Yollar Yöntemler…
Halkımız aptal mı!?
İktidarının yıkılmazlığı inancı, RTE muhaliflerinin bilinçaltına iyice yerleşmiş durumda. Kimi zaman beliren tedirgin bir umut esintisi, “acaba bu defa..?” beklentisiyle gönüllere az biraz ferahlık verir gibi olsa da her seçim gecesi yaşanan acılar eşliğinde hayal kırıklığına dönüşüyor…
Oysa iktidardaki gücün ve kimi destekçilerinin herkesi inandırmaya çalıştığı gibi “manevi-ilahi” bir durumla değil son derece “maddi-dünyevi” bir durumla karşı karşıyayız. Maddi-dünyevi sorunların en önemli niteliği bütün karmaşık niteliklerine rağmen anlaşılabilir olmalarıdır. Yani iktidarın ve tepesindeki adamın ilahi (veya şeytani) bir görevle başımıza gönderildiğine inanmıyorsak sorun anlaşılmaz ve elbette çözümsüz değildir. Ancak bir olgunun anlaşılabilmesi ve yol açtığı sorunların çözümlenebilmesi için uygun metotlara ve araçlara ihtiyaç vardır. Bunlara sahip değilsek, halkın yoksul kesimlerinin bunca ezilmesine rağmen mesela “aptal” olduğu için AKP’ye ve RTE’ye oy verdiğini; zaten “her halkın layık olduğu hükümete sahip olduğu”nu söyleyerek “analiz” ve “siyaset” yaptığımızı iddia edebiliriz. Böyle yanlış ve bilim dışı bir yöntem öfke dolu ruhumuzu serinletse de siyasi-toplumsal mücadeleye bir fayda sağlamaz. Her şeyden önce bazı fizyolojik durumlar dışında böylesi mutlak bir “aptallık” yoktur. Ayrıca AKP’ye oy verenlerin “aptal”, ama mesela CHP’ye oy verenlerin “zeki” olduğuna dair hiçbir siyasi, toplumsal, ekonomik ve tıbbi bir veri yoktur. Dizinin ilk bölümünde anlatmaya çalıştığımız nedenlerden dolayı farklı toplumsal sınıf ve tabakalara mensup milyonlarca insan farklı çıkarlar veya beklentilerle AKP’ye, daha doğrusu RTE’ye oy vermektedirler. Sorun bir “zekâ” sorunundan ziyade bir “bilinç” sorunudur.
CHP’nin muhalefeti: Öbür mahallenin kazanılması…
Halihazırda “sol” muhalefetin en büyük ve belirleyici unsurunun CHP olması nedeniyle rejime karşı mücadele konusuna bu partinin temel politikalarıyla girelim. CHP seçimlerden sonra yaptığı açıklamada, bundan böyle sadece “kendi mahallelerine” hitap etmekten vazgeçip “karşı mahalleden” de oy isteyen, onlara hitap eden bir dil ve çalışma yöntemini benimseyeceklerini ilan etti. Gerçi bu bir ilk olmayacak. CHP daha önce de karşı taraf seçmeninin çeşitli ve özellikle de dini hassasiyetlerini hesaba katarak onları kazanma teşebbüslerinde bulunmuştu. Ancak başaramadı. Bir şeyin aslı varken taklidine kim yüz verir ki! Tabii, bu defa CHP’nin neyi kastettiğini anlamak gerekiyor. Ancak daha baştan bir sorun olduğu belli! CHP, AKP’ye oy verenlere mecazen falan değil gerçekten “karşı mahalle”, yani bir çeşit “yabancılar” topluluğu olarak bakıyor. Bu, “sosyal demokrat” bir partinin son bilmem kaç yıllık gerçekliğinin zihinsel yansıması olsa gerek. Bu bakış açısı bir yere kadar anlaşılabilir. Geleneksel olarak sağın “çelik çekirdeğinin”, “milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğin, yani malum nedenlerle kemikleşmiş bir kitlenin, şehir ve taşra küçükburjuvazisinin belirli kesimlerinin oylarını “dinsiz” CHP’ye vermesi neredeyse imkânsız. Ancak toplumun bir zamanlar CHP’ye de oy vermiş işçi, emekçi yoksul kesimlerinin kahir bir ekseriyetinin epeydir CHP’ye değil de AKP’ye oy vermesi, büyük oranda CHP’nin ideolojik-politik karakteriyle ilgili bir durum. Mesela RTE’nin daha iktidarının başından başlayarak kitlelere yönelik propagandasında “kimlik-inanç” temelli bir kültürel ayrımcılığı temel alması tesadüf değil. “Kutuplaştırma siyasetinin karşı taraftaki izdüşümününfarkında olan RTE, bu sayede rakiplerini “kimlik siyaseti” tuzağına kolaylıkla çekmeyi başarmış; CHP de bu tuzağa “dünden hazırmışçasına” düşmüştür!
Toplumsal –siyasal mücadelenin kültürel-kimliksel alana çekilmesinin sonucu, özellikle 12 Eylül felâketinin yıkıcı etkisi ve ardından 90’lardan itibaren burjuvazinin ağır saldırısı altında mücadele güçleri kırılıp örgütsüzleştirilerek sınıf bilinçleri büyük oranda geriletilen emekçilerin çok geniş bir bölümü, sınıf dışı kimliklerinin etkisi altında “milliyetçi mukaddesatçı” partilerin peşine takılmıştır.
Burada CHP açısından vurgulanması gereken önemli husus, “sosyal demokratların” sınıfsal bir yaklaşımdan adeta bucak bucak kaçarak, yoksul emekçiler üzerinde hiçbir etkisi olmayacağı açık kültürel-kimliksel politika yolunu tercih etmesidir. Bunun başlıca nedenlerinden biri zaten işçi sınıfı temelli Marksist bir sosyaldemokrat gelenekten gelmeyen CHP’nin, bütün dünyada bu gelenekten gelen partilerin dahi mutlak gerçeklik olarak kabul ederek uyum sağladığı neoliberal piyasacı sermaye birikim tarzına ve “serbest piyasacı dogmaya” biat etmiş olmasıdır. Bu bakımdan CHP ile AKP arasında, işçi sınıfının siyasi tercihlerinde köklü bir değişikliğe yol açabilecek çok ciddi bir fark yoktur. Diğer bir neden ise “kendine has” bir sosyal demokrat parti olarak CHP’nin sınıf karakteridir. Bazı “sosyal” düzenlemelerle kapitalizmin işçiler için “yaşanabilir” kılınması düşüncesi, pratikte bu ülkede iktidar olunacaksa bunun ancak sermayenin desteği ve onayı ile olabileceği “gerçekçiliğine” dönüşmüştür. Ancak bu sınıfsal karakterin asıl tezahürü, (devlet) “kurucu” bir burjuva partisi olarak CHP’nin, devletin sınıf karakterine (yani devlete), sermayenin egemenliğindeki toplumsal ve politik düzene zarar verebilecek ve devrimci ihtimaller barındıran her türlü sınıfsal mücadeleden uzak durma temel prensibiyle hareket etmesidir. Bu sınıfsal hat, doğal olarak CHP’yi, derin şovenizm izleri taşıyan “laik-cumhuriyetçi-(despotik) aydınlanmacı-ulusalcı” kültürel kimliğe hapsetmiştir.
CHP’nin iktidara karşı mücadelesinin bir diğer ayağı ise, sosyalist solun da sıklıkla kullandığı “vatanseverlik- vatan hainliği” söylemidir. Bu söylemin temelinde “millilik” ilkesi yatmaktadır. Ancak son birkaç yıldır iktidarın bu silahı muhalefete oranla, siyasi sonuçları açısından daha başarılı bir biçimde kullandığı görülmektedir. ABD tarafından kurdurulup iktidar yapıldığı iddia edilen AKP, bugün dünyadaki bütün benzer (neo-bonapartist) rejimlerin kullandığı “antiemperyalizm” silahını, “Amerikancı, Batıcı, İsrail yanlısı” olmakla suçladığı muhalefete karşı kullanmaktadır. Yeni rejim faşistler dışındaki hemen hemen bütün muhalefeti “gayrı milli-millet dışı” ilan etmiştir.
Bütün bunların ışığında, CHP’nin ilan ettiği üzere, karşı mahalleden kimlere ve ne şekilde hitap edebileceği sorusunun cevabı, kuvvetle muhtemeldir ki, yine o kesimlerin kültürel-kimliksel hassasiyetleri olacaktır; elbette yine düzen sınırları dahilinde kalan bazı “ekonomik” vaatlerle birlikte. Kısacası, işçi sınıfı hareketinin de kendini güçlü bir biçimde hissettirmediği bir zamanda CHP’den, işçi sınıfı kasketli Ecevit’in 1970’li yıllarda yüzde 40’ı aşmasını sağlayan performansını beklememek gerekiyo
Devrimci-sosyalist muhalefet, sınıf mücadelesi…
Sorunun bizi birinci dereceden ilgilendiren bölümü ise rejime yönelik devrimci-sosyalist muhalefet konusudur. Konu bu olunca sorunun sınıflar mücadelesi temelinde ele alınması kaçınılmazdır. Çünkü devrimci sosyalizmin ideolojik-teorik-politik temeli işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal olarak tek devrimci sınıfolduğu; kapitalizmin sadece işçi sınıfının öncülüğünde yıkılabileceği; işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinin bir proletarya diktatörlüğü-işçi demokrasisi ile sonuçlanmak zorunda olduğu gibi önermelere dayanır. Ancak bunlar, bütün değer ve doğruluklarına rağmen tek başlarına devrimci bir söylem olmanın ötesine geçemezler. Üstelik hiçbir fikir ne kadar parlak ve çekici olursa olsun boşlukta var olamaz. Fikirler, ancak maddi-toplumsal temelleri, çıkış noktalarının gerçekliği, toplumsal karşılıkları ve yarattıkları dinamiklerle somut bir güce dönüşürler. Bu nedenle her ülkenin farklı dönemlerinin somut koşullarında ve mücadele içinde pratik değer ve işlev kazanmaları gerekir. Devrimci sosyalist düşüncenin uygulanabilir maddi ve toplumsal bir gerçekliğe dönüşmesinin (yani devrim hedefinin) temel şartı işçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı ile işçi sınıfına toplumsal kurtuluşunda siyasi olarak yol gösterecek devrimci bir önderliğin inşasıdır.
Nesnel ve öznel koşullar; sınıf bilinci, önderlik…
Nesnel koşullar ne kadar elverişli olursa olsun, esas olarak yukarıdaki koşulların (sınıfın bağımsızlığı ve önderlik) belirlediği öznel koşullar, en başta da siyasi sınıf bilinci gelişmeden hiçbir devrimci mücadele başarıya ulaşamaz. Maddi gerçeklik ile sınıf bilinci arasındaki uyumsuzluk bahsinde de belirttiğimiz üzere, dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de halihazırdaki nesnel koşulların elverişliliğine rağmen işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin devrimci tepkiler vermek yerine büyük oranda burjuva gericiliğinin çeşitli kanatlarının peşinden gitmesinin, en azından siyasi olarak onlara yakın durmasının temelinde bu bilinç sorunu yatmaktadır. Ancak sınıf bilincinin düzeyi “son tahlilde” hangi ekonomik, sosyal ve tarihsel nedenler tarafından belirlenirse belirlensin güncel anlamda politik, programatik ve örgütsel bir sorun, daha açık bir ifadeyle devrimci bir önderlik inşası ile sıkı sıkıya irtibatlı bir sorundur. “İnsanlığın krizinin proletaryanın önderlik krizine indirgenebileceği”ne ilişkin sözlerin (Troçki) boş yere edilmediği hem geçen yüzyılın, hem de bu yüzyılın bugüne kadarki bölümünde defalarca kanıtlanmıştır. Söz konusu olan işçi sınıfı ve emekçilerin bilinciyse tartışılması gereken sorun elbette devrimci önderliğin inşası sorunu olacaktır. Bilinç ve siyasi önderlik arasındaki ilişki dinamik bir ilişkidir. Siyasi bir önderlik, gücü ne olursa olsun nesnel koşulları değiştiremez, ancak aynı önderlik bu nesnellik içinde, uygun ve yeterli teorik, politik ve örgütsel araçlara sahipse, başta sınıfın bilinci olmak üzere öznel koşulları değiştirebilir. Zaten “önderlik inşası”, temelde bu sözü edilen araçların yaratılıp geliştirilmesi, bu araçları kullanarak eylem içinde sınıfın güvenini kazanılması ve yine eylem içinde sınıf bilincinin düzeyini değiştirebilecek güce ulaşılması anlamına gelmektedir.
Ancak işçi sınıfına “bağımsız siyasi sınıf bilinci taşıyacakların” öncelikle kendilerinin bağımsız siyasi ve toplumsal bir bilince sahibi olmaları ve elbette gerçek durumu bütün açıklığııyla kavramaları gerekir. Bu da her şeyden önce yaşananların doğru bir biçimde anlaşılabilmesini sağlayacak teorik ve politik bir kavrayışı,doğru bir analiz yöntemini, devrimci bir stratejiyi, toplumsal gerçekliğin ve güç ilişkilerinin devrimci bir yönde dönüştürülmesini mümkün kılacak bir programı ve bütün bunları yapacak ve işçi sınıfının en devrimci unsurlarını bünyesinde toplayabilecek ve her daim kendini sınıf mücadelesinin yasalarına uyarlama yeteneğine sahip bir örgütlenmeyi gerektirir.
Günümüzün koşulları…
Bütün bunlar elbette hiç de kolay işler değil; özellikle de bugünkü koşullarda. Birincisi, işçi sınıfı mücadelesi 80’lerden başlayarak neoliberal saldırı altında teorik, politik, örgütsel ve ideolojik-kültürel olarak çok ciddi bir gerileme ve kayıplar yaşamıştır. Bu mücadele son 35 yıl boyunca zaman zaman bazı mevzi hareketlenmelere rağmen yığılımlı ve istikrarlı bir canlanma süreci yaşamamıştır. Üstelik, Sovyetler Birliği’nin ve diğer yozlaşmış işçi devletlerinin iktidarı çok uzun bir süre önce ele geçirmiş ve zamanla bir iç dönüşüme uğramış olan Stalinist bürokrasi eliyle yıkılmasının, Çin, Vietnam gibi bazılarının da dönüştürülmesinin yol açtığı moral çöküş; devrim, sosyalizm, işçi sınıfının devrimciliği vb. pek çok konuda ciddi bir zihinsel gerileme ve inanç kaybına yol açmıştır. Bu aynı zamanda sınıf mücadelesinde gerçek devrimci tutumu temsil eden Leninizminve onun devrimci teorisinin (parti ve emperyalizm dahil) reddi vb. birtakım sonuçlar da doğurmuştur. Bu koşullar aynı zamanda hem sınıfın, hem de solun saflarında çeşitli liberal ve milliyetçi ideolojilerin yayılmasına, “başka bir dünyanın” mümkün olmadığı inancına ve haliyle düzen sınırlarında kalma eğilimine, “demokrasi budalalığına” ve şoven-yabancı düşmanı tepkilerin güç kazanmasına neden olmuştur.
İkincisi, elimizdeki teorik araçların, işçi sınıfı mücadelesinin günümüze nazaran çok daha canlı ve hareketli, sınıf bilincinin yüksek, güçlü sendikaların ve işçi sınıfı partilerinin var olduğu çok daha canlı bir “devrimler-karşı devrimler çağı”na ait olmasıdır . Bu kuşkusuz, eldeki teorik malzemenin artık geçerliliğini yitirdiği anlamına gelmez, ancak günümüz sınıf mücadelesinin koşullarına uyarlanması gerektiği anlamına gelir. Aslında bu kural sadece günümüzü değil, geçmiş ve gelecek bütün dönemleri kapsar. (Mesela Rus Devrimi, teorik planda böyle bir çabanın ürünüydü.) Eğer tarih “tekerrürden ibaret” değilse her yeni günün ve her yeni mücadelenin, koşulları itibariyle bir öncekinden farklılık içermesi gerekir. Bu farklılıklar teorinin sürekli biçimde geliştirilip zenginleştirilmesini zorunlu kılar. Durumu, kendini sürekli tekrarlayan şablonlar ve kuru formüllerle idare etmek, devrimci örgütlerin değil, devrimci değişimlerden ölesiye korkan tarikatların (sekt) veya bürokratik yapıların işidir.
Gericiliğin etkisindeki sınıf
Bugün geçmişten çok farklı koşullarda yol almaktayız. Geçmişte devrimci sınıf mücadelesi içindeki başlıca alanlardan biri hem sendikal, hem de siyasi planda işçi sınıfının reformist, oportunist, bürokratik liderliklerin etkisinden kurtarılması idi. Sınıfın iyi kötü örgütlü genişçe bir kesiminin burjuva düzeninin etki alanı dışına çıkartılmasının yolu, önemli ölçüde, sınıfı burjuva düzeni sınırları içinde tutan ve önemli bir bölümü “solcu” görüntüsü veren bu liderliklerin etkisinin kırılmasıydı. Ancak günümüzde, var olabildikleri kadarıyla bu unsurlarla mücadele etme gerekliliği ortadan kalkmamış olsa da, çok farklı bir sorunla karşı karşıyayız. İşçi sınıfının çok önemli bir bölümü, genel hayat şartları, örgütsüzlük, informal ilişkiler, işşizlik korkusu, ideolojik ve politik bağımlılık ve bilinç geriliği nedeniyle, büyük patronlardan nefret ettiği, kendini ezen düzene karşı çıktığı durumlarda bile burjuva düzeninin en gerici unsurlarının etkisi altına girmiş durumda. Bu aslında sadece Türkiye’ye has bir durum da değil. 80’li yıllarda egemen olan neoliberalizmin ve ardından da 2008’de başlayıp iniş ve çıkışlarla süregelen uluslararası ekonomik bunalımın etkisiyle benzer bir durumun yeryüzünün Doğu ve Batı’sında pek çok ülkede, o ülkenin tarihsel koşullarına uygun biçimde çeşitli gericilik türlerinin (milliyetçi-dinsel) emekçi kitleleri etkisi altına aldığı görülüyor. Dolayısıyla proletaryayı ve toplumun emekçi-yoksul kesimlerini burjuva gericiliğinin etkisinden kurtarma mücadelesine girişecek devrimci politik güçlerin işi, kendi zayıflıklarının da etkisiyle, geçmişten daha zor ve karmaşık görünüyor.
Sınıfı mücadele içinde kazanmak
Türkiye’de başından itibaren AKP iktidarına ve son yıllarda da yeni rejime karşı mücadelede en önemli sorunun işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin iktidara ve “milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğe destek veren genişçe bir bölümünün kazanılması olduğunu belirtmiştik. Daha somut mücadele yöntemleri önermeden önce bu konuya ilişkin genel bir bakış ortaya koymamız gerekli.
Sınıfın nasıl “kaybedildiği” doğru biçimde anlaşıldığında nasıl kazanılacağı da anlaşılabilir. Burada asıl nokta, nesnellikten farklı olarak öznelliğin, özellikle de sınıf bilincinin düzeyinin mücadele ile değiştirilebileceği; bilincin “fabrikaların, madenlerin ve demiryollarının yapıldığı maddeden farklı olarak hareketli ve değiştirilebilir bir maddeden” oluştuğunun bilincine varmaktır. Yani sınıfın bilinç düzeyi değişebilir-değiştirilebilir bir unsurdur. Dinin, siyasi İslamın, şoven milliyetçi, ırkçı, faşizan düşüncelerin yoksul emekçilerin günlük “normal” hayatlarındaki bütün etkisine rağmen aynı işçilerin bir grev, direniş veya işgal sırasında nasıl farklı tepki ve davranışlar gösterdikleri, düşüncelerinin nasıl değiştiği pek çok defa tecrübe edilmiştir. Bunun en yakın örneklerinden biri “Metal Fırtna”dır. Kendi beyanlarıyla çoğunluğu AKP ve MHP seçmeni olan işçilerin sınıf mücadelesi içinde ne tür bir değişim yaşadıkları bu eylemler sırasında açıkça görülmüştür.
Bu durum Türkiye işçi sınıfının yakın tarihinde de yaşanmıştır. Türkiye’nin hızla sanayileştiği 1950’li, 60’lı yıllarda kırlardan şehirlere akın ederek proleterleşenler, örgütsüz veya örgütlü oldukları halde eylemsiz durumda olmaları nedeniyle (köydeki akrabalarıyla birlikte) sağ partilerin oy tabanını oluşturuyorlardı. (Burada CHP tek parti iktidarının rolü de unutulmamalı!) Durumun tersine dönmeye başladığı 60’lı yıllardan itibaren ve bütün 70’ler boyunca işçi sınıfı, bütün eksiklerine rağmen sermayeye ecel terleri döktüren bir hareketlenmenin içine girdi. Siyasi bilinç düzeyleri pek çok açıdan tartışılsa bile işçilerin sınıf bilinci o dönemde, örgütlenme mücadeleleri, örgütlülükleri ve eylemleri sayesinde tartışılmaz bir ilerleme kaydetmiştir.
Ezilen kitlelerin sınıf bilincini din, milliyetçilik (etnik kimlik) vb.doğuştan sahip oldukları kimlik unsurlarını kullanarak ve sosyalizminkinden çok farklı bir toplum ve gelecek tasavvuru yoluyla bulandıran, gerileten siyasi İslamın ve onunla iç içe geçmiş milliyetçiliğin gücü onlara yakın durarak değil çok yönlü, topyekûn (ideolojik-politik-toplumsal) ve açık bir mücadele ile kırılabilir. Yoksul kitlelerin kazanılmasını hedefleyen bu mücadelenin temeli “teolojik” ve “milli” değil, politiktir.Asıl mesele kitlelerin, kendi mücadelelerine, öz örgütlülüklerine dayanan kitle seferberlikleri içinde dönüşümleridir. Yazının birinci bölümünde de belirttiğimiz gibi (Seçimlerden Sonra 1) Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin (ve elbette sosyalist hareketin) gerilemesiyle İslamcı hareketin yükselişi arasında yakın bir ilişki vardır. Burjuvazinin saldırıları altındaki işçi sınıfının genel olarak örgütsüzleştirilmesi, sendikal örgütlenmelerin çözülüşü, büyük çaplı işçi eylemlerindeki ciddi gerileme, sosyalist hareketin mahalleler düzeyindeki faaliyetinin büyük ölçüde daralması, siyasi bir işçi hareketinin yokluğu ve bunun diğer emekçiler, kent yoksulları ve orta sınıflar üzerindeki olumsuz yansımaları, devlet politikalarının ve Kürt savaşının da etkisiyle İslamcı harekete ve milliyetçiliğe geniş bir etki ve faaliyet alanı sağlamıştır. Bu, örgütlü sınıf mücadelesinin bir ürünü olan sınıf dayanışmasının yerini “cemaat dayanışması”nın almasının da önemli bir nedenidir. Sosyalistler, yoksul halkı, ancak sendikalaşma-örgütlenme mücadelesi, grev, işgal, protesto eylemleri vb. kitle mücadeleleri içinde kazanacaklardır. Zenginle yoksulu bir arada tutan, işçi sınıfını en ağır sömürü koşullarında burjuvazinin eline teslim eden İslami “cemaat dayanışması”; hatta bazı durumlarda yoksul emekçileri kendilerini ezen patronlarının “fedaisine” dönüştüren (faşizm)kapitalist kölelik düzeni ancak sınıf mücadelesiyoluyla kırılabilir..
“Sınıf mücadelesi” anlayışı elbette sadece “işçi-grev-sendika” mevzuları ile sınırlı olamaz. Mücadelenin başarısı işçi sınıfının sadece kendi sorunlarını çözmeye yönelik faaliyetiyle mümkün değildir. Zaten işçi sınıfı da sadece bir “ekonomik sınıf” değil, esas olarak bir “sosyal sınıf”tır. Bu, işçi sınıfının, tek devrimci sınıf olarak, post Marksist-radikal demokratlar tarafından inkâr edilse de, tarihsel görevinin kapitalizmin yıkılmasında bütün topluma önderlik etmek olduğu anlamına gelmektedir. Yani sınıf mücadelesi derken ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel… bütün alanlarda işçi sınıfı öncülüğünde verilecek ve siyasi iktidarın ele geçirilmesini hedefleyen bütünlüklü bir mücadeleden söz etmekteyiz. Özellikle ara sınıfların, köy ve şehir küçükburjuvazisinin, diğer ezilenlerin toplumsal mücadeledeki yönünü belirleyecek, kararsızlıklarını ortadan kaldırabilecek olan işçi sınıfının güç ve kararlılığından başka bir şey değildir.
Demokratik sapma, asgari-azami program, işçi sınıfı…
Daha önce de belirttiğimiz üzere bu mücadele günümüz koşullarında pek kolay bir mücadele değildir. Ancak bu konudaki zorluklardan söz ederken, sınıf düşmanından ve hükmünü icra eden yeni Bonapartist baskı rejiminden şikâyet ederek, yenilgi ve güçsüzlüğümüzün nedeni olarak karşı tarafı göstererek bir yere varamayız. Sosyalist hareket kendi iç zorluk ve engellerini aşamadığı sürece ebedi “mağdur” ve “direnişçi” rolünden kurtulamayacaktır. “Elmanın kurdu içindedir!” prensibi siyasette de geçerlidir.
Yeni Bonapartist rejimin baskıcı karakteri, solun ve sosyalist hareketin geniş kesimlerinde zaten bünye olarak müsait olduğu “demokratlık” hastalığını iyice depreştirmiştir.. Ülke insanlarının (denetimli de olsa!) iyi kötü işleyen şeklî bir burjuva demokrasisine bile muhtaç hale geldiği, rejimin tepesindeki gücün, dışındaki her şeyi kapsayarak “hiçleştirmeye” çalıştığı bir durumda “demokrasi” talebinin ön plana çıkması kuşkusuz anormal sayılamaz. Ancak sosyalistlerin demokrasi mücadelesini, demokratik talepleri, bazı hallerde bunların önceliğini “ideolojik” bir demokratlıkla karıştırmaması gerekir. Fakat her yolla proletarya iktidarı ve sosyalizmin inşası perspektifini “öteleme” alışkanlığına sahip “aşamacı” (demokratik aşama!) Türkiye solunun çok geniş bir kesimi bugün “demokratik cumhuriyet” vb. örtüler altında sözünü ettiğimiz “demokratik sapmanın” etkisi altındadır. Türkiye sosyalist hareketinin bazı “sert” gruplarının bile hedefini “demokratik cumhuriyet” ve “radikal demokrasi” olarak tanımlayan Kürt ulusal hareketine iltihakı, sadece ezilen ulus hareketine destek veya bu hareketin kitlesel çekim gücü ve etkisiyle açıklanamaz. Farklılıkları üzerine söylenebilecek epeyce bir şeyler olsa da aralarında ideolojik anlamda “demokratik” bir doku uyumundan söz edilebilir! Bu uyum, işçi sınıfının, bu siyasi akımların strateji ve programlarındaki toplumsal ve politik konumundan kaynaklanmaktadır. Bazılarının gözünde toplumsal kurtuluş “nihayetinde” işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek olsa da bugün ve daha uzun bir süre için “demokratlarla” ayrı durmayı gerektirecek bir durum yoktur.
“Demokratik sapma”nın bir diğer kaynağı da, yine küçük burjuva Menşevik-Stalinist “aşamalı devrim” stratejinin programatik ayağı olan azami program-asgari program ayrımıdır. Bu program anlayışı pratikte sadece demokratik talepler uğruna verilen mücadeleyi, adı her ne olursa olsun, bir burjuva demokrasisi (En iyi koşullarda, radikal bir küçük burjuva demokrasisi veya “demokratik diktatörlük!”) ile sınırlamakla kalmaz, bu mücadeleyi sınıf mücadelesinden ayırarak işçi sınıfını “demokrasi” uğruna burjuvazinin, daha doğrusu onun “avukatlarının” (Çünkü burjuvazinin kendisi her daim gericilikle işbirliğinin yollarını arar.) hizmetine sokar. Genelde “halk cepheleri” biçiminde vücut bulan bu strateji ve program anlayışı (bazen lâfı edilse de) hiçbir zaman demokrasi mücadelesinde işçi sınıfının öncülüğü anlamına gelmez. İşçi sınıfı, Stalinizmden radikal demokrasiye kadar uzanan ideolojik-siyasi yelpazede “demokrasi mücadelesinin” bileşenlerinden biridir. (Tabii aynı zamanda “milli sınıflardan” biridir!)
Devrimci Marksizm ve demokrasi mücadelesi
Oysa devrimci Marksizm için demokratik talepler uğruna mücadele tamamen sınıfsal bir karakter taşır. Troçki bunu şu sözlerle ifade eder: “Burjuva demokrasisini burjuva demokratik yöntemlerle değil, burjuva demokrasisinin proletarya diktatörlüğü ile yer değiştirmesine yol açacak sınıf mücadelesi yöntemleriyle savunabiliriz.”(İspanyol Devrimi) Yani burjuva demokratik talepler için verilecek bir mücadele bile ancak işçi sınıfı öncülüğünde başarıya ulaşabilir. Tabii, burada sözü edilen “başarı” gerçekte bir burjuva demokrasisinin değil, bir işçi demokrasisinin başarısıdır. Lenin’in yaklaşımı da farklı değildir. Lenin şöyle der: “Burjuva demokratik reformların proleter, yani sosyalist devrimin bir yan ürünü olduğunu belirttik ve fiilen kanıtladık Kautsky’ler, Hilferding’ler, Martov’lar bu ilişkiyi anlayamadılar.Birincisi gelişerek ikinciye dönüşür, ikincisi de geçerken birincinin sorunlarını çözer.”
Demokratik bir mücadeleyi başarıya taşıyan işçi sınıfının kendi yoluna gidemeyip demokrasiyi ve iktidarı, hangi kılığa bürünmüş olursa olsun burjuvaziye teslim etmesi (mesela bir “demokratik cumhuriyet” olarak) bütün kazanımlarını kaybetmesi ve tarihi bir fırsatı tepmesi anlamına gelecektir. Karşısına çıkan tarihi fırsatı tepmiş olsaydı bugün ancak bir “dipnot” olarak hatırlanacağı söylenen Bolşevizmisınıf mücadeleleri ve devrimler tarihinde eşşiz kılan da bu kavrayışıdır..Lenin’in “Nisan Tezleri” ve “Yaklaşan Felâket” uyarısı ve bunlar üzerinden geliştirdiği stratejik değişiklik, demokrasi mücadelesi ile sınıf mücadelesi arasındaki devrimci ilişkinin ne olduğunu çok iyi ortaya koyar.
Bir sıralama var mı..?
Burada önemli bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Mücadelenin aşamalarını kendi kafamızdaki sıraya ve zamanlamaya göre değil de nesnel gerçekliğe, gerçek hayattaki güç ilişkilerinin ani ve keskin dönüşlerine, toplumsal mücadelenin yasalarına ve proletaryanın bilinç ve mücadelecilik düzeyine uyarlamamız halinde tarihin önümüze koyacağı “sıralama”da ve hayatın temposunda önemli değişiklikler olabilir. (Bu “yasa” bugün için bile geçerlidir!) Toplumsal gelişmeler her zaman farklı ihtimallere gebedir.Burjuva demokratik talepler için verilen mücadele, umulmadık bir hızla “miadını” doldurup, mesela bir genel grevin, fabrika işgalleri dalgasının, siyasi veya toplumsal bir olayın yol açacağı çatışmalı bir durumda hızla aşılabilir. Bu durumda (veya daha öncesinde) ortaya çıkabilecek konsey, meclis, komite vb. kitle özörgütlenmeleri, giderek ikili iktidar organları, iktidarı alıp almama konusunda hayati bir seçimle karşı karşıya kalabilirler. Bu durumda sorun artık birişçi demokrasisinikurup kurmama sorunudur. İşçi sınıfının ve devrimci politik önderliklerinin böyle bir adımı atması durumunda “kurucu meclis” dahil bütün burjuva demokratik talepler önemini kaybeder…
“Demokrasi” konusunda bir başka husus ise, devrimci sosyalistlerin burjuva demokrasisinden (burjuvaziden) kopmakta tereddüt etmeleri halinde (yani daha fazlası için propaganda, ajitasyon ve örgütlenme yapmamaları ve mücadeleye girişmemeleri halinde) düzenden “sıtkı sıyrılmış” kitlelerin umudu en gerici liderliklerin peşinde aramalarına yol açabilir. Bugün hem Avrupa’da hem de İslam dünyasında yoksul emekçi kitlelerin aşırı sağ-popülist, neo-faşist ve radikal İslamcı önderliklerin peşinden gitmesinde sosyalist-komünist hareketlerin çürümüş burjuva düzeniyle veya laik-küçükburjuva radikalizmiyle (“Milli-demokratik” cinsinden ve giderek çürüyen bir çeşit küçük burjuva demokrasisi!) işbirliğine gitmelerinin ve devrimci karakterlerini kaybetmelerinin büyük rolü vardır. (Stalinist SSCB bürokrasisinin “yanılmaz” önderliğinde!)
Sınıf mücadelesi acil bir sorundur
Bütün bu yaklaşımlardan çıkan sonuç, şu anda verilen acil mücadelenin (savunma) ve ileri sürülen taleplerin (demokratik) nitelikleri her ne olursa olsun, bütün bu mücadele ve taleplerin hızla sınıf mücadelesinin yöntem ve talepleriyle birleştirilmesinin yollarının bulunmasıdır. Öncelikle bu somut bir ihtiyaç ve acil bir zorunluluktur. Nedenine gelince: Yaklaşan derin bir ekonomik krizin bedelinin işçi sınıfı ve yoksul emekçilere ödetileceği konusunda hemen herkesin hemfikir olduğu bir dönemde, en büyük marifetlerinden biri grev yasakları olan bir iktidarın yapabilecekleri düşünüldüğünde, sınıf mücadelesinin ve onun zorunlu gereklerinin hiç de soyut ve hayali şeyler olmadığı ortadadır. Yeni rejimin, yerli ve yabancı burjuvazinin bir takım şikâyetlerine rağmen, sadece bir “tek adam” iktidarı değil, esas olarak kapitalizmin bunalımı koşullarında politik olarak bir “kriz yönetimi” tarzı ve alternatifi olduğu unutulmamalıdır. Yani yeni Bonapartist rejimle kapitalizme karşı mücadele arasında çok sıkı bir ilişki vardır! Halihazırdaki milyonlarca işsize yeni milyonların (en iyi ihtimalle yüz binlerin) eklenebileceği, yaygın bir iflas dalgasının küçük burjuvaziyi “çılgına” çevirebileceği bir dönemde umutsuz kitleleri faşizmin veya radikal İslamcıların (Beterin beteri vardır ve bu ihtimal yabana atılmamalıdır!), askeri diktatörlerin veya başka bir takım Bonapartist kliklerin eline teslim etmek istemeyen devrimci-sosyalistlerin böyle bir mücadeleye hazırlanması zorunludur.
Mücadelenin zorunlu olarak açık sınıfsal bir nitelik kazanması, “demokrasi” veya demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi için oluşturulan birlik, platform, cephe vb. örgütlenmelerin hızla aşılabileceği bir toplumsal-politik ortamın doğmasına yol açar. Bu durumda, giderek sertleşen ve sınıfsal karakter kazanan bir mücadelenin olmazsa olmazı olan grev komiteleri, fabrika komiteleri, işçi konseyleri, meclisleri…vb. organlar gündeme gelir. Bütün bunlar krizlerin, sınıf çelişkilerinin, işçi mücadelelerinin doğal ve otomatik sonuçları değildir elbet. Ancak işçi sınıfının sermayeyle girişeceği açık bir mücadeleyi kazanmasının henüz bilinen başka bir yolu yoktur.
Ancak bu organlar giderek yükselen bir sınıf bilincine işaret etseler de kendi başlarına işçi sınıfının zaferinin garantisi değildir. “Demokrasi saflarında” huzursuzluk ve memnuniyetsizlik yaratma ihtimaline rağmen şu örneği de verelim!:İşçi, asker ve köylü sovyetlerinin “ikili iktidar” organları olarak ortaya çıktığı 1917 Rusyası’nda Şubat ile Ekim arasında yaşananlar proletaryanınkapitalizmi tasfiye etmek üzere iktidarı ele geçirmesinin ancak işçi sınıfı saflarına yüksek bir politik bilinci taşıyacak ve ona önderlik edecek devrimci bir partinin varlığına bağlı olduğunu göstermiştir. Ancak bir siyasi parti böyle bir görevi öncelikle kendi bilincini dönüştürerek başarabilir. Böyle bir dönüşüm yukarılarda da sözünü ettiğimiz üzere ancak, partinin kendi gelişimini sınıf mücadelesinin ve devrimin yasalarına uyarlayabilme yeteneğine, sınıf içindeki örgütlenmesine, programınını nesnel toplumsal gerçekliğe uygun biçimde geliştirmesine bağlıdır. İleri işçilerin ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin, emekçilerin güven duyabileceği bir önderliğin inşasının yolu budur.
Program ve sınıf bilinci
Devrimci bir önderlik inşasında bir partinin ideolojik ve politik kimliğini oluşturan program anlayışı stratejik bir önem taşır. Program aynı zamanda yazının asıl konusunu oluşturan “sınıf bilincinin yükselmesi” ve kitlelerin burjuva gericiliğinin etki alanından çıkartılması konularında da kritik bir öneme sahiptir. Program aynı zamanda bir partinin nesnelliği, gerçek toplumsal ve politik durumu kavrayıp kavrayamadığının da ölçütüdür. Devrimci olmayan bir programla devrim yapılamaz. Devrimci bir program her şeyden önce açıklığa, iç bütünlük ve tutarlılığa sahip olmalıdır. Devrimci bir program öncelikle işçi sınıfının zihniyetini, ruh halini, geriliğini değil, ülkenin sosyal ve ekonomik koşullarını ve sınıfın nesnel görevlerini ifade etmeli, toplumsal durumu olduğu gibi yansıtmalıdır. Devrimci bir programın görevi, nesnel durumu olduğu gibi ortaya koyarak işçi sınıfının bilincini geliştirmektir. Yani “program işçi sınıfının geriliği ile mücadelenin bir aracıdır.” Peki bir program nesnel durumla işçi sınıfının politik bilinci arasındabüyük bir “makasın” olduğu durumlarda aradaki bu açıklığı nasıl kapatabilir. Bu iş elbette üst perdeden nutuklarla veya sınıfa verilecek “ultimatomlarla” yapılamaz. Aradaki “makas”, tarihin bazı dönemlerinde tehlikeyi olağanüstü derecede büyütse de, sabırlı bir çaba gösterilmek zorundadır. Bu nedenle programın nesnel içeriği ne olursa olsun “sunuluş biçimi tamamen bir pedagoji ve terminoloji sorunudur.” Bu aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçilerin programda ifade edilen nesnel gerçekliğin bilincine ancak kendi eylemleri ile ulaşabilecekleri anlamına gelmektedir.
Devrimci Marksizmin Programı
Devrimci Marksizmin mücadele anlayışının temelini olusturan Geçiş Talepleri Programı(GTP), “azami-asgari program” anlayışından farklı olarak mücadelenin çeşitli evrelerini bir takım “siyasi iktidar formülleri” ve “rejimlerle” (demokratik diktatörlük, demokratik cumhuriyet vb.)tanımlanan. “aşamalara” bölmez. GTP’nin mantığı bugünün acil, ekonomik ve demokratik taleplerinin, “geçiş talepleri” yoluyla işçi sınıfının iktidar hedefine bağlanmasıdır. Yani GTP, bugünün acil taleplerini bir dizi geçişsel talep, slogan, eylem ve kitle seferberlik organı yoluyla sosyalizmhedefine bağlayan bir “köprü” programdır. İlk ve en acil adımlandan başlayarak hedef proletarya iktidarı, popüler adıyla bir işçi-köylü veya işçi-emekçi hükümetidir. Bu mücadelenin ulaşabileceği noktayı ve sınırı, ancak işçi sınıfının devrimci enerjisi ve siyasi bilinci belirler; yoksa sınıf işbirlikçilerinin, reformistlerin, küçük burjuva demokratlarının uygun gördüğü, çeşitli kılıklara bürünmüş “burjuva demokratik” rejimler veya “milli-demokratik aşamalar” değil.
GTP, mantığı ve içeriği itibariyle net bir biçimde iktidar sorununu ortaya koyar. Zaten bu programın “geçiş talepleri” kısmının en önemli, en kritik maddelerini sovyetler, konseyler, komiteler, meclisler, işçi milisleri, savunma komiteleri vb. “ikili iktidar” organları içerir.. Program bu organları, sadece işçi sınıfı için değil, askerler ve emekçi köylüler, tarım proleterleri için de önerir.
Sosyalizm propagandası…
60’lı yıllarda Türkiye’de sol hareketin yükselişinin temel nedeni aynı dönemde ciddi bir yükseliş gösteren işçi sınıfı mücadeleleriydi. Ancak bu sürece eşlik eden önemli bir faktör de sosyalist düşüncenin Türkiye’nin entelektüel ve kültürel hayatı üzerindeki güçlü etkisiydi. Bu süreçte şu veya bu biçimi (veya türüyle) “sosyalizm propagandası” çok önemli bir yer tutmaktaydı. Dönemin işçi ve sendikal hareketi içinde genel olarak sol düşüncenin hızla zemin bulması, işçilerin en azından sendikal mücadeleler, grev ve fabrika işgalleri esnasında, sonra da kısmen günlük hayatlarında sola meyletmeleri üzerinde bu propagandanın önemli yeri vardı. Bu etki onca yıllık “devlet partisi” CHP’nin bile, hem de İsmet İnönü zamanında, toplumsal gelişmelerin de basıncıyla, önce “ortanın solu”na sonra da Ecevit zamanında “sosyal demokrasi”ye yönelmesini sağladı. Sosyalizm, teorisi ve uluslararası pratiğiyle 60’lı ve 70’li yıllar boyunca Türkiye’deki başlıca tartışma konularından biriydi.
Ancak uzun yıllardır Türkiye sosyalist hareketi “sosyalizm tartışmasını ve propagandası”nı “unutmuş” gibidir. Bunda kuşkusuz model olarak kabul edilen ülke rejimlerinin (SSCB, Çin, Arnavutluk vd…) kendi egemen bürokrasileri eliyle yaşadıkları utanç verici “dönüşüm” ve yıkımların ardından gelen kapitalist restorasyonların yarattığı özgüven ve inanç kayıplarının, taraf değiştirmelerin, dönekliklerin, “postmodern” (ütopyaların, büyük anlatıların sonu!) ve “postmarksist” etkilerin önemli bir yeri vardır. Yaşananlar, sol üzerinde derin ideolojik-teorik-politik etkilere, solu her zaman derinden etkilemiş olan küçük burjuva sosyalizminin zaaflarının güç verdiği savrulmalara (sağ-sol liberalizm, radikal demokratlık, ulusalcılık, burjuva demokrasisi hayranlığı) yol açmıştır. “Komünizmin öldüğü” düşüncesi, buna karşı çıkanlar da dahil çok geniş kesimleri etkilemiş, geçmişin militan kesimleri bile ciddi bir inanç kaybına veya moral bozukluğuna uğramıştır. Bütün bunların sonucu olarak sosyalizm, taraftarları açısından dahi emekçi halkın düşünce ve hayatında en azından şimdilik bir karşılığı olmayan afaki bir düşünce ve mücadele hedefi haline gelmiştir.
Program, işçi demokrasisi ve güncel-popüler bir sosyalizm propagandası
Bu bağlamda GTP’nin çok önemli bir başka özelliğinden söz edebiliriz. Program, sosyalizmhedefini sadece “geleceğe ait” bir “vaat” olarak değil, aynı zamanda “bugüne” ilişkin pratik bir sorun olarak da ele alır. Mesela programın ekonomik bunalımın yol açtığı yüksek oranlardaki işsizliğe ilişkin önerisi, “iş saatlerinde ve ücretlerde eşel mobil”dir. (Hareketli merdiven) Bu, Troçki’nin deyişiyle aynı zamanda sosyalizmin de programıdır:
“Başlangıçta bu sloganın (ücretlerde ve iş saatlerinde hareketli merdiven) benimseneceğini düşünüyorum. Nedir bu slogan? Gerçekte sosyalist toplumdaki çalışma sisteminin tanımıdır. Toplam iş saatlerinin toplam işçi sayısına bölünmesi. Fakat biz sosyalist sistemin bütününü sunacak olursak (işleyiş anlamında ÇN) bu, ortalama amerikan işçisine bir ütopya, Avrupai bir şey olarak görünecektir. Biz bu işleyişi bunalıma bir çözüm olarak, işçilerin yeme, içme ve elverişli konutlarda yaşama haklarını güvenceye alacak bir çözüm olarak sunuyoruz. Bu sosyalizmin programıdır, ama çok basit, herkesin anlayabileceği bir biçimde ifade edilmiştir”
Bugünün Türkiye toplumsal, siyasi, ekonomik ve kültürel -entelektüel hayatında en büyük eksiği oluşturan sosyalizm düşüncesi ve sosyalizm propagandasının işçi sınıfı mücadelesinde pratik-programatik biçimde ifade edilme imkânı bununla da sınırlı değildir. Sosyalizm propagandası, demokratik-siyasi talepler düzeyinde de pratik olarak yapılabilir. Grev ve fabrika komiteleri, işçi konseyleri, grevlerin, işçi-emekçi eylemlerinin savunulmasıyla ilgili örgütlenmeler, faşizme ve her tür gericiliğe karşı örgütlenecek güçler (milisler vb…) aynı zamanda sosyalist bir toplumda bir “işçi devletinin” yönetim ve askeri organları olarak rol oynayacaktır. GTP, “demokrasi” mücadelesinde burjuva demokratik talepler için verilen mücadelelenin, işçi sınıfının bilinci ve örgütlülüğünün el vermeye başladığı noktada bir işçi demokrasisihedefine yönelmesi mümkündür. İşçi demokrasisi için mücadele, sınıfın var olan bilinç düzeyinde, daha uzun vadeli bir hedef olarak ve bugün için propagandif bir değer taşıyor gibi görünse de, gerçekte güncel politik bir öneme de sahiptir:
“Millet iradesi” ve işçi demokrasisi
Mesela bugünkü de dahil bütün burjuva rejimlerinin “meşruiyetlerini” (ve elbette her işlerini!) “millet iradesine” dayandırdıkları, aslında birer “halk yönetimi” oldukları iddiasını çürütmenin başlıca yollarından biri de emekçilere işçi demokrasisininnasıl bir şey olduğunu anlatmaktır. Bu, aynı zamanda doğrudan ve popüler bir sosyalizm propagandası anlamına da gelir.
Kitlelere, işçi demokrasisinin devlet-toplum ayrımını ortadan kaldırmayı, politikayı bir azınlığın elindeki profesyonel bir meslek olmaktan çıkarmayı hedefleyen; toplumun her düzeyde kendi özörgütlenmelerini oluşturduğu, bütün idari görevlerin (polislik, yargıçlık dahil) bu organlar tarafından seçilen, ekonomik ayrıcalıkları, temsil ödenekleri olmayan, kalifiye bir işçinin ücretiyle çalışan delegelerce yerine getirildiği, seçilenlerin geri çağırılabildiği; temsili olmayan, doğrudan bir demokrasinin yolunu açan; asalak bir bürokrasiden arınmış, toplumun tepesine çıkıp onu güdülecek bir sürü gibi görmeyen, milletin gerçek iradesini yansıtan “ucuz bir devlete” ve gerçek bir cumhuriyete dayanan;halkın gerçekten görerek ve kendi çıkarları doğrultusunda seçtiği delegelerin yer aldığı meclislerin oluşturduğu, onları dengeleyip koordine eden, yasama ve yürütmeyi bir araya getiren; “parlamenter” olmayan, yürütmenin yabancılaşmadığı; “düşünce ve tartışma özgürlüğünün yozlaşıp aldatmacaya dönüşmediği”; geri çağırılabilir temsilcilerin kendi çıkardıkları yasaları uygulamak ve seçmenlerine hesap vermek zorunda oldukları merkezi bir meclise dayanan; ve elbette bütün bunları mümkün hale getirebilecek, demokrasiyi sadece siyasi değil, ekonomik-toplumsal alanda da geçerli kılacak, emeğin bir meta olarak alınıp satılamadığı, sömürünün ortadan kalktığı bir sosyal-ekonomik temeli yaratacak olan bir düzenin, yani “milletin gerçek iradesi”nin gerçekleşmesi gerektiğinin propagandasını bugünden yapmanın ne sakıncası olabilir ki!?
İşçilerin gerçek ihtiyaçlarına yönelik pratik ve popüler bir sosyalizm propagandası, mücadele içindeki somut örnekleriyle birlikte işçi sınıfının, burjuva gericiliğinin (milliyetçi, dinci, ulusalcı veya liberal) etkisinden kurtuluşunda önemli bir rol oynayacaktır. İşçi ve emekçilerin düzene çaresizce boyun eğmesini sağlayan “başka türlüsü mümkün değil” kabullenmesini veya “öbür dünya” inancını kırmanın yolu başka bir dünyanın mümkün olduğunun sınıf mücadelesi içinde kanıtlannasıdır. Devrimci Marksizmin en önemli görevlerinden biri işçi sınıfına özgür bir gelecek umudunu taşımak, kurtuluşun “bu dünyada mümkün olduğunu” anlatmaktır. Sosyalistler, her düzeyde, bütün topluma, ancak en fazla da işçi sınıfına sosyalizm propagandası yapmak zorundadır. Gerçekleşmesi mümkün “ütopyalar” olmadan bir gelecek kurmak mümkün değildir…
“Direne Direne Kazanma” sorunu
Türkiye solunun güçlü bir “direniş” geleneği ve kültürü vardır. Bu gelenek ve kültür, çok zor zamanlarda maruz kaldığı ağır baskı, zorbalık ve zulme karşın solun ayakta kalmasını, gurur verici örnekler eşliğinde şeref ve haysiyetini korumasını, başı dik biçimde yeniden toplumun, emekçilerin, ezilenlerin karşısına çıkabilmesini sağlamıştır. Ancak bu direniş geleneği, solun, bir “ruh hali” ve politik çizgi olarak soyut bir “yarın” veya “bir gün mutlaka” umuduna dayalı “kronik” bir savunma çizgisine saplanmasına da yol açmıştır. Sol, kendine has solculuğu-sosyal demokratlığı ayrı bir tartışma konusu olan CHP’nin dışında, sosyalizmin devrimci veya reformist kanatları anlamında hiçbir zaman bir iktidar alternatifi olamamıştır. Bu aynı zamanda solun, daha doğrusu sosyalist solun, Türkiye’de bazı gerillacı çıkışların dışında, hiçbir zaman bir “hücum” stratejisinin ve politikasının olmadığı anlamına gelmektedir. Devrimci hareketlerin Türkiye’de en güçlü oldukları, en fazla yaygınlık kazandıkları 1968-80 döneminde dahi bu devrimci hareketler, söylemlerinin ve iddialarının aksine hiçbir biçimde “devrimin güncelliği” perspektifiyle hareket etmemişlerdir. Bu dönemde de “direniş” mantığı egemen durumdadır. Türkiye’nin en büyük siyasi hareketi Devrimci Yol’un faşist hareketle mücadele amacıyla önerdiği örgütlenme biçiminin adı “direniş komiteleri”dir. Ancak yine de bu “direnişin” aynı zamanda bir sonraki “saldırı” aşamasının hazırlık ve toparlanma dönemi olabileceği söylenebilir. Fakat dönemin “devrim” konusundaki bütün iddialı söylemine rağmen son derece genel şablonların dışında ortada bu “saldırı” aşamasına ilişkin somut bir stratejik öneri yoktur. Strateji adına görülen hemen her şey, “devrim” hedefini soyut bir hale getiren son derece uzun vadeli, hemen hepsi esas olarak geçmişteki Çin ve Küba devrimlerinin izledikleri stratejik çizgileri esas alan ve ülkenin toplumsal yapısı açısından geçerliliği olmayan bir dizi şablondan ibarettir.
Dönemin devrimci hareketleri, sürekli olarak bir devrimden söz etmelerine rağmen “devrimin güncelliği” fikrinden, gerçek manada bir iktidar stratejisinden ve buna uygun dakik ve uygulanabilir taktik anlayışlardan uzaktırlar. (Burada, önerilen devrimin niteliği meselesine girmiyoruz bile) Bu durum, krizin derinleştiği, sınıf savaşının şiddetlendiği ve iktidar sorunun bütün şiddeti ile gündeme geldiği aşamada dahi bir değişiklik göstermemiştir. 12 Eylül darbesinin kesin başarısını sağlayan en önemli husus bu ideolojik-politik “gaflet” halidir. Gerçek bir iktidar perspektifinden ve buna bağlı bir politik kavrayıştan yoksunluk, devrimci hareketin, bir iki istisna dışında açıkça yaklaşan felâketi görememesine yol açarken, darbeye karşı örgütlü ve birleşik bir mücadele hattı oluşturmasını da önlemiştir.
Türkiye’de solun hemen her zaman döneme göre dozu farklılaşsa da baskı altında olduğu doğrudur. Bu baskının aynı zamanda ve esas olarak egemen sınıfların işçi sınıfına ve yoksul halka yönelik baskı ve “zapturapt” altında tutma politikasından kaynaklandığı da açıktır. “Direniş” yani “savunma” pozisyonu pek çok zaman dağınıklık, zayıflık, hazırlıksızlık, yenilgi vb. nedenlerle bir zorunluluk olarak yaşanmıştır. Ancak bu, eğer bir takım gerçek-somut hedefler yoksa “sonsuza” kadar sürdürülebilecek bir pozisyon değildir. (Elbette “sonsuza” kadar da sürdürülebilir; varlıkla yokluk arasındaki bir durum olarak) Savunma (direniş), hücuma ve güç biriktirmeye yönelik olarak bilinçli seçilen bir taktik değilse büyük bir ihtimalle stratejik bir yenilginin de yolunu açacaktır. Yani her zaman “direne direne kazanmak” mümkün olmaz. Hatta devrimci durumlarda devrimci güçlerin “direniş” yani “savunma” pozisyonuna “düşmesi” devrimin yenilgisine yol açar. Elbette “devrimci durumlar” çok sık yaşanmaz. Sınıf mücadelesinin normal akışı içinde savunma durumları bazen bir zorunluluktur. Bu bağlamda savunma ve direnişin bir parçası olarak geri çekilmeler de ileri doğru bir atılım için güç birikimini sağladıkları ölçüde çok yararlı olabilir. Savaşta, gerekli durumlarda ve doğru zamanda ricat borusunu çalmayı bilmek, bir sonraki adımın başarısı için gereklidir. Bilinçli bir mücadele stratejisinin gerektirdiği geri çekilme taktiği, doğru uygulandığı ve mücadelenin bütünüyle doğru biçimde ilişkilendirildiği takdirde başarının da bir gereğidir.Devrimci bir mücadelede, önderlikler için, hücum edilmesi gereken yerde duraklamak veya ricat etmek nasıl cinayetle eşdeğerse, durulması veya ricat edilmesi gereken bir durumda hücuma kalkmak da öyledir. Zaten bir mücadelede siyasi önderliğin en büyük marifetlerinden biri bu hücum-savunma zamanlamasını doğru yapabilmesidir.
İktidar hedefi, devrimin güncelliği
Burada sorun, direnişin ve savunmanın hangi ileri adım için bir ön gereklilik olduğudur. Doğru yapılmış bir saldırı planından ve inisiyatifinden yoksun direniş çoğu zaman bir çaresizliğin, “Bir şey yapmalı!” mantığının sonucudur.Sözünü ettiğimiz “hücum inisiyatifi” ise siyaset ve sınıf mücadelesinde ancak bir “iktidar hedefi” ile elde edilebilir. İktidar hedefinden ve bu hedefe giden hazırlık ve stratejiden yoksun her mücadele yenilgiye mahkûmdur. Devrimci bir iktidar hedefi ve buna bağlı bir strateji sorunu “devrimin güncelliği” anlayışıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir anlayış ve bunun zorunlu bir parçası olarak bir iktidar hedefi yoksa mücadele en iyi ihtimalle “kahramanca direnişler” yolunda tükenip gidecektir.
Leninizmin devrimci karakteri “devrimin güncelliği” kavrayışına dayanır. Lenin çağımızı “proleter devrimleri çağı” olarak tanımlar. Ancak bu her istenilen anda bir proleter devriminin gerçekleşeceği anlamına gelmez. Bu esas olarak burjuvazinin devrimci bir sınıf olma niteliğini kaybettiği, kapitalizmin insanlığın sorunlarını çözmek bir yana daha da ağırlaştırdığı, kendi hareket yasalarının sonucunda yol açtığı krizlerle, üretici güçleri tahrip ettiği ve insan uygarlığını tehlikeye düşürdüğü bir çağ anlamına gelir. Proletarya devrimleri sorununu “güncel” hale getiren, onu “uzak gelecekle” değil, “bugünle” ilgili kılan temel de budur. Zaten Lenin’i devrimci bir örgütün aciliyeti ve niteliği konusunda bu denli hassas davranmaya iten asıl etken devrimin güncelliği sorununu merkeze almasıdır.
Yani “devrimin güncelliği” düşüncesinin maddi temeli “çağımızın devrimci karakteridir.” Ancak yeniden vurgulayacak olursak, “çağımızın devrimci karakteri” gerçeğinden kaynaklanan “devrimin güncelliği” düşüncesinin otomatik bir devrim beklentisiyle ilgisi yoktur. Çağımızın devrimci karakterini vurgulayan Troçki bu konuda önemli bir uyarı yapar:
“Çağın devrimci karakteri, her verili anda devrimin başarılmasına, yani iktidarın ele geçirilmesine olanak vermesinde yatmamaktadır. Onun devrimci karakteri, derin ve keskin dalgalanmalardan, doğrudan bir devrimci durumdan, başka bir deyişle komünist partinin iktidar için çalışmasını kolaylaştıran bir durumdan faşist veya yarı faşist karşıdevrimin zaferine ve ardından uzlaşmaz karşıtlıkları yeniden olgunlaştırıp iktidar sorununu keskin biçimde gündeme getirmek üzere bu kez geçici ve ılımlı bir rejime yol açan (…) ani ve sık geçişlerden (abç)oluşmaktadır.” (Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal )
Kriz ve karşı devrimin güncelliği!
Elbette köprülerin altından çok suların aktığı söylenebilir. Lenin’in “devrimler çağı” tanımını her yönüyle başka bir çağ için yaptığını; Troçki’nin, devasa işçi sınıfı partilerinin, güçlü bir komünist hareketin ve özellikle de SSCB’nin olduğu, pek çok yerde devrimci mücadelelerin yaşandığı bir dönemden bahsettiğini söyleyebiliriz. Ancak Lenin ve Troçki’yi devrimi “güncel” bir sorun olarak ele almaya yönelten asıl etkenin kapitalizmin ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak insanlığın varlığını tehdit eder hale gelmesi olduğu açıktır. Sorun tek başına kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklanan kriz dinamikleriyle de sınırlı değildir kuşkusuz. Asıl sorun bu dinamiklerin ekonomik krizlerin ötesinde toplumsal krizlere yol açmasıdır. Burjuvazinin egemenliği “ekonomik” alanla sınırlı olmayan “toplumsal” bir egemenliktir. Bu nedenle “sınıf mücadelesi” gerçeği sadece ekonomik alanla, “ekmek parası” düzeyiyle sınırlı kalmayıp bütün bir toplumsal-siyasi alana yayılır. Kapitalizmin toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin en temel ihtiyaçlarını artık karşılayamadığı; kendi varlığının yol açtığı krizlerin bedelini ellerindekini avuçlarındakini alarak onlara ödetmeye çalıştığı koşullarda burjuvazi her türlü demokratik görüntüden ve temsili demokrasi maskesinden sıyrılarak açık baskı rejimlerine yönelir. Faşizm, yarı faşizm, her türden Bonapartizm ve askeri diktatörlükler böyle dönemlerin eseri olup “çağımızda” sıklıkla görülen durumlardır.
Kısacası biz “devrimin güncelliğini” Lenin ve Troçki zamanında kalmış bir “geçmiş zaman hikâyesi” olarak görecek olsak bile, burjuvazi “karşı devrimin güncelliği”sorununu karşımıza çıkartarak bunu sıklıkla bize hatırlatır. Yani çağımızın sorunu, “negatif” bir biçimde de olsa bütün açıklığıyla karşımıza çıkar. Devrimci Marksizmin ustalarının tanımlarından ve tarihsel gerçeklerden yola çıkarak çağımızın bir devrimler-karşı devrimler çağı olduğunu söyleyebiliriz. Bu gerçeklik aynı zamanda devrimci Marksizmin “proleter devrimleri çağı” tanımlamasının “tersten” kanıtlanması anlamına gelir. Burjuvazinin sınıf mücadelesi sürecinde proletaryayı ezmek amacıyla gerçekleştirdiği “rejim değişikliğine”, yani “burjuva karşı devrimine” verilebilecek cevap hem tarihsel hem de güncel olarak bir “proletarya devrimidir.” Bu kuşkusuz “demokrasi” sorununun atlanması anlamına gelmez. Ancak acil demokratik, ekonomik taleplerle başlayan bir mücadelenin işçi ve emekçilerin siyasi bilinçlerinin gelişip sıçraması ölçüsünde düzen değişikliğini hedefleyen radikal bir toplumsal değişim talebine dönüşmeye başladığı noktada sorun burjuva demokratik talepleri aşarak bir işçi demokrasisinin sularına girer. Burjuvazinin “mutlak” gericilik çağında demokratik bir devrimin sorunlarını çözecek yegane güç ancak bir proletarya devrimidir. Gerçek bir demokrasi, yani sadece siyasal alanla sınırlı olmayan toplumsal ve ekonomik alanı da kapsayan ve emeğin bir meta olmaktan çıkarılmasıyla mümkün olabilecek bir demokrasi, ancak bir proleter devrimiyle mümkündür.