“On güne bitsin bu iş, bayramdan sonraya kalmasın” denilen ve birdenbire yeniden memleketin gündemine oturan özel bir banka; İş Bankası. Henüz yeni kurulmuş bir ülkede sermayenin ulusallaşması için yapılan hamlelerden biri. Mustafa Kemal’in emri ile bizzat kurulması, cumhuriyet ile başlayan sürecin ilk “yerli ve milli” özel teşebbüs bankası olması, ülkenin yüzünü batıya dönmesinin nişanesi olması gibi sebeplerden dolayı, daha özel bir banka olarak da görebiliriz.
1924’te kuruluş sermayesi olan 1 milyon TL’nin dörtte birini, M. Kemal şahsi mal varlığından sağladığı için ve özel bir banka olması sebebiyle İş Bankası’nda M. Kemal’e ait hisse olması, kapitalist varlık yasaları açısından gayet normal. Bu paranın nereden geldiği, M. Kemal’in neden bu kadar parası olduğu, bu parayla neden banka kurdurduğu gibi sorulara bu yazıda cevap aramaya çalışmayacağız. Ancak kapitalist sistemde var olan miras hakkı ile kişi sahip olduğu mali varlığını belirli şartlar altında istenilen gerçek ya da tüzel kişilere istediği ölçülerde bırakabilir. Bunu herhangi bir bireyin, kurucusu olduğu siyasi partiye kendine ait herhangi bir hisseyi miras olarak bırakması olarak görürsek, yaşanan durumda bir anormallik olmadığını anlayabiliriz. Üstelik M. Kemal’in gerçek kişi mirasçı olmadığı için, bu durumun anormal olduğunu düşünmek ise biraz zorlama bir yorum olacaktır.
Aksine miras bırakılırken bazı şartlar ile bırakılmış. Hisseden gelen kar payı parti kasasına değil TDK ve TTK ya gidiyor. CHP’nin bu hisseye ait yönetim kurulu oy hakkı bulunmakta. Bu oy hakkının ne kadar önemli olduğu ya da yetkilerinin/etkilerinin ne olduğu ise soru işareti. Sanıldığının aksine CHP’nin 1,14 milyar dolar marka değerine sahip İş Bankasının hisselerinden gelen nakitlerle oynadığı falan yok. Ama yönetim kuruluna atanan CHP kontenjanlarının “maaş ve huzur haklarını” nasıl değerlendirdiklerini bilemiyoruz. Burada küçük bir hatırlatma yapmakta yarar var: Kılıçdaroğluda bir dönem iş bankası yönetim kurulunda CHP’yi temsil etmiş.
Bu özetlenmiş tablo bile kapitalist sistemde siyaset – sermaye ilişkisini çok güzel resmediyor. Şu an gündem olduğu için bu ilişkinin sadece CHP için böyle olduğu sanılmasın, AKP cephesi için de durum pek farklı değil. Geçmişte Abdülkadir Aksu’nun Vakıfbank, Faruk Çelik’in Ziraat Bankası, İBB eski başkanı Mevlut Uysal’ın ise Halk Bankası yönetim kurullarında yer aldığını, aynı maaş ve huzur haklarının geçerli olduğunu hatırlatalım. Kısacası siyaset – sermaye ilişkisi düzen içi saf tutmuyor. Bu yüzden de AKP’nin kamunun gasp edilmiş hakkının peşinde olduğu yanılsamasından uzaklaşalım. Mevzu yine bilindik: rant.
Peki, sık sık siyasi bir partinin banka sahibi olamayacağını dillendirip bu hisseleri hazineye devretmeye çalışan AKP bu işte ilk mi? Askında bu hamle AKP zihniyetinin öncülleri olan DP dönemi ve darbeci Evren zamanında da gerçekleştirilmek istendi, görece olarak da gerçekleştirildi. Geçmişten bugüne siyasi çizgileri muhalefete saldırı ve baskı uygulamak olan DP ve geleneği, 1953’ te CHP’nin tüm mal varlığının hazineye devredilmesini sağladı.
Ancak 10 yıl sonra CHP tüm haklarını geri aldı. Aynı şekilde 1980 de siyasi partiler kapatıldığında, CHP’nin bütün mal varlığıyla beraber İş Bankası hisseleri de hazineye devredildi. Siyasi af sonrası tekrar kurulan CHP, yine tüm haklarını geri aldı. 1963’deki karar, kabaca vasiyetin değiştirilemeyeceği, temel hak ve özgürlüklere dokunulamayacağı üstünden alınmıştı yani kapitalist özel mülkiyet ve miras kavramının korunmasına dikkat edilmişti. Bahsettiğimiz dönemlerde (1960ların ilk yarısı ve 1990ların ilk yarısı) yargı mekanizmasının daha “bağımsız olduğunu hatırlatalım”.
Dünya genelinde ekonomik bunalımın gün geçtikçe yaklaştığı–ki kapitalizmin kendi cephesinden bu krizin 1929 bunalımından daha ciddi sonuçları olabileceği yönünde uyarılar mevcut-, bunun üstüne covid-19 salgının mevcut durgunluğu bir adım öteye taşıdığı bir dönemden geçmekteyiz. Mevcut durum dünyada ekonomik bir krize doğru ilerliyor. Tüm dünyada ülkelerin ekonomileri kötüleştikçe iktidarlar baskı oranını arttırıyorlar. Yeni tip baskıcı yönetimler ortaya çıkıyor, Macaristan ve Filipinler örneklerine yenileri ekleniyor. Türkiye’de de bu durum da farklı değil. Aksine kendi düşüncesinden farklı olan her düşünceyi virüsten daha tehlikeli sayan saray rejimi, daha da radikalleşme eğilimleri göstermekte. (Hakkı Yükselen’in her iki konuyla ilgili 7 Nisan ve 20 Nisan tarihli, linkleri aşağıda da olan yazılarına tekrar bakmanızı öneriyorum).
Merkez bankası döviz rezervlerinin eksilerde gezdiği bir tablo iktidarın önünde duruyor. Geçtiğimiz hafta yine döviz tarihi pikler yaptı ve devlet bankaları piyasayı döviz ile besleyerek bu durumu kontrol altına şimdilik almayı başardılar. Ancak, ekonomistlerin dediğine göre hızlıca nakit kaynak yaratılmaz ise, bu uzun vadede çok rahatlama sağlayabilecek bir hamle olarak görülmüyor. 2019 yılında yaklaşık 468 milyar TL aktif büyüklüğü olan İş Bankası hisselerini hazineye devrederek, Merkez Bankasının İş Bankası’nı ipotek edip, uluslararası arenadan kredi/borç almayı deneyerek, böylece kısmı rahatlama sağlayarak ya da talimatıyla piyasalara/dövize müdahale ederek ellerini güçlendirmek istiyor olabilirler.
Parti eşittir devlet düşüncesinin hâkim olduğu Saray rejimi, İş Bankası hisselerinin aslında milletin olduğunu, dolayısıyla bu hisselerde herkesin hakkı olduğunu iddia etse de, gerçekleştirmek istediği bu hazineye devir işleminin bir “banka kamulaştırma” hamlesi olmadığını bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bunu da yaparken, her popülist milliyetçi rejim gibi bir “ülke meselesi” “beka sorunu” haline getirmeye çalışıyorlar. Bugüne kadar anayasaya aykırı davranmaktan çekinmeyen Sarayın, her şeyi göze alıp bu devri gerçekleştirmesi, dünyadaki benzer örneklerde olduğu gibi, baskıda vites arttıracağının dolayısıyla sınıfa saldırının daha da şiddetleneceğinin işaretidir.