“Fetih” amaçlı Suriye harekâtındaki “muhteşem zaferin” bir erken seçimi getirip getirmeyeceği tartışılıyor. Öyle ya, böyle bir fırsatın kaçırılmamasıgerekir. İktidar saflarındaki dağılma eğiliminin ve giderek hızlanan oy kaybının tersine çevrilmesi için böyle bir “başarının” biçilmiş bir kaftan olduğu söylenebilir. Zaten yaygın inanç da, yaratılan son derece “milli” havaya rağmen bu savaşın iktidarın güç kaybının engellenmesi ve daha uzun süre ayakta durabilmesi için çıkarıldığı doğrultusundadır. Ancak bu tür “başarıların” etkisi çabuk geçer; kısa bir süre sonra savaşın yol açtığı maddi sıkıntılar ön plana çıkmaya başlar. Tarihte savaşı kazanmasına rağmen seçimleri kaybeden iktidarlar görülmüştür. Bu nedenle son savaşın asıl hedefinin bir seçim başarısından daha ötesi olduğunu söyleyebiliriz.
Asıl sorun rejim…
Bu tür savaşların kurgusal neden ve sonuçları itibariyle bir seçim başarısına tahvil edilip edilemeyecekleri bir yana, gerçek nedenleri ve sonuçları itibariyle rejimin kaderiyle doğrudan ilişkili olduğu bilinir. Sıkışan ve gerilemeye başlayan bütün baskı rejimleri, giderek şiddetlenen iç çelişkilerini,her zaman milliyetçilik, kimi zaman da askeri maceralar biçiminde dışa yansıtarak üzerlerindeki basınçtan kurtulmaya çalışırlar. İzlenen yol hayırlısonuçlar vermese de tarih bu tür girişimlerle doludur. Kısacası bu son savaş Türkiye’nin rejim sorununun ve iktidarın iç politikasının bir ürünüdür. Unutulmaması gereken temel prensip şudur: Dış politika, iç politikanın uzantısı, savaş da “politikanın başka araçlarla devamıdır!” Burjuva muhalefetin ve sahte solcuların (sosyal şovenlerin) anlamak istemediği, anlamadığı veya bile bile üzerini örtmeye çalıştıkları gerçek budur.
Sözlü veya fiziki şiddet bu rejimin başlıca aracıdır. Bunların “terör” de dahil çeşitli bahanelerle dışa yönelmesi bu gerçeği değiştirmez. Buradaki temelsorun rejimin savaşı ve/veya “terör” tehdidini ve bunların sağladığı baskı imkânlarını birer yönetim aracına çevirmesidir. Bu usul kuşkusuz ki Türkiye açısından bir yenilik değildir. Ancak savaşın başlamasının ardından yaşananlar, iktidarın “terörle mücadele” ve “vatan- millet sevgisi” adıyla pazarlanan bir yalan rüzgârı eşliğinde “olağan” baskı rejimini nerelere taşıyabileceğine işaret etmektedir.
İç savaş rejimi
Daha ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde böyle bir rejimin kaçınılmaz biçimde bir “iç savaş rejimine” dönüşeceğini vurgulamıştık. “İç savaş rejimleri” her zaman askeri anlamda bir iç çatışmayayol açmasalar da (Bu eğilim her zaman vardır) esas olarak nüfusun bir bölümünün “gayrı milli” ilan edildiği “düşman ceza hukukuna” dayanır. Burada muhalif toplumsal ve politik kesimlere yönelik devlet-rejim kaynaklı ve gerektiğinde paramiliter güçlerin de devreye sokulduğu tek yönlü bir “iç savaş” düzeni söz konusudur. Yeni rejimin bugün “güçler birliği” üzerinden inşa etmeye çalıştığı düzen budur. Bu nedenle, milliyetçi burjuva muhalefetinin ve ulusalcıların “Söz konusu vatansa…” tekerlemesiyle destek verdikleri Kürt düşmanı politikaların, tamamen biat etmedikleri takdirde yarın kendilerine yöneleceğini görememeleri için gerçekten aptal olmaları gerekir. Emin olsunlar, rejimin baskı ve şiddeti hiçbir biçimde sadece Kürtlerle ve Suriye topraklarıyla sınırlı kalmayacaktır. Kayyum politikasının ve tehdidinin sadece Kürt siyasi hareketini baskı altında tutmayı ve tasfiye etmeyi amaçladığını düşünmek saflıktır; bu politika rejimin çelişkilerinin şiddetlenmesi oranında ekonomik, sosyal ve siyasal bütün alanları kapsayacaktır!
Savaşın asıl amacı rejimin ayakta tutulması ise, bu amaç kaçınılmaz biçimde daha fazla baskı ve şiddete yol açacaktır. Bu aynı zamanda sürekli bir “savaş hali” olarak da tanımlayabileceğimiz “militarizmin” egemenliği anlamına gelecektir. Polis devletlerinin aynı zamanda militarist devletler olması bir tesadüf değildir. Yani bu süreç, durdurulamaması halinde Türkiye’ye “Başkomutana” sürekli olarak asker selamı verilen bir “kışla hayatı”ndan başka bir şey vaat etmemektedir! Ayrıca iktidara ortak olan veya ortak olmaya çalışan bazı güçlerin, kendilerince koşulları oluştuğunda saray darbeleri yoluyla iktidara el koymayı hesapladıkları düşünüldüğünde bu ihtimalin yabana atılmaması gerektiği anlaşılır.
Sonun başlangıcı, ancak…
Bir baskı rejiminin yükseliş döneminde değil de gerileme döneminde savaş politikalarına başvurması onun açısından “sonun başlangıcı” anlamına gelir. Ancak bu son kısa zamanda gelmeyebilir. Sürecin uzunluğu veya kısalığı bir dizi iç ve dış koşulabağlıdır. Ancak hiçbir koşul bir rejimin otomatik biçimde sonunu getirmez. Böyle rejimler için istediğimiz ve dilediğimiz sonun milliyetçi, ulusalcı veya bilmemneci burjuva muhalefeti eliyle gelmeyeceği açıktır. İktidarın gerileme sürecinde giderek belirleyici olan unsur herkesten çok emekçileri vuran ekonomik krizdir. Yani sorun bu yönüyle had safhada sınıfsaldır. Bugün piyasada “muhalefet” olarak dolananların bu konuda emekten yana bir çözüm önerileri kesinlikle yoktur. Muhalefetin, siyasi yelpazedeki konumuna göre, sınıfsal anlamı özenle gizlenen her derde deva bir “demokrasi” eşliğinde, reforme edilmiş bir neoliberalizm (sağ) ve en fazla, ehlileştirilmiş bir kapitalizmin (sol) ötesinde bir çözüm reçetesi yoktur. Amaç büyük sermayenin huzur, refah ve mutluluğu olunca başka türlüsü de mümkün değildir. Üstelik bu muhalefet ortak amaç gibi görünen demokrasi konusunda da kararlı davranmamaktadır. Gerçekte savaş gibi en hayati meselelerde iktidara “vatan-millet” adına destek veren muhalefetimiz, bu rejimin bir takım iç ve dış dinamiklerin etkisiyle kendi kendine çökeceğini veya “sistemin efendileri” eliyle tasfiye edileceğini ümit etmektedir. RTE ise, kendi iç politikası doğrultusunda “milli meseleler” yaratarak bu muhalefeti burnundan tutup istediği yere sürükleyebileceğinden emindir.
Koşullar, koşullar ve…
Her iktidar gün gelir bir biçimde gider. Ancak bir iktidarın nasıl gittiği ve kimler tarafından götürüldüğü gelecek açısından çok önemlidir. Kapitalist bir toplumda iktidarların burjuvazinin çeşitli iç ve dış güçleri tarafından devrilmesiyle işçi ve emekçiler tarafından devrilmesi arasında büyük farklar vardır. Bugün çok sayıda ülkede milyonlarca emekçinin demokrasi, özgürlük, sosyal adalet ve eşitlik talebiyle ayağa kalkmasına yol açan gerçek ve temel nedenler Türkiye için de geçerlidir.Burjuvazinin sağlayacağı çözümler ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda eskinin rezilliğinin tekrarından başka hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Gerçekten bir şeyler umut edebileceğimiz bir gelecek ancak işçi ve emekçiler eliyle kurulabilir. Bu da ancak işçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel olarak burjuvaziden bağımsızlaşıp önder ve kurtarıcı bir güç olarak toplumun karşısına çıkmasıyla mümkündür. Bu koşul gerçekleşmediği takdirde, fiziksel gücünü emekçilerin oluşturduğu bütün özgürlük mücadeleleri burjuvazi ve uzantıları tarafından “çalınarak” sömürü düzeninin hizmetine koşulacaktır.
Bizler, siyasi önderlik sorununu çözmesi halinde proletaryanın kendi örgütlü güçleriyle yer aldığı mücadelelerin yönünü nasıl değiştirebileceğinin, toplumun tüm ezilenlerine nasıl önderlik edebileceğinin bilincindeyiz. Amacımız her düzeyde mücadele ve öz örgütlenmeler yoluyla bu bilincin işçi ve emekçi kitleler içinde yayılmasıdır. Tarihe yön verebilecek önderlikler ancak kitle seferberlikleri içinde inşa edilebilir; ancak bu seferberliklere önceden hazırlanmaları koşuluyla. Bizler bütün büyük tarihsel olayların ve devrimci kitle seferberliklerinin başlangıç aşamalarında “kendiliğinden” hareketler olduğunu biliyoruz. Ancak bir takım sol liberal ve “radikal demokrat” akıl hocalarından farklı olarak bu “kendiliğindenliğin” siyasi ve toplumsal özgürlük yolunda gerçek bir zafere ulaşabilmesi için, büyüklüğü ve çeşitliliği, yani kitleselliği oranında yeterli bir güce sahip sınıfsal bir özneye ve siyasi bir önderliğe, yani devrimci bir partiye ihtiyacı olduğunu söylüyoruz.
“Nesnel” koşulların bütün haşmetiyle varlığına rağmen bu “öznel” koşulların henüz oluşmadığı söylenebilir; bu bugün için büyük ölçüde doğru da sayılabilir. Ancak devrimlere temel teşkil eden çok büyük kitle hareketlerinin, bazen hiçbir işaret vermeden, bazen de umutsuzluk veya başka nedenlerle dikkati çekmeyen öncü sarsıntılarla veya “ilgisiz” başlangıçlarla ve kendiliğinden bir biçimde çıkageldiği düşünüldüğünde öznel koşullar konusunda mutlak bir imkânsızlıktan söz edilemez. Nitekim 2013 yazındaki muhteşem “Gezi Ayaklanması”nın, toplumsal beklentilerin en düşük olduğu bir zamanda “birkaç ağaç” yüzünden patladığı hatırlanırsa, tarihin umulmadık anlarda umulmadık imkânlar sunabileceği görülür. Ünlü bir sözdür: “Devrimler bir daha asla gelmeyecekleri zannedildiği bir zamanda çıkıp gelirler!” Asıl mesele devrimcilerin her şeyleriyle buna hazır olmalarıdır. Bu ise son derece zahmetli bir iştir. Zaten düzenideğiştirmek de kolay bir iş değildir…