YILLAR SONRA 28 ŞUBAT’IN HATIRLATTIKLARI…

YILLAR SONRA 28 ŞUBAT’IN HATIRLATTIKLARI…

Kabul etmek gerekir ki “28 Şubat” büyük bir “askeri dehanın” eseridir! Dahi komutanlarımız, daha sonra da pek çok örneğini göreceğimiz gibi, siyasal İslam’ın önünü kesip onu ülkenin siyasi hayatından silmeye veya çok uzun bir süre ayağa kalkamayacak hale getirmeye çalışırlarken bugünkü malum durumun yolunu açmışlardır. Paşalarımız ne kadar övünseler azdır!

Hikâyeyi baştan anlatmayalım; zaten pek çok versiyonuyla onca yıl boyunca yüzlerce defa anlatıldı. Başta siyaset olmak üzere her şeyleri çok iyi bilen “dahi” komutanlarımızın bugünkü rejime hizmetlerinin 28 Şubat’tan çok daha öncesine, mesela 12 Eylül’e dayanan bir evveliyatı var kuşkusuz. Komutanlarımız, o tarihlerde burjuvazinin geçmiş yıllarda yaşadığı “sınıf mücadelesi” kâbusunu bir daha yaşamaması, gerçek muhalefetin bir daha başını kaldıramaması için çareler ararken yüzde 10 barajına dayalı bir seçim sistemi ve resmi ideoloji olarak da vatandaşın devletine mutlak itaatini sağlayacağı düşünülen “Türk İslam Sentezi” gibi harika fikirleri keşfetmişlerdi! Ancak hemen her işlerinde olduğu üzere bu dahiyane fikirler, ummadıkları bazı neticeler verdi. Mesela Türk-İslam Sentezi adlı resmi ideoloji girişiminin sonucu rejim içinde kendi kontrollerinde daha sınırlı roller biçtikleri dinin (Bu aslında “resmi-laiklik” bağlamında hep böyle olmuştu), hiç istemedikleri ve beklemedikleri Özal iktidarı döneminde, hem de en takkeli, sarıklı, cüppeli ve hacı yağlı biçimleriyle en olmadık yerlere sirayet ettiğini gördüler. Haliyle asapları bozuldu! Daha önce sola, sosyalistlere, işçi hareketine karşı gerektiğinde kullanmış olsalar da normal şartlarda evlerine sokmak istemeyecekleri bu adamların sonunda devletin her kademesine yerleşmeye başlamaları yetmezmiş gibi, Erbakan’ın başbakanlığı döneminde bir de lüks makam arabalarından inip Başbakanlık Konutu’nda boy göstermeleri bardağı taşırdı. Tanklar Ankara Sincan’da düzenlenen Kudüs Gecesi’nin ardından ilçe caddelerinden konvoy halinde geçti. Arkası kolay geldi ve o güne kadar daha örtülü yürümüş olan “resmi toplum-sivil toplum” işbirliği açıkça harekete geçerek, bir Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bildirisi ve ardından da dönemin moda tabiriyle bir “post modern darbeyle” hükümeti devirdi. Hatta, kısa süre önce, devlet içi kanlı ve kirli hesaplaşmaların unsurlarından birini açığa çıkartan Susurluk Kazası olayının ardından başlayan protestolar bile Refah-Yol hükümetinin devrilmesi operasyonunun bir parçasına dönüştürüldü. İşin içinde, başta artık çeşitli birimleriyle hükümetler üstü bir karar ve icra organı haline gelmiş MGK olmak üzere yargı, akademi vb. resmi kurumların dışında medya, işveren ve işçi örgütleri, odalar, sendikalar vb. “sivil toplum kuruluşları” da yer vardı. Zaten o dönemde adı geçen güçlerin hemen hepsi bölükler halinde “Milli Güvenlik Akademisi”ne çağırılıp devletin, milletin ve ülkenin “bekasına” ilişkin askeri bir eğitime tabi tutulmaktaydı. Paşaların iddiasına göre, “bin yıl” sürecek bir döneme girmiştik. Aynı tarihlerde toplumca, MGK Genel Sekreterliği kaynaklı, sözüm ona “laiklik yanlısı” bir psikolojik harekâta da maruz kaldık. Sonunda “şeriat tehlikesini” atlatmıştık!

Dış güçler…”

Daha sonra yaşanan ekonomik, politik, toplumsal durumlar, o ünlü banka hortumlama vakaları, mafya-siyaset-ticaret ilişkileri, bu defa Kürt meselesi üzerinden, “andıçlar” vd. araçlarla sürdürülen “psikolojik harekâtlar” falan malum. Ancak bilindiği kadarıyla Refah-Yol hükümetini hedef alan operasyon sadece bir iç mutabakatın (Milli mutabakat da denilebilir) ürünü değildi. İşin içinde ABD, İsrail vb. bazı “dış güçlerin” de olduğuna, en azından onlarla da mutabık kalındığına dair pek çok anlatım, tanıklık falan var. Zaten Türkiye’nin, içinde yer aldığı emperyalist sistem ve ittifaklar bağlamında, hem “milli” hem de “uluslararası çıkarlarını” (Yani sermayenin çıkarlarını) ilgilendiren bu tür adımları ABD ve NATO ile mutabık kalmadan, en azından onları “bilgilendirmeden” atması düşünülemezdi. Bu konuda epeyce kabul gören bir görüşe göre, işin uluslararası boyutu, Erbakan’ın ve temsil ettiği görüşlerin ve ilişkilerin ağır bastığı bir hükümetin, politikaları ve devlet içindeki kadrolaşmasıyla Türkiye’nin uluslararası sistem içindeki konumuna ve sistemin genel ve bölgesel çıkarlarına ve ayrıca özel olarak da ABD ve Batı için büyük önem taşıyan İsrail ile ilişkilerine vereceği zararla ilgilidir. Mesela o dönemin “yıldızı” Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in İsrail ile siyasi ve ekonomik ilişkilerinden çok söz edilir. Daha sonra “PKK’den para aldığı” suçlamasıyla “andıç kurbanı” olan gazeteci Cengiz Çandar’ın anlattığına göre 28 Şubat’tan iki hafta sonra 12 Mart’ta dönemin Dışişleri Bakanı M. Albraight’ın çağrısıyla Bakanlık binasında Türkiye ile ilişkili “bazı” kişilerin katılımıyla bir toplantı yapılır. Çandar, bu toplantıdan “Doğrudan bir askeri darbe olmadan bu hükümet gitmeli” eğiliminin çıktığını söylüyor. Ayrıca toplantıya katılanlardan meşhur Bernard Lewis, Çandar’a “post modern darbe” ifadesini ilk defa General Çevik Bir’den duyduğunu söylemiş! Yine Cengiz Çandar, toplantıya katılanlardan eski Türkiye Büyükelçisi M. Abramowitz’e “Amerika tekerine çomak sokanı ekarte eder, ama Erbakan size bir şey yapmadı ki!” dediğinde aldığı cevap “Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerde yazılı olmayan bir kod vardır; Erbakan bu kodu bozdu. Amerika ne yapacağı kestirilemeyen, kontrol edilemeyen müttefikten hoşlanmaz!” şeklindedir. Eski Büyükelçi kuşkusuz Erbakan’ın İsrail’e ilişkin fikirlerini ve başbakan olduktan sonra ilk yurtdışı gezilerini İran’dan başlayarak Mısır, Libya (Meşhur Kaddafi vakası!) Nijerya gibi İslam ülkelerine yapmasını kastetmektedir. Ancak burada bu “İslami turun” sadece “dış güçler” açısından değil, “iç güçler” açısından da ciddi bir sorun teşkil ettiğini hatırlatalım.

İşin İsrail boyutuyla ilgili olarak da yine Cengiz Çandar’ın işaret ettiği bir noktayı belirtelim: Çandar’a göre darbenin “yıldızı” Çevik Bir’in ABD’de açıkça “kote edilmiş” iki İsrail lobisiyle de yoğun ilişkileri vardır. 2000 yılında Paşa bunlardan, ilk defa ihdas edilen “uluslararası devlet adamı” ödülünü almıştır. Bunlar ayrıca Çevik Bir’in Demirel’den sonra cumhurbaşkanı olması fikrini de yaymaya çalışmışlardır. Yine Çandar’a göre Çevik Bir’in İsrail askeri sanayileri ile yakın ilişkileri vardı. Bu işleri bildiği bilinen Cengiz Çandar’ın anlattıkları bunlar; eğer yalansa günahı onun boynuna. Ancak bu konuda aksi yönde bilgiler içeren bir yalanlama duymadığımız için bu söylenenlerin büyük oranda gerçekleri yansıttığını söyleyebiliriz.

Meselenin kökü ve Hoca’nın antiemperyalizmi!

Ancak bütün bunlardan yola çıkarak 28 Şubat’ın esasen dış kaynaklı bir komplo olduğu söylenemez. Meselenin kökü içeridedir ve öncelikle Türkiye’nin “milli çıkarlarının” belirli bir yorumundan, düzen içi bir mücadeleden kaynaklanmaktadır. Emperyalizmin rolü, burada bir operasyon hazırlayıp yönetme biçiminden ziyade “doğrudan bir askeri darbe yapılmaması” koşuluyla, NATO ittifakının bir parçası olan TSK’nın “sivil güçlerle” birlikte düzenlediği bir operasyona kendi uluslararası çıkarları doğrultusunda destek verme, karşı çıkmamama biçiminde olmuştur. ABD’nin “bir şeye karşı çıkmamasının” veya “engel olmamasının” ne anlama geldiği düşünüldüğünde (Aynı daha sonraki AKP ve Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesi konusunda olduğu gibi) bunun da ne anlama geldiği anlaşılır!

Tabii, bütün bu anlatılanlardan, daha sonra çatışan her iki kanat açısından da bir çeşit “kıymete binen” Erbakan’ın Amerikan emperyalizmine ve İsrail’e karşı, hele ki Tansu Çiller ile birlikte bir mücadeleye girdiği biçiminde bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Çiller bir yana, “yüz bin uçak, yüz bin tank” gibi uçuk bir “milli sanayi hamlesi” söylemini dilinden düşürmeyen Erbakan’ın “yerli ve milli” karakterinin bildiğimiz türde bir yerli ve milli gericilikten başka bir şey olmadığı açıktır. Hoca’nın “antiemperyalizminin” ise uluslararası mali sermaye ile temel ilişkileri bozmayan, esas olarak kitlelerin oyunu almayı hedefleyen söylem düzeyinde bir çeşit Yahudi-Hristiyan-Batı karşıtlığı olduğu bilinir. Ancak en azından emperyalizm açısından asıl sorunun Erbakan’ın “antiemperyalizminden” ziyade “öngörülemezliği” ve “güvenilmezliği” olduğu açıktır. Kendi varlığı ve güvenliği konusunda en ufak bir kuşkuyu dahi aşırı derecede ciddiye alan İsrail’in ise hiçbir konuda “şaka kaldırmayacağı” çok açıktır.

Bıraksalardı..?

Erbakan’ın aldığı oy oranı bir yana (yüzde 21), ortağı olduğu hükümetin geldiği ve geleceği yer itibariyle, bırakın gerçek bir tehlikeye dönüşmesini, sonraki dönemde yaşanması kaçınılmaz krizler nedeniyle yok olup gideceği çok açıktı. Ancak bu haliyle bile yol açtığı panik, Erbakan ve partisinin gücünden ziyade rejimin içine girdiği kriz ve çürüme sürecinden, yani güçsüzlüğünden kaynaklanıyordu. İyice şiddetlenen Kürt savaşının da etkisiyle yaşanan çürümenin ve şiddetlenen devlet içi çatışmanın neden olduğu zaaflar yarı Bonapartist denetim rejimi açısından bir “beka” sorununa yol açıyordu. Eğer emperyalizmin daha fazlasına onay vermesi söz konusu olsaydı işin doğrudan askeri bir darbeye varması ihtimali çok yüksekti.

Ancak ağırlığı ne olursa olsun paşaların soruna bulduğu çözüm yolu, siyasal İslam’ın ciddi bir güç ve itibar kaybıyla sonuçlanacak bir sürece müdahale ederek, kendilerine çok daha pahalıya patlayacak, üstelik bu defa emperyalizmin desteğini de alacak olan büyük bir “belanın” yolunu açmaları oldu. AKP’yi kimin “kurdurduğu” ve kimlerin desteklediği bir yana, bu partinin kuruluşuna ve iktidara gelmesine yol açan süreçte ve de hâlâ iktidarda olmasında TSK’nın askeri ve siyasi “dehasının” büyük payı vardır.

Bir başka dahice buluş: Yüzde 10 seçim barajı!

TSK’nin bu süreçteki büyük payı sadece Erbakan’ın devrilmesiyle sınırlı değildir. AKP’nin başarısında yazının başlarında belirtilen 12 Eylül eseri seçim sisteminin de büyük rolü vardır. Toplumu, yarı Bonapartist bir denetim altında, o zamanın deyişiyle “iki buçuk partili” bir siyasi alana hapsetmek isteyen rejim, daha sonra iktidar ortağı olan sosyal demokratlar dahil kimsenin değiştirmek istemediği yüzde onluk “fahiş” seçim barajıyla uzun vadede kendi sonunun yanı sıra AKP’nin de “görülmemiş” başarısının yolunu açmıştır. AKP, “eski merkezin” çok yönlü krizlerle dolu bir sürecin sonunda çöküşünün ardından 2002 seçimlerinde yüzde 34 oyla milletvekilliklerinin yüzde 60 küsurunu almıştır. Birçok sağ partinin baraj altı kalması ve yeni kurulacakların da barajı aşama ihtimalinin düşüklüğü nedeniyle, MHP seçmeni haricinde sağ seçmenin neredeyse tamamının AKP’ye (giderek de RTE’ye) oy verir hale gelmesinde diğer bazı nedenlerin yanı sıra TSK’nın sözünü ettiğimiz “siyasi dehasının” da büyük payı vardır.

Yüksek bir zekâ örneği olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 27 Nisan muhtırası

Paşaların rolü bunlarla da sınırlı değildir. Kendileri ve kurdukları sistemin bileşenlerini oluşturan diğer yüksek bürokrasi, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de o “yüksek kavrayışını” bir kez daha göstermiştir. Rejimin sembolik gibi gözükse de en tepe noktasını oluşturan makama, hükümeti vermek zorunda kalsalar da devleti asla teslim edemeyecekleri bir siyasi çizginin önde gelen temsilcilerinden birinin gelmemesi için buldukları yöntemin (meşhur 367 vakası) ve verdikleri (e) muhtıranın ters tepmesi sonucu güç ilişkilerinde, ileride bir rejim değişikliğine de yol açacak olan radikal bir değişim yaşanmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2007’deki 27 muhtırasının reddedilip “hodri meydan” denilmesine kadar geçen sürede ordu yüksek kademesinin her konudaki yüksek fikirleri, çok üst perdeden söylemleri, aleni azar ve tehditleri ve daha sonra “Ergenekon” operasyonlarıyla “gıklarını” çıkaramadan derdest edilmeleri ve de 2010 sonrasında yaşananlar düşünüldüğünde bu değişimin boyutu anlaşılır. Bugün o meşhur GATA’nın adı artık “Sultan Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi”dir! Varın gerisini siz düşünün!

Ayı ile yatağa girmek!

Bugün memleket siyasetine ilişkin tartışmalarda adı yine sıkça geçen emperyalizm ve dış güçler, 28 Şubat’ta Erbakan’ın devrilmesi işinde dönemin yarı Bonapartist rejiminin tepesindeki paşalara destek vermiştir. Ancak aynı emperyalizm 2002’den başlayarak, yeni eğilim ve stratejileri doğrultusunda İslam dünyası için en uygun model olarak gördüğü AKP iktidarını ekonomik ve siyasi olarak bu defa paşalara karşı desteklemiştir. Yine aynı emperyalizm, bugün, davranışları giderek “kestirilemez” hale gelen Tayyip Erdoğan’a karşı epeyce “soğuk” davranmaktadır. RTE’nin bugünkü “emperyalizm karşıtlığı” bu desteği daha önce fazlasıyla alan bir şahsın, şimdi kaybetmeye başladığını hissetmesiyle ilgilidir. Sadece Erbakan’ın devrilmesi olayını değil, daha sonra o güçlü paşaların, emperyalizmin ve büyük sermayenin desteğini çekmesiyle, kendi karşısında düştükleri durumu da hatırlayan RTE’nin endişelenmesi son derece normaldir. İsmet İnönü bir tarihte Amerika’yı kastederek “Büyük devletlerle ilişki kurmak ayı ile yatağa girmeye benzer!” demişti. Eh tabii, hangi amaçla olursa olsun, ayı ile yatağa girildiğinde hasarsız çıkmak mümkün değildir.

Siz, duruma hâkim olduktan sonra 28 Şubat karşıtlığından “millet iradesine dayalı bir demokrasi” hikâyesi çıkarmaya çalışan yeni rejimin efendilerine bakmayın. Eski rejimin baskı ve rezilliği nedeniyle ve emperyalizmin mali-ekonomik ve siyasi desteğiyle bir süre “demokrat” taklidi yapmayı başarmış olsalar da eskinin Bonapartist-yarı Bonapartist baskı rejiminden geldiğimiz yer “yeni-Bonapartist” bir baskı rejiminden başka bir şey değil. Burjuva gericiliğinin, hepsi emperyalist sistemin birer parçası olan çeşitli kanatları arasındaki çatışmadan başka bir şey çıkması da beklenemezdi zaten…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında