Sürekli devrim; her zaman her yerde..!
“Sürekli Devrim”in ne olduğunu ve neleri kapsadığını Troçki’den bir alıntıyla kısaca bir kez daha hatırlatalım:
“Geri kalmış burjuva ulusların demokratik görevlerinin, çağımızda, proletarya diktatörlüğüne yol açtığını ve proletarya diktatörlüğünün sosyalist görevleri gündeme getirdiğini gösterdi. Teorinin ana fikri burada yatmaktaydı. Geleneksel görüş proletarya diktatörlüğünün uzun bir demokrasi döneminden sonra gelebileceğini ileri sürerken, sürekli devrim teorisi, geri kalmış ülkeler için demokrasi yolunun proletarya diktatörlüğünden geçtiği gerçeğini ortaya çıkardı. Yani demokrasi, yıllar boyunca kendine yeterli bir halde kalan bir rejim değil, ama sosyalist devrimin doğrudan başlangıcı idi. Bunlar birbirine kırılmaz bir zincirle bağlıydı. Böylece, demokratik devrim ile toplumun sosyalist yeniden inşası arasında sürekli bir devrimci gelişme çizgisi kuruluyordu.
Sürekli devrim teorisinin ikinci yanı, sosyalist devrimin kendisiyle ilgilidir. Tüm toplumsal ilişkiler çok uzun bir süre ve sürekli iç mücadeleler içinde, dönüşüm geçirirler. Toplum deri değiştirmeye devam eder. Değişimin her aşaması dolaysız olarak bir öncekinden köklenir. Bu süreç zorunlu olarak politik bir nitelik taşır, yani değişim halinde olan toplumun içindeki çeşitli grupların çatışmaları ile gelişir. İç ve dış savaşlar yerlerini ‘barışçı’ reform dönemlerine bırakır. Ekonomi, teknik, bilim, aile, ahlak ve günlük hayattaki devrimler karmaşık karşılıklı etkiler içinde gelişir ve toplumun dengeye ulaşmasına engel olur. Sosyalist devrimin sürekli niteliği (abç) burada bulunmaktadır.
Sürekli devrim teorisinin üçüncü yanını oluşturan, sosyalist devrimin uluslararası niteliği, insanlığın bugünkü iktisadi durumundan ve toplumsal yapısından kaynaklanmaktadır. Enternasyonalizm soyut bir ilke değil, fakat dünya ekonomisinin karakterinin, dünya üretici güçlerinin gelişiminin ve sınıf mücadelesinin dünya ölçüsünde yaygınlaşmasının teorik ve pratik yansımasıdır. Sosyalist devrim ulusal sınırlar içinde başlar fakat bu sınırlar içinde tamamlanamaz(…) ulusal devrim kendi içinde yeterli bir bütün değildir; o uluslararası zincirin yalnızca bir halkasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.” (Sürekli Devrim. Köz 1976. S:15-16)
Bu alıntıdan pek çok sonuç çıkarabiliriz, ancak çıkartılabilecek en önemli sonuç, devrimin “süreklilik” ilkesinin evrensel bir karakter taşıdığı; sömürge, yarı sömürge veya bağımlı- geri kalmış ülkelerle ve tek bir gelişme düzeyiyle sınırlı olmadığıdır. Yani “sürekli devrim” gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryaları için de gereklidir. Buradan yola çıkarak, mesela geri ve bağımlı kapitalist bir ülke olarak Türkiye’nin bir “yarısömürge” olmamasının “sürekli devrimi” ülkemiz açısından geçersiz kılmayacağını söyleyebiliriz.
Ancak pek çok kişisel veya politik gözlem devrimci Marksist saflarda böyle bir endişenin varlığını göstermektedir. Bu sorun daha çok “antiemperyalist görevlerimiz” bâbında ortaya çıkmaktadır. Yani, ülkemiz bir “yarı sömürge” (veya başka tür bir sömürge) olarak kabul edilmediği takdirde antiemperyalist görevlerimiz de dahil programımızın önemli bir bölümü geçerliliğini kaybeder; “sürekli devrim” stratejimiz ciddi biçimde sakatlanır! Bu durumda devrimimizin “demokratik” görevleri bile bizi kurtaramaz!
Bu endişe sadece “sürekli devrim” teorisi konusundaki eksik bilgi ve hatırlamalardan kaynaklanmaz. Arka planında, “üçüncü dünyacı”azgelişmişlik ve emperyalizm-antiemperyalizm anlayışının etkileri vardır. Mesela, emperyalist egemenlik altındaki ülkelerde gerçek bir kapitalist gelişme olamayacağı veya azgelişmiş ülkelerin “sürekli ve mutlak bir durgunluk” içinde olduğuna ilişkin bir çeşit “antiemperyalist” inanç, bu “azgelişmişlikçi” anlayıştan kaynaklanır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, bir ülkenin yarı sömürge olmamasının onun emperyalizmin egemenliği altındaki bir dünyada “tam bağımsızlığına” delalet ettiği; bunun yanı sıra emperyalizme bağımlılık koşullarında ciddi bir ekonomik gelişmenin de ortaya çıkması halinde, hem emperyalizm teorisinin, hem de devrim teorisinin geçerliliğini kaybedeceği düşüncesidir. Bu bakış açısı, gelişmiş, “çarpık” olmayan ve de “bağımsız“ kapitalizme gizli-açık bir hayranlık duyan, hatta “ilk aşamada” böyle bir gelişmeyi hedefleyen Stalinist veya “azgelişmişlikçi-üçüncü dünyacı” akımlar için normal sayılsa da devrimci Marksistler için geçerli olamaz. Sürekli devrim teorisinin geçerliliği, ne sadece çeşitli biçimleriyle sömürgeciliğe, ne de mutlak ve “kıpırtısız” bir ekonomik geriliğe bağlıdır. Aksine teori, bütün dinamikleriyle sürekli hareket halindeki bir dünya ekonomisini, hiyerarşi içindeki konumları sürekli değişen ülkeleri ve aynı dinamiklerin bir ifadesi olarak eşitsiz ve bileşik gelişme yasasınıtemel alır. Aksi halde teori, üstelik bir de feodal veya diğer kapitalizm öncesi toprak mülkiyeti biçimlerinin ortadan kalkmasıyla tamamen geçersiz hale gelirdi!
Alman Proletaryasının Antiemperyalist Görevleri
Bir ülkenin yarı sömürge olmaması emperyalizme karşı mücadele görevini ortadan kaldırmaz. “Alışılmış” olanın aksine, emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada, emperyalist ülkelerin proletaryaları da dahil, dünya işçi sınıfının ve onun tek tek ulusal kesimlerinin antiemperyalist görevleri vardır. Ancak bu görev, doğrudan işgal altındaki ülkelerde, gerçek sömürge ve yarı sömürgelerde (Mesela geçmişteki Osmanlı, İran. Çin, Mısır vb. devletlerde) ve günümüzde buna yakın konumdaki bazı örneklerde) karşımıza bir “ulusal bağımsızlık” sorunu olarak çıkarken, gelişmiş ve her boydan geri-bağımlı ülkelerde yerli ve uluslararası kapitalizme karşı mücadele bağlamında ortaya çıkar.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryasının antiemperyalist görevlerinden söz etmek, alışkanlıklarımız nedeniyle tuhaf karşılanabilir. Oysa hem geçmişteki birkaç kez “direkten dönmüş” haliyle, hem de çok uzak bir ihtimal gibi görünen bugünkü haliyle bir Alman devrimi kaçınılmaz olarak bir yandan kendi emperyalist burjuvazisiyle mücadele ederken, öbür yandan, aynı anda onun yardımına koşacak olan uluslararası emperyalist koalisyonla da savaşmak zorunda kalacaktı(r). Üstelik devrim bir yana, normal şartlarda dahi kendi tarihsel ve nesnel çıkarları açısından, farkında olup olmaması bir yana, Alman proletaryasının emperyalizme karşı mücadele görevi vardır. Bu, Almanya’nın “ulusal bağımsızlığı” ile ilgili olmasa da “enternasyonalist -antikapitalist” bir görevdir.
Üstelik bu görev, bazı tarihsel dönemlerde bazı gelişmiş ülkelerde de kelimenin tam anlamıyla “ulusal kurtuluş” sorunu olarak ortaya çıkabilir. Yine Almanya örneğinden gidecek olursak, İkinci Emperyalist Savaş sonrası dörtlü yabancı işgal altındaki ülkede faşizm (burjuvazi), sosyal demokrasi (işçi aristokrasisi) ve Stalinizm (bürokrasi) eliyle örgütsel ve politik olarak mahvedilmemiş bir işçi sınıfı olsaydı, bu sınıf “ayağa kalktığında”, karşısında elbette bir proleter devrimi yoluyla çözülecek olan “ulusal kurtuluş” göreviyle yüz yüze kalacaktı.
Türkiye’de…
Diğer azgelişmişlere gelince. Eğer bir ülke doğrudan işgal ve yabancıların yönetimi altında ulusal egemenliğini (sömürge) veya yabancı bir gücün kontrolünde, “ulusal egemenliğinin bütünlüğünü kaybetmiş” (yarı sömürge) bir halde değilse, ülkenin geri kalmışlığı ve bağımlılığı, o ülke devriminin karşısına ister “bağımsız bir aşama” olarak, isterse de bir proletarya devrimine “yedirilmiş” olarak bir “ulusal” anlamda bir kurtuluş veya bağımsızlık sorunu çıkarmaz. Bu sorun kapitalizmi tasfiye edecek bir devrimin engellenmesi amacıyla iç gericiliğin de desteğini alan emperyalist (veya değil) dış güçlerin doğrudan askeri müdahalesi ve işgali sonunda ortaya çıkar. Böyle bir durum ise, aynı Rus Devrimi’nde olduğu gibi başlı başına bir “ulusal kurtuluş savaşına” dönüşmeden, devrimin kendisini hem emperyalist dış müdahaleye hem başta burjuvazi olmak üzere iç gericiliğe karşı savunduğu, iç savaş ağırlıklı bir mücadele olacaktır.
Proletarya devriminin gerçekleştiği bir Türkiye’de de muhtemelen Rusya’dakine benzer bir durum yaşanacaktır. Ancak bu bir yana, Türkiye’de emperyalizme karşı bir “ulusal” kurtuluş veya bağımsızlık görevinin veya “aşamasının” olmaması Türkiye devriminin antiemperyalist görevlerini ortadan kaldırır mı? Elbette hayır. Türkiye, emperyalizmle (dünya ekonomisiyle değil!) bağlarını kesip sistemin belirleyici kurallarının dışına çıkarken emperyalizmin ekonomik, mali, askeri ve diplomatik kurumları ve denetim araçlarıyla da bağlarını koparmak, bu yolda açık veya örtülü pek çok dış müdahaleyi ve baskıyı da göğüslemek zorundadır. Yani programımızda yer alan NATO’ya, IMF’e, Dünya Bankası’na vb. hususlara ilişkin maddeler geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Ayrıca bu mücadele, kamulaştırılan üretim araçlarının yabancılara ait bölümleri veya ödenmesi reddedilecek dış borçlar nedeniyle daha da şiddetlenecek, Türkiye ekonomik abluka ve cezalandırma biçimindeki emperyalist bir saldırıyla da karşı karşıya kalacaktır. Ancak bütün bu mücadelelerin Türkiye gibi “az-orta derecede gelişmiş bağımlı bir kapitalist ülkede” emperyalizme karşı mücadele temelde kapitalizmin, yerli yabancı büyük özel mülkiyetin tasfiyesi mücadelesi ekseninde yürüyecektir. Kısacası, bugünün Türkiye’sinin Osmanlı gibi bir “yarı sömürge“ olmaması, (veya feodal vb. kapitalizm öncesi toprak mülkiyeti biçimlerinin yokluğu) Türkiye’de “sürekli devrim”in gerekliliğini ortadan kaldırmaz…
Ancak yine de Türkiye’de sürekli devrimin görevleri açısından bir “ulusal sorun”un olmadığı söylenemez. Türkiye’de bir Kürt ulusal sorunu vardır. Sorun eğer, Türkiye’de iktidarı ele geçirecek bir devriminin patlak vermesinden önce “bağımsızlık” biçiminde bir çözüme kavuşmamışsa, gerçek bir çözüme ulaşana kadar devrimin başlıca görevlerinden biri olacaktır; elbette bütün diğer etnik sorunlarla birlikte…