Murat Yakın
Şarkılarımız
Varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.
Şarkılarımız
Evlerimizin önünde durmalı
Camlara vurmalı
Kapıların ellerini sıkmalıdır,
Sıkmalıdır
Acıtana kadar…
Nazim Hikmet Ran
Tam 42 yıl önce Türkiye, örgütlenme hakkının burjuvazi dışında herkes için tümüyle ortadan kaldırıldığı, her anlamıyla yıkıcı bir güne uyandı. Türkiye, işte o gün, 12 Eylül darbesi ile inşa edilen baskıcı siyasal ve iktisadi bir rejimin bir karabasanın içinde tam 42 yıldır yaşıyor.
Askeri darbe, hiç şüphesiz dünya kapitalizminin uzun süren bir iktisadi durgunluk, Türkiye ekonomisinin ise derin bir iktisadi ve politik kriz içinde debelendiği özel bir sürecin uzantısıydı. Nitekim, 1973-1985 tarihleri arasında başta Latin Amerika olmak üzere Uzak Doğu ve Orta Doğu’da 15 askeri darbe gerçekleşti ve ardından askeri diktatörlükler iş başına geldiler.
Yarı sömürge konumundaki Türkiye kapitalizminin ithal ikameci büyüme rejimi, döviz ve enerji kıtlıkları, süreklileşmiş bir istikrarsızlık ve politik krizler silsilesiyle tıkanmanın eşiğindeydi.
Türkiye kapitalistleri açısından bu krizden çıkmanın tek yolu yeni bir birikim rejiminin inşasıydı. Bu yeni birikim rejimi, bundan böyle iç pazara değil, kapitalist küreselleşmenin vahşi kurallarına dayanacak ve dış pazara yönelecekti. Böyle bir modelin en ufak bir demokratik işleyişe tahammülü yoktu ve tutunması her şeyden çok, topluma boyun eğdirilmesine, düşük işçi ücretlerine, işçi sınıfının örgütlerinin ve direniş odaklarının şiddetle dağıtılmasına ve genel olarak hak ve özgürlüklerin o güne dek elde edilmiş tüm mevzileriyle ortadan kaldırılmasına bağlıydı. 12 Eylül’ün ekonomi politiği basitçe budur.
12 Eylül askeri darbesinin ve üzerinde yükseldiği rejimin temel hedefi işçi sınıfının toplumsal, sendikal ve siyasal örgütlenmelerini imha etmekti. Bu doğrultuda, devletin kısa vadeli stratejisi devlet terörü ve baskı politikaları; uzun vadeli stratejisi ise bu kesimlerin siyasal gücüne yaşam alanı bırakmayacak şekilde devletin kurumsal mimarisinin yeniden yapılandırılmasıydı. Darbe rejimi, temel olarak sosyalist solun genel toplumsal muhalefet üzerindeki hegemonyasını kırmak ve gündeme yön verme kabiliyetini imha etmeye odaklandı, devrimci tehlikeyi yok edip siyasi alanı sermaye lehine düzleyerek rejim krizine son verdi.
12 Eylül’e giden birkaç yıl boyunca yaşanan, aynı zamanda düşük yoğunluklu bir iç savaştı. Faşist-antifaşist kamplaşma, sayısız mahalle, okul ve köyün devrimci hegemonya alanları olarak sivrilmesi, faşist ölüm mangalarının Alevi katliamları, büyük kent merkezlerindeki katliamlar, aydınlara yönelik kontrgerilla kurşunları, silahlı eylem ve çatışmalar başlangıç evresindeki bir iç savaşın göstergeleriydi. Dönemin devrimci hareketi, tüm öngörü noksanlığı, eylem birliklerine dair zaafı ve yetersizliklerine karşın, egemen sınıflar içinde bir kesimin palazlandırdığı kitlesel bir faşist hareketi/seçeneği sokaklarda durdurmayı, zaferini engellemeyi başarmıştır.
Öte yandan, 12 Eylül yaklaşırken geniş emekçi yığınları seferber edebilme kapasitesine sahip durumdaki sendikalar, meslek odaları ve devrimci örgütler, bir Genel Grev ve Birleşik İşçi Cephesi örgütlemek ve bu yolla Türk ve Kürt emekçilere darbecilere karşı mücadelelerinde etkili bir araç sunma fırsatını hiç kullanmadılar. Zira böylesi bir politik hatta hiçbir zaman sahip değillerdi. Türkiye işçi hareketinin kitlesel örgütlerinin böylesi bir perspektiften yoksun olması ve işçi hareketine bu doğrultuda bir araçlar bütünü sunma kapasitesinden uzak olması aslında trajedinin kendisidir.
Nitekim, 1917 Temmuz günlerinde Bolşeviklerin, işçi devrimini imha etmek için yola çıkan General Kornilov’un darbe girişimi karşısında işçi sınıfının tüm örgütleriyle birlikte geliştirdikleri birleşik mücadele hattı ya da gelişen Alman devrimini ezmek için yola çıkan eski Prusya valisi Kapp’ın Mart 1920 tarihinde gerçekleştirdiği darbenin Alman Komünist Partisi’nin diğer tüm işçi örgütleriyle birlikte yürüttükleri birleşik sınıf mücadelesi aracılığıyla püskürtülmüş olması gelişmelerin seyrini bambaşka noktalara taşımıştı. Yani 42 yıldır içinde sürüklendiğimiz karanlık bu biçimde şekillenmeyebilirdi.
Sosyalist siyaset 12 Eylül’den sonra devlet terörüyle koparıldığı gerçek yaşam alanlarına bir daha geri dönemedi. Bu alanlara kapitalist devlet, tarikatları ve mafyayı soktu, büyük iş yerlerini kendi “sendikalarına” teslim etti ve emekçi halkın çok büyük bir kesimini örgütsüz hale getirdi. Böylece görüntüler değişse de egemen sınıf, yalnızca burjuvazi için kesif bir özgürlüğün var olduğu kesintisiz bir baskı rejimi yaratmayı başardı. Unutmayalım, 1982 Anayasası bugüne kadar geçirdiği çeşitli referandum ve değişikliklerle birlikte hala bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası. Bunu tersine çevirecek bir toplumsal güç ve bu olağan üstü hal rejimine hayat veren zemini tek tek ortadan kaldıracak bir politik irade açığa çıkana dek de bu olağanüstü rejim varlığını sürdürmeye devam edecek.
42 yıl sonra bugün, Türk-Sünni kökenli emekçiler, aslında Türkiye kapitalizminin sömürgen ve yayılmacı eğilimlerine hizmet eden milliyetçi-dinci ideolojinin hegemonyası altındalar. Türkiye egemen sınıflarının en gerici ideolojik akımı olan bu yıkıcı sentez”, Türk-Sünni emekçilerinin ve yoksullarının şimdilik devşirilmiş “rızası” üzerinden yükseliyor.
42 yıl sonra bugün, Türk kapitalistleri uzun yıllardır hayalini kurdukları Başkanlık rejimine erişmenin, biçimsel de olsa nefret ettikleri parlamento ve denetim prangalarından kurtulmanın keyfini sürüyorlar. Başkanlık rejimi, özünde yıkıma sürüklenen toplumun artık parlamenter, demokratik yöntemlerle yönetilemiyor oluşunun açık bir göstergesi. Bu rejime yol veren 42 yıl önce açılmış şiddet dolu ve olağanüstü koşulların ürünü olan bir sürecin içinden henüz çıkabilmiş değiliz. Zira tarihsel olarak yaşadığımız Bonapartist despotizm türü olgular, varoluşunu borçlu oldukları olağanüstü koşullar ortadan kaldırılmadan yok edilemezler. Önümüzde parlamenter, ılımlı ve reformlara dayalı bir çıkış yok, aksine sınıflar mücadelesinin yoğunlaşarak keskinleşeceği bir dönem perdelerini açmakta.