1-Rejim değişikliği, sadece Türkiye’de yaşanmadı ve yaşanmıyor. Bu değişim, çeşitli aşamalardaki süreçler olarak dünyada giderek artan sayıda bir “yeni-Bonapartizm”le yönetilen ülkeler grubu oluşturmaya başladı. Bunu her zaman olduğu gibi kestirmeden “faşizm” olarak tanımlayanlar var. Ancak bu kesim, burjuvazinin her türlü diktatörlüğünü, bütün burjuva baskı rejimlerini “faşizm” olarak tanımladığı için faşizm kavramı ciddiyetini kaybediyor. Her şey faşizm olunca, ya yenilgi baştan kabullenilmiş oluyor ya da faşizm, düşünce düzeyinde, aslında bir biçimde “yaşanabilir”, “sıradan” bir baskı rejimi haline geliyor .
Elbette bir siyasi rejimin “faşizm” olmaması iyi bir şey olduğu anlamına gelmiyor! Burjuvazinin toplumsal egemenliğinin korunmasına yönelik bir dizi “devlet biçimi” (rejim) var. Sözünü ettiğimiz “yeni-Bonapartizm” de bunlardan biri. Diğerleriyle paylaştığı bazı ortak özelliklerin yanı sıra “yeni” sıfatını gerektiren kendine has yönleri var. (Bunları çeşitli yazılarda belirttik.) Ayrıca kendi iç dinamikleri ve toplumsal, politik sonuçları açısından diğer burjuva diktatörlükleri ile ciddi bir “geçişlilik” eğilimi, potansiyeli taşıyor. Bu nedenle salt kendi başına ele alınmamasında yarar var.
2-Her şeyi faşizm tanımının içine sokanlar şu soruyu sorabilirler: “madem faşizm değil, nasıl diktatörlük oluyor?” dediğimiz gibi, burjuvazinin tek diktatörlük biçimi faşizm değil. Sözünü ettiğimiz “Bonapartizm” türü de bir diktatörlük yönetimi. Bunun dünyadaki ve Türkiye’deki (çeşitli aşamalardaki) örnekleri ele alındığında, mesela en erken ve olgunlaşmış örneği olarak Rusya”daki Putin rejimi bir diktatörlük. (Bu yeni rejim türüne ilk örnek olması nedeniyle “Putinizm” de deniliyor!) Tabii, Türkiye’de de hemen hemen aynı “değerde” bir RTE örneği var. RTE bir diktatör mü? Evet, bir diktatör! Kurduğu yeni rejim nasıl bir diktatörlük? Diğer burjuva diktatörlük türlerinin (faşizm, Bonapartizm, askeri diktatörlük vb.) çeşitli dozlarda bazı “esintilerini” de taşıyan, ancak dünyadaki örnekleriyle birlikte yeni türde ve kendine has farklılıklar da gösteren bir çeşit diktatörlük. Mesela “serbest” seçimlerle gelebilecek HDP’li belediye başkanlarını, “terörle ilişkileri” nedeniyle görevden alıp yerlerine kayyum atayacağını şimdidenilan edebilen bir diktatörlük. Burada “terörle ilişki suçu”nun yasal değil, tamamen siyasibir durum olduğunu, yani iktidardaki güç tarafından duruma görekullanılacağını açıkça görüyoruz . Aksi halde “terörle ilişkili” görülen kişilerin seçilmeden önce de derdest edilmeleri veya aday olarak seçimlere sokulmamaları gerekirdi! Kısacası, duruma göre, yürürlükteki yasaların dahi geçerli olmadığı veya istenildiği gibi eğilip bükülebildiği veya çoğunluk oyuyla “adrese teslim torba yasaların” çıkarılabildiği bir keyfiliksöz konusu.
3-Elbette diktatörlüklerde de yasalar vardır, ancak “yasallık” diktatörlüğe mani değildir. Yapılan yasalar (özellikle bunların siyasi olanları) doğrudan veya dolaylı biçimde muhalif olan her şeyi ezmeye yöneliktir. Ancak keyfi yönetimin önemli bir başka özelliği de, “hukuk tanımazlığın” da ötesinde yasa tanımazlıktır. Bu durum Türkiye’nin “yeni-Bonapartist” rejiminde de giderek daha sık biçimde görülmeye başlanmıştır. En yeni örnek, AİHM’in Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğunun sona erdirilmesiyle ilgili kararının, uygulanması yasal bir zorunluluk olduğu halde uygulanmamasıdır. Çünkü Salahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması seçim sonuçlarını iktidar aleyhine etkileyecektir. Burada da geçerli olan keyfiliktir. Bu da evrensel anlamda diktatörlüğün en önemli kanıtıdır.
4-Tabii sorun sadece seçilenlerin keyfi biçimde görevden alınması, dokunulmazlıklarının kaldırılması (ve çoğu zaman hapse atılması) değildir. Ortada bir de “serbest seçimler” sorunu vardır. Neo-Bonapartizmin en önemli niteliğinin,meşruiyetini“serbest seçimlere”, diğer adıyla “millet iradesine” dayandırması olduğunu pek çok kez vurguladık. Yani bu “meşruiyetin” devamı seçimlerin kazanılmasına bağlıdır; ve bu nedenle seçimler mutlaka kazanılmalıdır! Oysa 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana iktidar, oy oranları bakımından bir gerileme sürecine girmiştir. RTE, 7 Haziran’da ilk defa tek başına iktidar olamama durumuyla karşı karşıya kalmıştır. 1 Kasım 2015’teki oy artışı ve yeniden tek başına iktidar imkânı, kanlı bir terör ve korkutma kampanyası sayesinde elde edilmiştir. Ondan sonraki başkanlık referandumu, başkanlık ve parlamento seçimlerinde bu düşüş eğilimi devam etmiş ve bu seçim ve oylamalar, yasal engellere rağmensonuçların açık müdahaleler, yolsuzluk ve hilelerle değiştirilmesi yoluyla kazanılmıştır. (Oy pusulalarına basılması zorunlu olan mühürlerle ilgili kuralın seçimler sırasında değiştirildiğini hatırlayalım!) Üstelik bütün bunlar, herkesin gözü önünde yapılmasına rağmen engellenememiştir. Çünkü iktidarı sınırlayabilecek, ona kanunsuzlukları nedeniyle yaptırım uygulayabilecek hiçbir güç yoktur. Bütün güçler iktidarın eline geçmiştir. Bütün bunların yanı sıra, bir diktatörlüğün açık kanıtı olarak “keyfiliğin” de ötesine geçilmiş ve açık veya örtülü biçimlerde “zor kullanma” tehdidi devreye sokulmuştur. Yasalara rağmen, açıkçayolsuzluk, usulsüzlük ve hile yoluna sapılmasına yönelik itirazlar, hem hukuken tarafsız olması gereken ilgili kurumların (mesela YSK) doğrudan iktidarın denetiminde ve RTE’nin emri altında olması, hem de artık giderek aleni bir hale gelmiş olan “silah teşhiri” nedeniyle etkisiz kalmaktadır. Mesela 16 Nisan referandum sonuçlarının kanunsuzluk ve usulsüzlük-hile yoluyla “yer değiştirmesine” karşı çıkamayan ana muhalefetteki CHP, sessiz kalma gerekçesinin “sokaktaki silahlı adamlar” olduğunu adeta “normal” bir şeymiş gibi açıklamıştı! Sokakta gerçekten yeni rejim tarafından örgütlenmeye başlanan silahlı güçler vardır.
RTE’nin başkanlığının, yani yeni bir rejim inşasının yolu, 16 Nisan referandumunun sonuçlarının değiştirilmesiyle açılmıştır. İktidarın sonraki “seçim başarıları”, aynı usullerin kullanılmasının da yardımıyla bu sayede gerçekleşmiştir. Yani eğer hilesiz bir referandum gerçekleşmiş olsaydı “başkanlık seçimleri” de yaşanmayacak ve RTE “başkan” olamayacaktı!
5-Yeni-Bonapartist bir rejimin tipik özelliklerinden biri burjuva demokrasisi kabuğualtında, yani genelde onun bütün kurumsal görüntülerini“varmış gibi” muhafaza ederek, bir “meşruiyet kaynağı” olarak kullanmasıdır. (Elbette bizdeki örnekte de görüldüğü üzere, kendi suretinde yeni ekonomik, politik ve toplumsal kurumlar ve örgütler de yaratılarak hâkimiyet perçinlenir.) Ancak bu durumun Türkiye’nin geçmiş Bonapartist ve yarı- Bonapartist rejimlerinden farkı, kesin bir keyfilik ve bunun zorunlu bir sonucu olarak aleni ve yasa dışı zorbalıktır.
Oysa geçmiş “Bonapartizmlerimizin” farkı (Askeri müdahale gibi kısa istisnai durumlar haricinde) devletin ve temsil ettiği burjuva düzeninin iç dengeleriaçısından gerekli kurallara, teamüllere ve yasalara uyulması, her şeyin “kitabına uydurulması” zorunluluğuydu. 1960 sonrası dönemde geçerli olan yarı-Bonapartist denetim rejiminin, anayasada yer alan, iktidarları sınırlamaya yönelik denetim kurumları sayesinde (başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere pek çok denetim kurumu) bir çeşit “özgürlükçü demokrasi” olarak görülmesinin bir nedeni de budur. (Bak: Hâlâ övgüyle sözü edilen 1961 Anayasası) Şimdi iktidarda olan “sokağa düşmüş haliyle” Bonapartizmin (Yeni-Bonapartizm) bu tür “denge-denetim” dertlerinin olmaması nedeniyle Türkiye kendi baskı rejimleri tarihinin farklı bir dönemini yaşamaktadır.
Keyfilik ve zorbalık, bir diktatörlüğün “alameti farikaları”dır. RTE’nin inşa ettiği yeni rejim bu temel özellikleri nedeniyle “başlı başına” bir diktatörlüktür. Çeşitli iç dönüşümler veya yıkılma yoluyla “geçiş” ihtimal ve potansiyelleri (faşist, yarı-faşist, “klasik Bonapartist” rejimler) vardır ama bu rejim bu haliyle kendine has nitelikleri olan bir “otokrasi”dir. Bundan dolayı siyasi muhalefet anlamında yapılacak her türlü hesap, plan ve eylem bu gerçeklik esas alınarak yapılmalıdır.
Önümüzdeki Seçimler
6-Rejimin kendine has niteliklerinden kaynaklanan seçim kazanma zorunluluğu, seçim sonuçlarının şansabırakılmamasını da zorunlu kılmaktadır. Bu, Türkiye’nin 1950’den bu yana süregelen iyi kötü bilinen kurallara uygun “özgür seçim” geleneğinin de sonu anlamına gelmektedir. Gerçi bu tür rejimlerin bazı geleneksel Bonapartizmlerden farkı daha “makûl” seçim sonuçlarıyla yetinmesi olsa da (Meşruiyet açısından yüzde 90’lar uygun olmazdı!) o “makûl” sonucu elde etmek için gerekli her türlü tedbir ve tertibatı almaktan geri kalmayacakları açıktır. Bu gerçek, muhalefetin bütünü açısından yeni bir durumu ortaya çıkarmaktadır: Seçimlere yönelik tutum ne olacaktır? Burjuva muhalefetinin tutumu, yukarıda sergilemeye çalıştığımız gerçek durumu bilmelerine rağmen her defasında hiçbir şey yokmuşçasına seçimlere hazırlanmak, iktidarın uygulamalarıyla ilgili çeşitli söylenme ve şikâyetlerle dolu bir kampanya dönemi, artık kaçınılmaz görünen seçim hilelerine karşı bir takım organizasyon çabalarını ilan etmek (sandıkların denetimi vs…) belli belirsiz itirazlarla seçim sonuçlarını kabullenmek ve seçimlerden birkaç ay sonra sonuçların aslında gerçek olmadığını, hile ve usulsüzlük yapıldığını söylemek şeklindedir…
Bir başka tutum, daha çok sol kanat kaynaklı olarak, artık seçimlerin bir meşruiyetinin kalmadığı dolayısıyla da boykot edilmesi gerektiği yönündedir. Buna göre, artık bir meşruiyeti kalmamış olan seçimleri tek işlevi yeni rejime meşruiyet kazandırmaktır. Bu nedenle seçimlere katılmak veya seçimlerde oy kullanmak yeni rejimin yararınadır…
Yeni-Bonapartist rejimlerin temel “meşruiyet” kaynağının “serbest seçimler” olması, üstelik de bu seçimlerde her türlü hile ve hurdanın da serbest olması (Yani pek çok bakımdan “serbest” seçimler!) gerçekten de kafaları karıştırmaktadır. Ancak bu tür rejimler için hâlâ bir seçim zorunluluğu olması onun gücünün de belirli sınırları olduğunu gösterir. Geçmişteki “yüzde ellinin” artık ancak kendine has hesap ve planları olan bir faşist partinin desteğiyle sağlanıyor olması, ilk dönemlerinde sahip olduğu pek çok avantajı kaybeden ve bu nedenle giderek daha çok çıplak güç gösterilerine meyleden iktidarın gücünün azaldığını göstermektedir. Bu nedenle, “yumuşak karnı” hâlâ seçimler olan iktidarla (pek çok toplumsal ve siyasal alanın yanı sıra) bu alanda damücadele etmek büyük önem taşımaktadır. İktidarın seçim hile ve usulsüzlükleri, yasa dışı uygulamaları ve ortaya çıkan seçim sonuçları başlıca mücadele alanlarından biri haline getirilebildiği takdirde yeni rejim (henüz) en “hassas” olduğu noktadan “vurulmuş” olacaktır. Bugünün dünyasında, başta Afrika ülkeleri olmak üzere, rejimin müdahalesine uğrayan seçim süreçlerine ve hileli seçim sonuçlarına karşı yapılan çağrı ve itirazlar sokakta karşılığını bulmakta ve önemli kitle seferberliklerine yol açmaktadır. Yani bu tür rejimlere karşı seçim mücadelesisadece oy toplamaya yönelik kampanyalar vasıtasıyla değil, aynı zamanda oylara sahip çıkmaya ve seçim sonuçlarınailişkin demokratik mücadeleler vasıtasıyla da yürütülmelidir. Bu mücadeleler sırasında oluşturulabilecek kitle öz örgütlenmeleri rejime karşı mücadelenin seçimlerin de ötesine taşınmasını sağlayacaktır.
Bu tür bir mücadele anlayışı zamansız ve kitlelerde henüz karşılığı olmayan bir “boykot” politikasından çok daha etkili olacaktır.