüylerimiz diken diken olur!

Derviş’in fikri…

Tabii, bir de 2001 krizinin ardından gelen ve Dünya Bankası elemanı Kemal Derviş yönetiminde “15 günde 15 yasa” sloganıyla gerçekleştirilen “yapısal reformlar” vardır. Ancak bunlar, emek açısından, büyük patronların yararına yine ciddi kayıplara yol açmış olsalar da örgütlü bir işçi sınıfı direnişiyle karşılaşmamış olmaları nedeniyle kansız biçimde uygulamaya konmuştu. Böylece, siyasi etkisini ve örgütlülüğünü çok büyük ölçüde kaybetmiş olan işçi sınıfı bir kez daha yenilmiş, büyük patronlar bir kez daha kazanmış oldular…

Ancak bu kazanım, burjuva siyasetinde çok büyük bir altüst oluşa yol açarak, geleneksel “siyasi merkez”in çökmesiyle sonuçlandı. Burjuvazinin merkez partileri sermayeyi kurtarmak için kendilerini feda etmek zorunda kaldılar; bu “vatani vazifenin” bedelini parlamento dışı kalarak veya yok olarak ödediler. AKP’nin doğuşu ve hemen ardından iktidara gelmesi böyle bir sürecin sonucudur. Bedelini başkalarının ödediği yapısal reformların saltanatını AKP iktidarı sürdü. 2008 krizinin ilk evresinin görece ucuz atlatılmasının ardından (Elbette 2009 daralmasını unutmadan!) geçen birkaç yıl boyunca, dünya ekonomisini ayakta tutma amacıyla uygulanan parasal genişleme politikalarının da el vermesiyle işler bir biçimde yolunda gitti. Ancak 2013’ten itibaren iç ve dış koşulların hızla değişmeye başlamasıyla iktidarın talihi de tersine döndü. Varoluşunu neredeyse tamamen dış kaynaklara bağlamış olan “kırılgan” Türkiye ekonomisi kriz sinyalleri vermeye başladı. Bu süreçte Türkiye bir de rejim değişikliği yaşadı. Pek çok şeyin yanı sıra İstanbul seçimlerinin iptali de bu sürecin bir sonucudur!

Yeniden…

Eski “yapısal reformların” anıları henüz tazeliklerini korurken Türkiye finans kapitalinin önde gelen sözcülerinin yeniden yapısal reform diye tutturmaları elbette boşa değil. Türkiye ekonomisi yeniden derinleşen bir kriz sürecinde. Dünya ekonomisinde beklenen yeni bir resesyon dalgasıyla şiddetlenmesi kaçınılmaz bu krizin burjuvazi lehine aşılmasının ancak emek sömürüsünün artırılmasıyla mümkün olduğu cümlenin malumu. Bu sadece bir takım ekonomik-siyasi yöntemlerle emeğin “disiplin” altına alınmasıyla, çalışma koşullarının daha da “esnetilmesi” (esnek çalışma) ile sınırlı bir iş değil; aynı zamanda kamu kaynaklarının büyük sermayeye aktarılmasını ve sosyal harcamaların ciddi kesintilere uğratılmasını da gerekli kılıyor. Tabii, Hazine ve Maliye Bakanı Damat Berat Bey’in vırt zırt açıkladığı paketlerde işin dönüp dolaşıp kıdem tazminatlarının fona devredilmesine ve zorunlu Bireysel Emeklilik Sigortası’na gelmesi de nedensiz değil!

Bir varmış bir yokmuş; Burjuvazi ile demokrasi…

En baştaki konumuza, yani büyük sermayenin “yapısal reformlar” talebine dönecek olursak; bütün bu anlattıklarımız, Türkiye’deki demokrasi yokluğunun veya eksikliğinin (!) asıl olarak, demokrasinin canına kastetmiş paşalardan, ahlaksız, kötü ve beceriksiz politikacılardan öte, Türkiye kapitalizminin sonu gelmez bir “yapısal reform” sorunundan kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Yani çoğu zaman veya daha dakik bir ifadeyle kriz dönemlerinde (Buna krizin atlatılmasının ardından gelen uzun dönemi de ekleyebiliriz) burjuvazinin çıkarlarıyla demokrasi arasında ciddi uyumsuzluklar, hatta zaman zaman “uzlaşmaz çelişkiler” olduğunu söyleyebiliriz. Büyük burjuvazinin bugünkü “demokrasi talebi”, kendisiyle siyasi iktidar arasındaki sorunlara, iktidarın dış dünya ile kötüleşen ilişkilerine ve krizin yol açtığı ekonomik duruma ilişkindir; daha fazlasına değil! Bu bağlamda, bizim hayrımıza yönelik bir şeyden söz edemeyiz. Demokratik hak ve özgürlüklerimizle sermayenin daha yüksek kâr ihtiyacı arasındaki uyumsuzluk sürdürülemez bir hal aldığında büyük patronların tercihinin kârlarından yana olacağından kesinlikle eminiz!

Ya muhalefet..?

Neo-bonapartist bir burjuva iktidarı olarak Saray rejiminin durumu malum. (Bu başka bir yazının konusu) O, elindeki imkânlarla girdiği çıkmazlar arasında “popülist” iktidarının çöküşüne yol açmayacak çıkar bir yol arıyor. Ancak bu noktada insanın aklına ister istemez “Ya muhalefet bu konularda neler düşünüyor?” sorusu geliyor. Muhalefete göre de Türkiye’deki ekonomik krizin çözüm yolu “demokrasi” ve “yapısal reformlar”dır! Yani temel konularda burjuva muhalefet ile büyük sermaye arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Uzun yıllardır bizim memlekette (tabii, daha birçok memlekette) demokrasi, soyut ve “tekabüliyetsiz” (toplumsal-sınıfsal bir temeli, belirleyeni olmayan) salt siyasi-ideolojik bir “söyleme” dönüştürüldüğü için devrimci sosyalistlerin dışında kimse hedeflenen “demokrasinin” toplumsal karşılığının ve sonuçlarının ne olacağı konusunda bir şey söylememektedir. Tabii bu esas olarak sınıfsal bir tercihtir. Mesela CHP, bütün “sosyal demokratlık” iddialarına rağmen sözünü ettiği demokrasinin “sosyal” yanıyla, yani “üretim ilişkileri” düzeyindeki durumuyla ilgili tek bir laf etmemektedir. Üretim ilişkileri düzeyinde hangi sınıf hangi bedelleri ödeyecektir. Burjuvazi kendi krizinin bedelini “yapısal reformlar” adı altında yine işçilere, emekçilere mi fatura edecektir? İşçiler yine “ekmek kapılarının kapanmaması için” bağırlarına taş basıp düşük ücretleri, yoksullaşmayı, hak kayıplarını ve elbette işsizliği sineye çekmek zorunda mı kalacaklardır? Sahi CHP (ve elbette diğer muhalefet) bu konularda neler önermektedir. Yoksa bütün dertlerimizin çözümü AKP’nin gitmesinin ardından gelmesi beklenen “demokrasi” midir? En önemlisi de demokrasi alanının çalışan halk yararına genişlemesi, sermayenin çıkar alanını daralttığında öncelikle vazgeçilecek olan hangisidir?

Dikkat..!

Ortada “kuru kuruya” bir demokrasi tartışması ve beklentisiyle çözülemeyecek kadar ağır bir sorun vardır; ve büyük sermaye yeni bir kriz sürecinde yine bir takım “yapısal reformlar” talep etmektedir! Kendimizi TÜSİAD sözcülerinin anlattığı demokrasi hikâyeleriyle oyalamadan, bütün dikkatimizi bu “yapısal reform” taleplerinin içyüzü üzerinde toplamamız gerekmektedir…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında