Taksim’in arka sokaklarında, içki servisi yapan bir işletmenin önünde masada oturuyorduk. Birden zabıta-belediye çalışanları, polis ve hatta sivillerin olduğu kalabalık bir topluluk belirdi. Masamızı devirip bağırdılar “Kalkın buradan!” diye. Ne bir uyarı, ne bir açıklama… Bizi dövmeye hazırdılar. O günlerde yaygındı içkili masalara saldırılar. Yumruklarımızı sıktık, gökyüzüne baktık. “Hesap zamanı da gelecek” dedim mekan sahibine. O karamsardı “Her gün daha pervasız oluyorlar. Bu ülkeden gitmek gerek. Halk sesini çıkarmaz.” dedi. Haksız sayılmazdı, ben de sustum. Devletin şiddetini görmüş bir kuşağın temsilcisiydik.
Oysa yıllardır birikmiş öfkeler patlamak üzereydi ve biz görememiştik. Bu konuşmadan en fazla bir hafta sonra Cumhuriyet tarihinin en büyük isyanlarından biri patladı. Her kesimin derdi başkaydı ama pervasız saldırılara karşı oluşan öfke ortaktı. Gezi Parkı’na Topçu Kışlası-AVM yapma inadı ve kanun tanımazlık herkesin öfkesini birleştirmişti.
Ve Gezi ayaklanması ile bu halkın önemli bir çoğunluğu biber gazı, toma, panzer, cop, gaz maskesi, gaza karşı limon ile tanıştı. Kırmızlı kadın, Çarşı taraftar topluluğu, “piyanist”, “duran adam” yeni kahramanlar oldular. Duvar yazıları ve forumlarla özgürlük ve yaratıcılığı keşfettik. Devlet şiddetine direnmeyi de öğrendik, dayanışmayı da. Taksim barikatlarını aşmıştık ama yaklaşık bir ay sonra zaferin yerini geri çekiliş ve yavaş yavaş çözülme aldı.
Ve evlatlarımızı kardeşlerimizi yitirdik; Abdullah, Ali İsmail, Atakan, Berkin, Ethem, Mehmet ve diğerleri… Ölenler, sakat kalanlar, tutuklananlar, işsiz kalanlar, ülkeden kaçmak zorunda kalanlar…
Birkaç Ağaç İçin
27 Mayıs günü Gezi Parkında bir duvarının yıkılması ve 5 ağacın sökülmesiyle başladı her şey. Taksim Dayanışması ağaçların önüne geçerek yıkımı engelledi. Ardından yaklaşık 50 kişi çadır kurarak nöbete başladı. 28 Mayıs’ta tekrar başlayan yıkım, BDP milletvekili sırrı Süreya Önder ve CHP parti meclisi üyesi Gülseren Onanç’ın müdahalesiyle tekrar durdu. 29 Mayıs sabah 5:00’de polis gaz ile parktakilere müdahale etti. Müdahalenin şiddeti çok yüksekti. Savunmasız çevrecilere dönük bu kin, tüm toplumda büyük tepki uyandırdı. Orantısız polis şiddeti, eyleme destek verenleri sokağa çekti.
Aynı gün Yavuz Sultan Selim Köprüsü inşaatının açılışı sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan; “Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız.” diyerek gerginliği arttırdı.
30 Mayısta polis tekrar müdahale etti. Ancak kitlenin sayısı da artmaya devam etti. 31 Mayıs’ta Sırrı Süreyya Önder omuzundan vuruldu. Sezgin Tanrıkulu gazdan fenalaştı. Yaralı sayısı artınca Türk Tabipler Birliği acil müdahale birimi kurdu. Ankara Kuğulu Park, İzmir Gündoğdu Meydanı, Mersin Özgür Çocuk Parkı, Tunceli Sanat Sokağı, İzmit Cumhuriyet Parkı ve bir dizi ilde protestolar ve sert polis müdahaleleri yaşandı.
Kitle Meydana Giriyor
1 Haziran 2013 gününün sabah saatlerinde on binlerce insan İstanbul’un Anadolu yakasında toplandı ve Boğaziçi Köprüsü üzerinden yürüyüşe geçti. Polis gruba Beşiktaş`ta gaz bombaları ve tazyikli su ile müdahale etti. Bunun ardından Kadıköy ve Anadolu yakasının diğer kesimlerinden de birçok protestocu Taksim’e ulaşmak için yürüyüşe başladı.
Kararlılık ve direngenlik, artan kitlesellik devletin içerisinde bölünme yarattı. Cumhurbaşkanı Gül’ün talimatıyla polis Taksim Meydanı’ndan çekildi. Ankara’da da kitle Kızılay Meydanı’na girdi. İzmir’de on binlerce insan haykırıyordu: “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Kimyasal Erdoğan” ve “Direne direne kazanacağız”. İçişleri Bakanı Muammer Güler, o gün 48 ilde 90’ın üzerinde eylem yapıldığını açıklıyordu.
Maalesef 2 Haziran’da, kaçan bir arabanın çarpması nedeniyle Mehmet Ayvalıtaş’ı kaybettik. Erdoğan ise inadına devam ediyordu: “Evet cami de yapacağız. Ben bunun iznini gidip de CHP genel başkanından alacak değilim, birkaç çapulcudan alacak değilim.”
2 Haziran sabahı Taksim Meydanı’nda, İstiklal Caddesi civarında on binlerce insan vardı. Çoğu genç ve kadınlardan oluşan bir kalabalıktı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Taksim Meydanı’ndaydık, peki şimdi ne olacaktı? Herkes birbirine bakıyordu. Kendiliğinden bir hareketin tam ortasında “Hükümet İstifa” sloganı o gün Taksim’de, daha sonra yerellerde on binlerce insanı arkamızda toparlıyordu. Ama ardından atılan sloganlarda ses düşüyordu. Hükümet gidince ne geleceğine dair hiçbir öngörü yoktu. Attığımız “Kurucu Meclis” sloganına ise bizden başka katılan yoktu. Kendiliğinden hareketin sınırlarını bir kez daha not ettik kenara… Önderlik ve program yoksa zafer de kalıcı değil.
O gece İstanbul Beşiktaş’ta, İzmir ve Ankara’da yoğun polis saldırısı yaşandı. Alanları zorlayanlar, hükümeti istifaya çağıran devrimci unsurlardan oluşuyordu. Gece, Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nde kurulan revirde, alkol tüketildiği, ayakkabılarla camiye girildiği iddia edilerek dindarlar kışkırtıldı.
3 Haziran’da Hatay’da, Abdullah Cömert gaz fişeğiyle hayatını kaybetti. Erdoğan ise şöyle diyordu: “Evinde zorla tuttuğumuz % 50 var”. 4 Haziranda eylemler mahallelere yayılmıştı. 5 haziran’da KESK, DİSK, TTB ve TMMOB iş bıraktılar. Ama etkisiz bir iş bırakma oldu. Ertesi günlerde yerellerde ve farklı şehirlerde çatışmalar sürdü. 6 Haziran’da Ethem Sarısülük yakın mesafeden polis kurşunuyla toprağa düştü. 11 Hazirana kadar düşük yoğunluklu da olsa çatışmalar sürdü.
Gezi Parkında nöbet tutanlar ve orada kollektif bir yaşam kuranlar, forumlar, konserler, söyleşiler, atölyeler ile parkı bir özgürlük alanına çevirdiler. Bir yandan da Taksim dayanışması öncülüğünde siyasi çevreler ve demokratik kurumlar sonraki adımı ve alanın savunmasını tartışıyorlardı. Hükümet tansiyonu düşürerek direnişi çözmeye çalışıyordu. Bir yandan da yoz unsurları ve sivil polisleri alana göndererek içerden alanı çürütüyordu. Sürekli her gece devletin müdahalesinden bahsedilerek kitlenin üzerindeki gerginlik arttırılıyordu.
Beklenen Müdahale Başladı
11 Haziran’da kalabalık bir kitle meydanda toplanmıştı. Gezi parkının solunda AKM önüne doğru Çarşı taraftarı vardı veonların yanında polisler konumlanmıştı. Bir anda meydana gaz fişekleri ve tayzikli su ile müdahale başladı. Mermiler kafamızın üstünden uçarken çoluk-çocuk, yaşlı, hasta demeden polis gazı bastı. İnsanların birbirini ezip öldürmemesinin tek nedeni dayanışma ruhuydu. Meydan artık polisin elindeydi. Gün boyu süren direnişten sonra kitle yeniden parktaydı. Ama artık park polis tarafından kuşatma altındaydı.
Parktaki sessizlik 15 Hazirana kadar sürdü. Başbakan Tayyip Erdoğan, Ankara’nın Sincan ilçesinde yaptığı “Milli İrade’ye Saygı” mitinginde “Taksim Meydanı boşaldı, boşaldı; yoksa güvenlik güçlerimiz boşaltmasını bilir” diyerek tehdit ettikten kısa bir süre sonra polis tekrar saldırıya geçti. Parkı boşalttılar, çadırları yaktılar. Çatışmalar gün boyu her yerde devam etti. O gün ekmek almaya giden Berkin Elvan kardeşimiz polisin gaz fişeği ile vurularak komaya girdi. Henüz 14 yaşındaydı. 11 Mart 2014’de hayata gözlerini yumdu. O gece Taksim’in yanı sıra Kartal, Ortaköy, Kadıköy, Gazi Mahallesi civarında sert çatışmalar oldu.
17 Haziranda Disk ve KESK etkisiz bir genel greve gittiler. Meydanlardaki hareketler de yerellere inmeye başladı. Forumlar parklarda başladı. Çağrılar, çatışmalar 25 Hazirana kadar sürdü. “Duran adam” benzeri pasif eylemleri devlet dikkate almadı. 25 Haziranda Lice’de “kalekol” yapımına karşı çıkan göstericilerden Medeni Yıldırım hayatını kaybetti. 10 Temmuzda Ali İsmail Korkmaz Eskişehir’de dövülerek öldürüldü.
Yaklaşık bir buçuk ay süren muazzam bir kitle hareketi, kazanımsız olarak geriye çekildi. AKP kazanan olmasa da, kitle hareketi de kazanan değildi. Zafer bir başka isyana kalmıştı.
Gezinin Sonuçları
1. Gezi her şeyden önce kendiliğinden patlayan, gerçek bir kitle hareketiydi. İçindeydik ama kimse önderlik edemedi. Bu bağlamda ilerilikleri ve gerilikleri iç içeydi. ÖNDERLİK SORUNU aynı Mısır, Tunus ve Suriye gibi Gezi’nin zayıf yanıydı. PROGRAM SORUNU taleplere de yansımıştı. Hükümet istifa etse ne yapacaktık, cevabı bilen çok az insan vardı. Onları da dinleyen yoktu.
Oysa Gezi, önümüze büyük olanaklar koymuştu. Bir Kurucu Meclis ve işçiden emekçiden yana yeni bir anayasa için ülkenin dört bir yanında seferber olabilirdik. İşçileri, Kürtleri ve tüm ezilen kesimleri bir araya getiren bir acil eylem programı ile halkla daha güçlü bağ kurabilirdik. Yerellerde kitleler daha ileri gitmeye hazırdı.
Son günlerde kitlenin azalmasıyla alan sol gruplara kalınca müdahale de kolaylaşmış oldu. Maalesef daha güçlü bir birlik mümkündü.
2. Gezi Türkiye tarihinde bir dönüm noktasıydı. AKP’nin ilerleyişini durdurmuş ve yenilmezlik duygusunu “çapulcular” yerle bir etmişti. Ulusal ve uluslararası ittifakları çatlamıştı. Ve AKP yıkılma korkusunu derinden hissetmişti. 7 yıldır bitmeyen öfkenin sebebidir bu.
Ve öte yandan bu korku hiç geçmedi ve yeni rejimin oluşumu bu korkuyla şekillendi. Basit bir sistem değişikliğine değil, bir rejim değişimine gidildi. Baskıcı bir tek adam rejimi kuruldu. Gezi, façayı bozmuştu ama galip gelememişti ve rejim kendini yaşadığı korku ile şekillendirdi.
3. Gezi’de çok genç ve tecrübesiz bir kitle mobilize olmuştu. Ve hatta bunlar ilk defa devlet şiddeti görmüş kitlelerdi. Bu aynı zamanda kitlenin cesur olmasını da sağlıyordu. Hayatlarında ilk defa dayanışmayı ve birlikte mücadeleyi öğrendiler.
Ancak Gezi sonrası kazanımların olmayışı, politik bilincin düşüklüğü, önderliklerin zayıflığı ve rejimin sertliği gibi nedenlerle bu cüretin yerini moral bozukluğu aldı. Gençlerdeki bu düşüş kitle hareketindeki genel geri çekilişe eşlik etti.
4. Gezi’de dayanışma, cesaret ve yaratıcılık en üst düzeyde yaşandı. Türkiye tarihinin en dayanışmacı dönemlerinden biriydi. Bu bağlamda düşenin elinden tutma ve yoldaşlaşma hali unutulmazdı.
5. İşçi sınıfının kendi talepleriyle Gezi isyanına katılmaması hareketin niteliğini ve zayıflığını belirlemiştir. Eğer işçi sınıfı,gövdesiyle beraber kendi sınıf taleplerini alanlara taşısaydı, şimdi bambaşka bir şey konuşuyor olurduk.
Bireysel olarak işçiler ülkenin dört bir yanında sokağa çıktı. Ama bireysel veya örgütsel olanlar istisnaiydi. Kendi talepleriyle, örgütleriyle, sınıfçı bir bakış açısıyla önderliği alabilirlerdi. Ama bu hat kurulamadı. Örgütlü sınıf hareketindeki erozyonun sonuçlarını bir kez daha yaşadık.
Tüm bunları söyledikten sonra “yeni bir isyan için sol ve sınıf hareketi hazır mı” sorusunu sormak lazım. Kapitalizm yeni krizlere savrulurken, isyanın patlayacağından eminiz, sadece nerede patlayacağını bilmiyoruz. İşçi sınıfı iktidarı için her şey hazır. Peki işçi sınıfı ve biz hazır mıyız?