BÜTÜN BUNLAR KİMİN İÇİN?

BÜTÜN BUNLAR KİMİN İÇİN?

“Berat Bey’in İstifası” adlı yazıyı şöyle bitirmiştik:

“Sorunun ekonomik boyutu elbette ayrıca bir analizi gerektiriyor. Ancak rejimin öncelikleri ve sınıfsal karakteri itibariyle muhtemel bir yeni ekonomik yönelişin de işçilerin ve diğer emekçilerin, ezilenlerin temel sorunlarının çözümüyle  bir ilgisinin olmayacağını biliyoruz. Siyasi iktidarın ve büyük sermayenin, halen içinde olduğumuz salgın dönemindeki politikası ve kaldığı kadarıyla işçi haklarını ortadan kaldırmaya yönelik yasa hazırlıkları bunu gösteriyor. Bütün burjuva rejimleri gibi bu rejimin hedefi de ağır bir ekonomik krizin bedelini çalışanlara, yoksullara ödetmektir. Çıplak gerçek budur…”

Çok kısa bir süre sonra cümlenin malumu olan bu “çıplak gerçeği”, başta RTE olmak üzere yetkililerin ağzından da dinledik. Devletimizi ve milletimizi durumun gereklerine uygun fedakârlıklar ve “acı reçeteler” beklemekteydi. Oysa Berat Bey istifa edene veya ettirilene kadar Türkiye’nin nasıl “uçtuğu” veya “uçurulduğu”, ekonominin ne kadar iyi olduğu üzerine nice hikâyeler dinlemiştik. Tabii eleştirimizi, burjuva muhalefetin yaptığı gibi, iktidarın ve başındakilerin tutarsızlıkları, dün ne deyip bugün nasıl tam tersini söyledikleri üzerinden yapacak değiliz. Böyle rejimlerin “başarılarını” bu tür tutarsızlıklara borçlu olduklarını, otokratların en iyi yaptıkları işin bu olduğunu, hem tarihi, hem de güncel örneklerden biliyoruz.

Niyet belli

RTE’nin ve atadığı yeni memurların açıklamaları krizin bedelinin doğrudan emekçilere, yoksullara, alt sınıflara ödetileceğini gösteriyor. Yani “acı reçetenin” içindeki acı ilaçlar, daha öncekiler gibi yine halka içirilecek; RTE’nin sözünü ettiği fedakârlığı, her zaman olduğu gibi yine emekçiler yoksullar yüklenmek zorunda kalacak. Fedakârlık faslında devletin adının geçtiğine bakmayın. “Çaresizce” kabullenilecek bazı zorunlu “fedakârlıklar” dışında, rejimi ayakta tutan projeler, gizli açık masraflar ve kaynak aktarımları konusunda bir kısıtlama beklemek abes olur. Kesin tecrübeler, devletteki kesintilerin daha çok halka yönelik hizmetlerle ilgili olacağını gösteriyor; yani eğitim, sağlık vb. harcamalar. Ancak kesinlikle daha fazlası da var: Zaten düşük olan ücretler ve alım gücü, çok küçük artış oranlarıyla, sosyal hak kısıtlamalarıyla, çalışma koşullarının ağırlaştırılmasıyla, sahte enflasyon oranlarıyla, vergilerle, artan hayat pahalılığıyla ve de pandemi bahanesiyle daha da düşürülecek. Hayat, hem iş bulup çalışabilenler, hem de sayıları daha da artacak işsizler için iyice berbat bir hale gelecek.

Sermaye memnun: “Onların kazancı bizim kazancımız!”

Yerli ve yabancı sermaye sahiplerinin, büyük sermaye örgütlerinin ve piyasaların memnuniyeti boşa değil. Çünkü onlardan beklenen bir fedakârlık yok. Aksine RTE, patronların, iç ve dış yatırımcıların kazancını kendi kazançları olarak gördüklerini söyledi; yani onlar sadece kazanacak, onlar kazandıkça iktidar da kazanacak. Bu bir sermaye iktidarı olmanın, güçlü bir sınıf dayanışmasının en açık örneği. Gerçi siyasi iktidarla yerli-yabancı mali sermaye arasında epeyce bir süredir belirli anlaşmazlıklar, güvensizlikleri var. Sermayenin en önemli dertlerinden biri iktidarın ve en tepedeki şahsın “öngörülemezliği” idi. Şimdi iktidar, aslında ne kadar “öngörülebilir” ve “şeffaf” olduğunu kanıtlayacak bir program ve siyaset tarzı sunma çabasında: Yeniden hukuka, adalete dönüleceğini açıklıyor. Meğer Damat Bey zamanında neler çekmişiz; ne hukuk, ne de adalet varmış! Sadece ekonomik bir felâket değil, tam bir demokrasi felâketi de yaşamışız. Onun gidişiyle adeta bir “yeniden doğuş”  dönemine giriyoruz! Tabii, sarsılan güvenin tamiri kolay değil; öncelikle senelerdir enflasyonun nedeni olduğu söylenen faizlerin bilmem kaç yüz “baz puan” artırılıp çekici hale getirilmesi gerekiyor. Artırılsın  ki, dövizden, altından çıkılsın, TL’ye ve Türkiye’ye dönülsün.  Dehşetli döviz sıkıntısını giderecek yabancı sıcak para gelsin. Açıklar kapansın, borçlar ödensin! Evet, kadim dostlarımızı bekliyoruz; hani şu meşhur “dış güçleri”, RTE’yi devirmeyi kafaya takmış “faiz lobilerini” falan; hem de hasretle!

Demokrasi sahiden şart mı?

Bütün bunlar zorunlu bir demokratikleşme ihtimaline işaret ediyor olabilir mi?  Bizce etmiyor. Nedeni açık: Suçu kime yıkmaya çalışırsa çalışsın, bu memlekette 18 yıldır yapılan her şey öncelikle RTE’nin eseri.  Üstelik bu ülkede yeni bir rejim inşa edildi. Başta, en sudan nedenlerle herkesi içeri tıkmaya hazır bir iktidar yargısının kurulması olmak üzere “hak, hukuk, adalet” alanında yaşanan her şey bu rejimin gereği; bilinçli olarak yapılmış işler. Yani, o saray, “Saray” olarak kalacaksa, oradan bir demokrasi çıkmaz! Ayrıca biliyoruz ki ekonomik gelişme ve yüksek kârlar için demokrasi falan şart değil. Pek çok ülkede ekonomik gelişme, işçi sınıfını, emekçileri ağır ekonomik, siyasi baskılar altında tutan diktatörlükler, polis devletleri sayesinde sağlanmış. Kârlar böyle artırılmış, krizler böyle aşılmış (Güney Kore, Şili, Endonezya ve daha niceleri…) Buralarda sermayenin bütün kesimleri, bu arada yabancı sermaye de, halkın demokratik hak ve özgürlükleriyle değil, sadece rejimin gücü ve istikrarı ve de kendilerine verilen garantilerle ilgilenmişler. En “demokratik” olanlar da dahil diğer devletlerin o ülkelere yönelik tutumunu da bu garantiler belirlemiş.

Zaten neo-liberalizm veya ekonomik liberalizmin çeşitli türleri için demokrasi hiçbir zaman en birinci şart olmamış, “özgürlük” yeterli görülmüş. Tabii çalışanların özgürlüğü değil, girişimcilerin özgürlüğü; onların kısıtlayıcı devlet müdahalelerine maruz kalmama özgürlüğü.  Teorisyenleri bunu söylüyor. O nedenle devletin “gece bekçiliği” veya dışarıda askerlik, içeride polislik yapması yeterli. “Totaliter” yönetimlere  değil, ama “otoriter” yönetimlere  bir itirazları yok.

Bizle bir ilgisi yok!

Kısaca RTE’nin sözünü ettiği ekonomik düzeltmelerin,  hukuk ve adalet üzerine söylediklerinin, olumlu anlamda,  bizimle bir ilgisi yok. İktidar, ekonomi ve demokrasi alanında emekçilere, muhaliflere değil, yerli ve yabancı sermayeye, yatırımcıya garanti veriyor: Sermayeye el koymayacağını, sert davranmayacağını, politik baskı uygulamayacağını, bir anlaşmazlık durumunda bir takım öngörülebilir ve kesin kurallara uyacağını söylüyor. Yani bir nevi tek taraflı bir “burjuva demokrasisinden”, başka bir deyişle “burjuvazi için demokrasiden!” söz ediyor.  Yerli ve yabancı büyük sermayenin, sıcak ve soğuk paracıların beklentileri ve de rejimin vaatleri bunlar.

Bu arada uluslararası mali sermayeyle yeniden bir güven tesisinin yanı sıra, başlıca emperyalist merkezlerle de daha güçlü politik ilişki arayışları var. Bu mecrada işlerin nasıl gideceğini, rejimin dış politikasının ve ittifak stratejisinin nasıl bir şekil alacağını, RTE’nin emperyalist sistem içindeki konumunun ne olacağını göreceğiz. Kısacası RTE ağırlaşan kriz koşullarında halkın sorunlarını değil, Türkiye kapitalizminin ve Saray rejiminin iç ve dış sorunlarını çözmeye çalışıyor. O nedenle bazı kıvrılmalar olsa da rejime ilişkin temel değişiklikler beklememek gerekiyor.

Bir şey beklememek

Bize kalırsa hak, hukuk, adalet ve demokrasi konusunda birtakım hayallere, bir “U dönüşü” beklentisine kapılmak akıl kârı değil. Vurguladığımız üzere, bunların hepsi yerli ve yabancı sermayenin güvenini yeniden kazanmakla, rejimi ayakta tutmakla ilgili işler.  Bize düşecek olan, her zamanki gibi yine grev yasakları, düşük ücretler, hak kayıpları, daha kötü çalışma koşulları… Mesela “hukuk” alanında iş ve sendika yasalarında, esnek ve sözleşmeli çalışma, kıdem tazminatı vb alanlarda birtakım kötüleştirmeler, hatta Allah muhafaza “yapısal reformlar” bekleyebiliriz. Emekçilere, yoksul halka hayrı dokunacak bir demokratikleşmeyi bu rejimin kaldırması mümkün değil.

Dediğimiz gibi maddi olarak ayakta kalabilmek için birtakım kalemlerden fedakârlık yapsalar bile, bu rejime temel niteliklerini kazandıran birtakım iç ve dış harcamalardan vazgeçemezler. Bu da bu kriz koşullarında halkın üzerine daha çok abanmaları, daha fazla vergi, kesinti, pahalılık demek. Yani nefes almamızı sağlayacak bir rejim değişikliğine, demokratikleşme ihtimaline bel bağlamak enayilik olur.  Rejim “hukuk ve adaleti” ve daha iyi “yaşam koşullarını” sadece sermaye için düşünmektedir.

İşçi sınıfı, kendi olmazsa olmaz hak ve özgürlüklerine sahip çıkıp hem ekonomik hem de siyasi olarak daha fazlası için mücadele etmezse, her şey “kötüden betere” gidecektir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında