Kürtleri satmak

Kürtleri satmak

Daha önce birkaç kere yazıp söyledik, bir daha yazıp söyleyelim: Emperyalizmin hiçbir zaman bağımsız bir Kürt devleti ve de birleşik bir Kürdistan (Büyük Kürdistan) kurma hedefi olmadı. Bölgedeki sömürgeci-milliyetçi-ulusalcı güçlerin ağzından düşmeyen bu iddia bir safsatadan ibarettir. Aksine, emperyalizmin yüz yıllık bölge politikası (1918’den beri) Kürtlerle mücadelelerinde, nihai olarak her zaman merkezi devletleri desteklemek olmuştur. İsteyen Türkiye, İran ırak ve Suriye’nin son yüz yıllık tarihlerine bakabilir. Türkiye bir yana İran, Irak ve Suriye’nin emperyalist işgal altında birer sömürge ve yarı sömürge durumunda oldukları zamanlarda, üstelik bu ülkelerde yaşayan Kürtlerin bütün bağımsızlık veya özerklik taleplerine ve silahlı kalkışmalarına rağmen işgalci emperyalist güçlerin ülke burjuvazilerini ve toprak ağalarını temsil eden merkezi hükümetlerden yana tavır aldıkları görülür. Aksi halde emperyalizm, sınırları bazen cetvelle düzenlerken araya bir de Kürdistan sıkıştırıverirdi! Ama öyle olmadı. Irak’ta 1920’li ,30’lu, 40’lı yıllarda yaşanan bütün Kürt ayaklanmaları, esas olarak merkezi hükümetlerin güçsüz orduları tarafından değil, İngiliz hava kuvvetlerinin (RAF) bombardımanları altında ezilmiştir. Kara kuvvetlerinin başında da İngiliz subayları vardır.

Suriye’de Fransız emperyalizmi Alevilere ve Dürzilere tanıdığı özerklik hakkını Kürtlere hiçbir zaman tanımadığı gibi, 1925’teki Şeyh Sait isyanının bastırılmasında Suriye demiryollarının kullanımına izin vererek Türkiye’ye yardımcı olmuştur. İran’da ise 1946’da kurulan Mahabat Cumhuriyeti’nin, o dönem İran’ı işgal ederek paylaşmış olan İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin merkezi hükümete verdiği destek sonucu nasıl yıkıldığını konuyla ilgilenen herkes bilir.

Taktik bir ilişki

Kısacası, son derece uygun koşullarda bile emperyalizmin Kürtlere bağımsız veya özerk bir siyasi yapı kurma konusunda gerçek bir destek verdiği söylenemez. Emperyalizmin Kürtlere ilgisi daha çok bir müdahale aracı, bölgedeki güç mücadelelerini kendi lehine çevirecek taktik bir hamle veya sorun yaşadığı bölge devletlerini hizaya getirme amaçlı bir ilişki şeklinde olmuştur. Bu durum onca yıldır ileri sürülen aksi yöndeki iddialara rağmen, Kürtlerin, güç dengelerinden istifade güçlü bir özerklik elde ettikleri Irak Kürdistanı (İKBY) örneğinde bile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Barzani’nin Bağımsızlık Referandumu hamlesine, “bağımsız bir Kürdistan kurmaya çalıştığı” iddia edilen ABD’nin nasıl karşı çıktığını, Kerkük gibi Kürt bağımsızlığı açısından çok kritik bir bölgenin Irak ordusu ve Şii milisler tarafından (hem de İran yanlısı!) tarafından ele geçirilmesine nasıl göz yumduğunu, süreç esnasında Irak merkezi yönetimini nasıl desteklediğini yakın zamanda hep beraber izledik!

Türkiye’de…

Türkiye’ye gelince milliyetçi-ulusalcı kesimlerin varlığının ideolojik-politik temeli haline gelmiş “emperyalizm ve Kürtler” kâbusuna rağmen, emperyalizmin Türkiye’de bir bağımsız Kürdistan kurma hedefi hiçbir zaman olmamıştır; ne geçmişte ne de bugün. Türk şovenizminin geçmişteki Kürt ayaklanmalarına ilişkin “emperyalizm” hikâyeleri bir yana 1984’te, o dönem kendini sosyalist (“Marksist-Leninist”) olarak tanımlayan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) tarafından başlatılan ayaklanma da emperyalizm tarafından desteklenmemiştir. Örgütün o dönemki eğilimi genel dünya güç dengeleri açısından, kısmen ve dolaylı biçimde de olsa Sovyetler Birliği’nin varlığına güvenmekti. Ayrıca örgütün lider kadrosu dahil önemli bir bölümü, Sovyetler Birliği’nin bölgedeki en sıkı müttefiki Suriye’de üslenmişti. Yani Suriye’deki ABD karşıtı Baas rejimi tarafından destekleniyordu. Haliyle emperyalizmin karşı kamp tarafından desteklenen “Marksist-Leninist” bir örgütün yanında yer alması veya sağdan ve soldan milliyetçilerimizin iddia ettiği üzere neredeyse onu “kurdurması” söz konusu olamazdı. Üstelik Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı ve Suriye’nin Türkiye’nin savaş tehditleri neticesinde PKK önderliğini sınır dışı ettiği bir dönemde, (1999) “bağımsız bir Kürdistan” kurma peşinde olduğu söylenen ABD emperyalizmi, savaş sırasında TSK’ya verdiği “anlık istihbarat desteği” bir yana bir de örgütün lideri Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmişti!

Satışa devam..!

Emperyalizmin Kürtlere yönelik “tarihsel satış” politikası devam ediyor. Bugün Suriye’de yaşananlar da (Eğer ardında şeytana külahı ters giydirecek ve Kürtlere avantaj sağlayacak karmaşıklıkta başka bir numara yoksa) bu tarihsel çizginin devam ettiğini gösteriyor. Yani Amerikan sistemi içinde karşı çıkan epeyce bir unsur olsa da ABD en azından Başkanlık düzeyinde (Mutlaka Amerikan mali sermayesi ve sistemi içinde güçlü bir grup da vardır.) Kürtleri değil, emperyalizmin vurucu güçlerinden NATO’nun üyesi, emperyalist sistemin ayrılmaz parçası kapitalist Türkiye’yi tercih etti. Yani milliyetçi-ulusalcılarımızın içi rahat edebilir, Suriye Kürtlerinin ve Rojava devriminin kaderi, bitirilmek üzere TSK ve maşası ÖSO’nun ellerine terkedilmiş görünüyor. Böylece Türkiye’deki “antiemperyalist” kılıklı milliyetçiliğin Amerika karşıtlığının esasının Kürt düşmanlığına dayandığını bir kez daha görmüş olduk.

Kürt-ABD ilişkileri ve devrimci görevler…

İşin Kürtlerle ilgili bölümüne gelecek olursak: Kürtlerin emperyalizmle işbirliği şeklinde tezahür eden “genetik” bir özellikleri yok. Üstelik Kürt topraklarında milliyetçiliğin geleneksel gücüne rağmen her zaman güçlü bir sosyalist damar da olmuştur. Ancak Kürtler, bölge ülkelerinin kendilerine yönelik ortak düşmanlığı, işbirliği ve kimi zaman imha politikaları nedeniyle hemen her zaman güçlü bir dış destek arayışında olmuşlardır; aynı, kendilerini hâkimiyetleri altında tutan devletlerin Kürtlere karşı dış destek arayışları gibi. Emperyalizmin Kürtlere ilgisi ise yukarıda da kısaca değindiğimiz üzere “jeopolitik” dengeler ve bölgesel stratejileri üzerinden olmuştur. Yani bölge ülkelerinden biriyle ilgili bir derdi olduğunda emperyalist güçler, ilgili ülke Kürtleriyle taktikyakınlıklara girmişlerdir. Benzer bir durum yakın zamanlarda Suriye’de de yaşanmıştır. Suriye Kürtlerinin ABD emperyalizmiyle (ve diğerleriyle) Suriye iç savaşının en kritik zamanlarında muhtemel bir takım rutin temasların dışında, rejime karşı bir işbirliği olmamıştır. ABD ile ilişki, Rojava devriminin kalbi Kobane’ye yönelik IŞİD saldırısı döneminde askeri planda kurulmuştur. Türkiye’yi yönetenlerin derin bir haz duygusuyla, Kobane’yi kastederek “Düştüüü, düşecek..!” diye ellerini ovuşturdukları ve şehrin açık ikmal hatlarını kestikleri bir zamanda ABD, hava kuvvetleri aracılığıyla duruma müdahale ederek IŞİD’e karşı mücadelede YPG-PYD’ye destek verdi. Bu askeri ilişkiler IŞİD’le mücadele bağlamında bugüne kadar yayılarak devam etti. Ancak anlaşıldığı kadarıyla ABD’nin Suriye planlarında “taktik” bir ilişki düzeyini aşmadı.

ABD’nin çekilme kararı verdiği bugünlerde ABD-Kürt ilişkilerine olumlu bakan ve Kürtlerin “satılmasına” karşı çıkan uzmanlardan bir bölümünü bu ilişkinin gerçekte askeri düzeyi aşmadığını, işin politik ve diplomatik boyutunun çok zayıf kaldığını, Kürtlerin ABD nezdinde bir lobi faaliyeti oluşturamadığını söylüyorlar. Yani Suriye Kürtleri’nin ve harekete önderlik eden üstelik bayrağında kızıl yıldız olan bir siyasi partinin ve savunma güçlerinin ABD emperyalizmine karşı derin bir muhabbeti ve sonsuz bir güveni olmadığını söyleyebiliriz. Yani PYD-YPG’nin ABD ile ilişkisi, Suriye Kürtlerinin kendi kendilerini yönetme iradelerine karşı bölge devletlerinin düşmanca tavır, hedef ve eylemleri nedeniyle kurulmuş zorunlu bir ilişkidir…

Bu elbette anlaşılabilir bir ilişkidir. Ancak bir ilişkinin “anlaşılabilir” olması doğru olduğu ve olumlu sonuçlar vereceği anlamına gelmez. Nitekim tarih boyunca kanıtlanmış olan bu gerçek, Suriye Kürdistanı’nda da açığa çıkmıştır. Bölgedeki Kürt önderliği zaten bu ihtimali her zaman hesaba kattıklarını, her zaman kendi öz güçlerine güvendiklerini söylemektedir. Ancak bunun geçerli olduğuna dair alternatif ve özellikle de devrimci politikalar ortaya konması gerekmektedir. Zaten bir devrimi (Rojava devrimi) savunmanın ve geliştirmenin başka bir yolu yoktur. (Burada, daha başka bir yazıya bırakarak, Kürt siyasi hareketinin sosyalizmi ve sınıf mücadelesi anlayışını “aşarak” kabul ettiği ve bir takım uygulamalarına giriştiği “radikal demokrasi”ve “demokratik özerklik” konusuna girmeyelim.) Devrimci bir mücadelenin, (hele ki uluslararası karakteri nedeniyle Kürt özgürlük mücadeleinin) bazı taktik zorunluluklar dışında, başarıya ulaşmasının stratejik yolu, diğer devrimci güçlerle enternasyonalist ilişkiler ve ittifaklar kurmaktan geçer; elbette devrimci bir sınıf mücadelesi yürütme şartıyla. Günümüzde pek çoklarına çok ama çok uzak bir ihtimal, hatta imkânsız gibi gelen devrimci sosyalizmhedefinden vazgeçerek, bir devrimi gerçekleştirmek, savunmak ve yaşatmak; kapitalizmi tasfiye etmeden emperyalizmden kopmak, sömürgeci bölge gericiliklerinin tahakkümünden kurtulmak mümkün değildir. Özgürleşmenin kestirme, çok hızlı, “pratik” ve “gerçekçi” yolları olduğu düşünülse de gerçek hayat, devrimci mücadelede sınıf mücadelesini ikame edebilecek başka bir olgunun olmadığını göstermektedir. Her toplumsal mücadelenin sonucu sınıf savaşı alanında belirlenir.

Bu noktada “devrimci görevlerin” sadece ezilen Kürt halkının ve devrimcilerinin sırtında olmadığını belirtelim. Ezen ülke devrimcilerinin Kürtlere “emperyalizmin zararları” üzerine nutuklar çekmenin ötesinde de bazı temel enternasyonalist görevleri vardır. Ancak genel alışkanlık kendileri için “ulusal” görevleri ön plana çıkarırken (ulusal kurtuluş!) Kürtlerden enternasyonalizm talep etme biçimindedir! Bölge emekçilerinin Kürt özgürlük mücadelesine verdiği desteğin artması oranında Kürt siyasi önderliklerinin emperyalizmle bazen bir çaresizliğin zorunlu sonucu olarak kurdukları ilişkiler de son bulacaktır. Bu bağlamda, sözüm ona nefret ettikleri “faşist” iktidara Kürtleri ezme konusunda “açık çek” veren ulusalcılardan farklı olarak, öncelikli devrimci görevimiz, Saray rejiminin Suriye Kürdistanı’na karşı düzenlemeye hazırlandığı işgal harekâtına karşı çıkmaktır.

Yazar Hakkında