Önceki yazıda “pandemi” sonrası dünyanın nasıl bir yer olabileceğine ve sermaye iktidarlarının krizin sağladığı fırsatlardan nasıl yararlanabileceğine ilişkin olarak Macaristan ve Filipinler örneklerini vermiştim. Aynı yazıda Orban ve Duterte’nin dünyada bir “virüs” gibi hızla yayılmakta olan ve Türkiye’nin de çoktandır dahil olduğu “yeni-bonapartist dalga içinde biraz daha öne çıkıp “daha ileri bir model” oluşturmaya başladıklarını; bu tür rejimlerin bir takım “iç dönüşümlere” ve “daha ötesine” gebe olduklarını söylemiştim. Kapitalizmin uluslararası krizinin sermaye iktidarlarını, anlı şanlı burjuva demokrasilerinde bile ekonomik ve siyasi olarak “fevkalâde” (olağanüstü) yöntemlere zorladığı bir zamanda dünyanın geri kalanında “fevkalâdenin fevkinde” önlem ve değişikliklere yöneltmemesi mümkün değil. Dünya krizinin pandemi nedeniyle daha da derinleşeceği anlaşılan bu yeni evresinde her türden sermaye iktidarının bir biçimde dönüşüm geçirmesi muhakkak gibi görünüyor.
İç Dönüşüm ve Ötesi…
Yukarıda sözü edilen yeni model bonapartizm akımı içinde mümtaz bir yeri olan Türkiye’deki Saray rejiminin de krizin bu aşamasında “iç dönüşüm” yolunda yeni ve ciddi adımlar atacağı anlaşılıyor. Başka bir yazının konusu olacak doğrudan sermaye yanlısı önlem paketleri bir yana, rejimin, daha baskıcı bir karakter kazanmasına yol açacak siyasi önlemlere de hazır olmalıyız. Cumhurbaşkanı, son konuşmasında ülkemizin sadece korona virüsünden değil, “medya ve siyaset virüslerinden de kurtulacağı” müjdesini verdi! RTE de aynı Orban gibi. Onun da önceliği, “gazetecilik değil şeamet tellallığı yapan” muhalif medya mensupları, yani “medyadaki virüsler!” Ona göre bunlar “kendi ülkelerine savaş açan” varlıklar; “yalan yanlış bilgilerle sürekli kin kusan, virüsten daha tehlikeli bir hastalığın işaretleri!”
Elbette medyadaki “dezenfeksiyon”, başarılabildiği takdirde sadece bir “giriş taksimi” niteliğinde olacak, belli ki asıl “eser” siyaset alanında icra edilecek ve “siyasi virüsler” temizlenecek! Amaç, büyük ölçüde boşalan cezaevlerini “rejim muhalifleri” ile doldurmak. Ancak rejim bunlarla da sınırlı kalmayacak ve eğer mümkün olabilirse bu kazanımlarını kalıcı bir “toplumsal” başarıya tahvil etmek isteyecektir. Bunun anlamı, sermayenin emek üzerindeki diktatörlüğünün iktidarın tarihsel amaçlarına ve dönemin koşullarına uygun yeni bir biçim almasıdır.
İyi Saatte Olsunlar!
İçişleri Bakanı’nın Saray tarafından kabul edilmeyen istifasını da rejimin giderek güçlenen bu “iç dönüşüm” eğilimi bağlamında ele almak gerekiyor. Bakan’ın, “iyi saatte olsunlar” veya “derin devlet” diye de adlandırılan “gölge devletin” (veya gölgelerdeki devletin) etkili bir kanadı tarafından desteklenip iktidara hazırlandığına dair yaygın bir söylenti var. Elbette biz bilemeyiz, ancak mesela Devlet Bahçeli’nin yeni rejimin savunulması konusunda sergilediği yüksek enerji ve performansa veya bir zamanların Susurluk ekibinin şeflerinin yeniden arzı endam etmesine ve de Doğu Perinçek’in bilmemkaçyüzüncü defa taraf değiştirmesine bakacak olursak bir şeylerin döndüğü kesin. Adı geçen kesimlerin, kendi güçleriyle asla kuramayacakları, başka bir deyişle ancak RTE tarafından kurulabilecek bir rejimin sonuçlarından sonuna kadar yararlanmak isteyeceklerini, iktidara yakın bir konum almalarının nedeninin bu olduğunu tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Böyle bir şeyin mümkün olup olamayacağı, olursa kimler vasıtasıyla olabileceği, “Reis”in bu süreçteki rolünün ve konumunun ne olacağı, rejimin ömrünün böyle bir iç dönüşüme yetip yetmeyeceği ise iç ve dış ekonomik-siyasi-toplumsal dinamiklere, egemen sınıfların tutumuna, güç dengelerine, rejimin arta kalan enerjisinin miktarınave her kanattan muhalefetin siyasi yeteneklerine, mücadele azmine bağlıdır. “Tarihsel gerekliliği” ortadan kalkmış, güç kaybeden bir iktidarın ömrünün uzaması çürümesini hızlandırırken, iktidar içi kavgaların, bunun da ötesinde bir takım “saray darbelerinin” önünü açmaktadır.
Saray rejiminin pandemi nedeniyle daha da şiddetlenip uzayacak bir iktisadi kriz döneminde, bu krizin siyasi ve toplumsal sonuçlarıyla baş edebilmek, iktidarını sürdürebilmek ve “sınıfsal görevlerini” yerine getirmek amacıyla sergileyeceği “marifetleri” her zamanki alışılmış icraatlarından ayırt etmek zorundayız. Diyalektiğin bilinen kuralıdır: Nicel birikimler, belirli koşullarda ve kritik bir düzeyde niteliksel bir sıçramaya yol açar. O noktadan sonra artık başka bir şeyden söz etmeye başlarız. Bu nedenle yeni kararname ve yasalarla uygulamaya sokulan önlemleri, bir baskı rejiminin rutin-gündelik kötülüklerinin ötesinde rejimin iç dönüşümünün ve daha beter ihtimallerin işaretleri olarak görmeliyiz. Rejim, giderek hızlanan bir tempoyla kritik noktaya yaklaşmaktadır. Bu tür işlerin “erbabı” sayılan karanlık kişi ve çevrelerin ortalıkta bu denli dolanmaya başlaması tesadüf değildir. Hedefleri, bugünküne bile rahmet okutacak bir “üst modele” geçmektir.
Hangi Muhalefet? Nasıl Bir Umut?
Bu gidişat elbette durdurulmalıdır. Ancak “bilinen” muhalefet güçlerinin bu işi yapacak takat ve cesaretten yoksun olduğunu, özellikle de sınıfsal endişelerle gerçek bir mücadeleye girmeyeceklerini biliyoruz. Onlar rejimin, uzunca bir iç tükenişin ardından seçimler yoluyla gideceğine ve iktidar sırasının kendilerine geleceğine inanmak istiyorlar.
Tabii, halihazırda “bilinmeyen- muhtemel” bir muhalefetten de söz edilebilir. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi, kendisine karşı yürütülen ve kriz nedeniyle daha da şiddetlenmesi kaçınılmaz “tek taraflı sınıf savaşına” karşı işçi sınıfının sahneye yeniden çıkmasına bağlı. Emekçilerin ayağa kalkıp örgütlü bir güç olarak devreye girmesi sermayenin toplumsal egemenliği altında oluşmuş bütün ilişkileri, dengeleri, geleceğe ilişkin bütün hesap ve ihtimalleri altüst edecektir. Henüz fazla iyimser ve umutlu olmamıza yol açacak işaretler görünmüyor. Ancak devrimlerin ve karşı devrimlerin aynı nesnel koşullardan kaynaklandığı gerçeğinden hareket ederek devrimci bir gelecek umudunu yeşertebiliriz. Böyle bir umut, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceği bilinci ve sosyalizm mücadelesi temelinde devrimci bir önderliğin inşasıyla güç kazanıp bir gerçeğe dönüşecektir.
Aksi halde sadece Türkiye değil, bütün dünya emekçiler ve ezilenler için çok daha kötü ve ölümcül bir yer haline gelecektir. Sermayenin dünya çapındaki egemenliği insanlığa ölümden başka bir şey vaat etmemektedir. Ancak başka bir dünya mümkündür. “Öldüren kapitalizmden” ve emperyalizmden kurtuluşun tek çaresi sosyalizmdir!