Zaman dümdüz ilerlemez; yalnızca döner, dönerken genişler. Daha doğrusu zamanın nasıl algılandığına dair bir tercihtir bu. Onu dönen ve genişleyen bir olgu gibi algıladığımızda aslolanın hedef değil yol olduğunu da anlarız. Hal böyleyken Devrim, içinde bulunduğumuz zaman olur çıkar. Ne beklemeye gelir ne de bekletilmeye.
‘Hedefi’ olumsuzlamak için değil, ‘yolu’ olumlamak niyetiyle yaptım bu girişi. Kaldı ki mutlak bir hedeften söz edilemeyeceği gibi, koşullara göre değişip duran yollar vardır. Hedef denilen henüz gerçekleşmemiş ‘durum’, somut bir gerçeklik olan yol tarafından belirlenir durur. İşte bu yüzden Devrim, asla bir son durak değil, dönmekte olan zamanın içinde derinleşip genişlemek isteyen bir yolculuktur.
Sınıfsız yaşama kavuşma arzusu, sömürgen bir dünya zamanında bir insanlık idealidir. Gerçekleştiğindeyse yolculuk bitmez; tam tersi, insanın ve doğanın önü açıldığından yeni yollar, yolculuklar bizi bekler.
Zamanı, Devrim’i ve yolculuğu iç içe geçirince geçmişe gittim, kendime şu soruyu sordum: “Devrimci Yol’la aramda nasıl bir ilişki var(dı)?” Cevabı basitti: “Biraz çocuksu, biraz nostaljik, çokça gönülden, samimi.”
Bütün bunların ne anlama geldiğini bir çocuğun gözüyle ve bir yetişkinin aklıyla anlatmaya çalışayım:
Yetmişlerin sonlarıydı, ilkokula gidiyordum. Mahalledeki abilerimiz ‘Yol Spor’ diye bir takım kurdular. Onca havalı isim varken doğrusu Yol Spor’u pek iddiasız bulmuştum. Mesela neden ‘Şimşek Spor’ ya da ‘Yıldırım Gençlik’ falan değildi. Bütün günü sokakta, yolda geçirdiğimiz için koyduklarını düşündüm. Derken babamın Karayolları’nda çalıştığı geldi aklıma. Hayatı greyder tepesinde geçiyordu: Yazın yeni yollar yapıyor; yaptığı yollar kışın kapanınca açmaya gidiyordu. Çocuk aklıma takılır, sormaya cesaret edemezdim: ‘Baba, madem kapanıyor neden açıyorsunuz? Seni az görüyoruz, biliyorsun.” Bir de şu politika sendika işleri, hepten kayboluyordu.
Bir gün bahçedeki dudun dibinde otururken takımın adına neden Yol Spor koyduklarını anladım. Belli ki ağabeylerim, yol işine harcadığı yoğun mesaiden ötürü babamı sevindirmek istemişlerdi!
Şeytana bacak arası yapacak tekniğe ve futbol zekâsına sahip olduğundan Erdoğan Ağabeyimi takım kaptanı yaptılar. Seksen Darbesi’ne kadar kasabada düzenlenen bütün turnuvaları, resmi gayrı resmi her maçı kazandılar. Onbeş dakikalık devre aralarında sahaya yakın bir kuytulukta toplanıp konuşurlardı. Oyun hakkında konuştuklarını işitmedim hiç; varsa yoksa siyaset, varsa yoksa onun bunun derdi. Dediklerinden hiçbir şey anlamazdım. Gerçi takımın gücü, rakiplerin perişanlığı ortadayken taktik konuşup ne yapacaklardı… Aslında ben meşe kokularına karışan ter kokularını severdim…
Biz mahallenin küçükleri de gittik, Yol Spor’un ‘yıldızlar akımını’ kurduk. Erdoğan Ağabeyimin giyim giysi sattığı bir dükkânı vardı. En ucuzundan desensiz tişörtler verdi bize, para filan da almadı. Elim biraz fırça tuttuğundan oturdum, Almanya’dan amcamın getirdiği sulu boyalarla tişörtlerin arkasına numara, önüne de büyük harflerle ‘Yol Spor’ yazdım. Akşama doğru boyalar bitmiş annemden kıçıma terliği yemiştim. Formaları yıkama şansımız doğal olarak yoktu. Her mahalle maçı sonrası sinen ter kokusu hala genzimi yakar…
Evimiz iki katlıydı. Biz birinci Erdoğan Ağabeyimler ikinci katta oturuyordu. Gece yarısına doğru yattığım odanın penceresi tıklatılınca pantolonu pijamanın üstüne çeker dışarı fırlardım. Yol Spor’un A takımı önde yıldızları arkada, gece ikilere kadar o duvar senin bu duvar benim koşturur dururduk. Mezarlık duvarına geldiğimizde keyfim kaçardı. En uzun yazılar oraya yazılır, ‘yıldız yumruk’ oraya çizilirdi. Ortama alışınca keyfim yerine gelir; elimde boya kovası Erdoğan Ağabeyimi izlemeye koyulurdum. Hem seri hem dikkatli çalışırdı. K’larına, Y’lerine ve M’lerine hastaydım! Yıldız yumruğu o karanlıkta iki dakikada ortaya çıkarmasınaysa hayrandım…
Tipitip çikletlerinden çıkan bir tişörtüm vardı. Bir gece yazılamaya, daha doğrusu kova taşımaya onunla çıktım. İşimiz bitince üst baş batmış halde eve döndüm; üstümü değiştirmeden kendimi yatağa atıp uyudum. Ertesi sabah annem sıfır kilometre tişörtü kırmızıya bulanmış halde üstümde
görünce terlik gene kıçımda patlamıştı.
Çocuklara hikâye uydurmak gibisi yoktur, dahası dünyanın en kutsal işlerindendir. Siz anlatırken yenilenirsiniz, çucuklar dinlerken genişlerler. Erdoğan Ağabeyim biz çocukları karşısına alır, komik ve korkunç hikâyeler anlatırdı. Anlatmakla kalmaz çizerdi! Yüzünde hamamböcekleri, saçlarında bitler dolaşan, sürekli kaşınıp duran Drakula’nın haline bakım hem ürker hem gülerdik.
Beyni dâhil bütün uzuvları her zaman hat safhada çalışan abim, son dönemlerinde sadece başını ve gözlerini hareket ettirebiliyordu. Hayal gücünün çalışmasına engel değildi bu durum. Yattığı odanın penceresinden görebildikleriyle oyalandığını söylemişti bir gün: Karşı apartmanın çatısına yuva yapan güvercinlerin hareketlerinden kendince anlamlar çıkarıyormuş. “Bütün gün onları seyrediyorum” demişti. Başımı duvardaki tablolardan birine çevirmiş, boğazımdaki yumru geçinceye kadar öylece kalmıştım… İşi gereği senelerce evinden uzakta, otel odalarında yaşadı. Sulu boya resimler yaparak yalnızlığa katlanmaya çalıştığını biliyordum. ‘Güvercinler’ ondan duyduğum son hikâyeydi. Anlattığında o ellidördünde, ben otuzsekizindeydim. Bir yıl sonra da aramızdan ayrıldı. 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nde…
Yaşadığımız zamanın ruhunu kavrayıp ruhsuzluğunu gidermeye çalışmak… Çocukluk anılarımıza, oyunlardan aldığımız saf heyecana; toprağın, kuşların, ağaçların, arkadaşlığın, yolların bizim için ne ifade ettiğine; bütün bunların zıttı kötülüklere, yaşamdaki açık çelişkilere bakarak “yeni” bir durum, yeni bir toplumsal ruh yaratmak… Ucundan kıyısından yaşadığım için söylüyorum: mümkün!
On yaşında bir kızım var. Bir çocuğun sokakla kurduğu ilişki babasıyla kurduğu ilişkiden daha önemsiz değildir. Pek çok babanın, devlet otoritesinin, köhne geleneklerin, üretim ilişikilerinin evdeki temsilcisi
olduğunu ve sistemik iktidarın üretimine katkı sunduğunu hesaba katarsak, sokağın ve sokakta kurulan ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlarız. Biz yetişkinlere gelince; yaşamın “sıradan” ayrıntılarındaki bütünleştirici yanları göremiyorsak, bilimum merkezlerce ve iktidarlarca belirlenmiş anlayışlara biat etmeyi sürdürüyorsak, inanın insan potansiyelimize de yazık ederiz. Yaşayan politik filozoflardan birinin şu sözü derdimize derman sanki: ‘Bazen umut, geçmişte neler becerdiğimizi hatırlamaktır.’
Babamla abim köyümüzün mezarlığında yan yana yatıyorlar. Üstlerini yüzyıllık meşeler örtüyor. Kızımın Kış adında küçük masmavi bir kuşu vardı. Ölünce onu da yanlarına gömdük. Köye her gidişimizde ilk işimiz üçünü de ziyaret etmek olur. Onların yaşarken yaptıklarını zaman zaman
düşünüyor, yeri geldiğinde çevremle paylaşıyorum. Laf olsun diye değil, hangi koşullarda nelerin becerilebildiğinin kanıtları olarak.
Babamla abimin yolculukları hala sürerken, biz yaşayanlar için yolun bittiğini kim iddia edebilir…