Orta Sınıflaştıramadıklarımızdan mısınız?

Orta Sınıflaştıramadıklarımızdan mısınız?

Kapitalist karşı devrimin çoktan gerçekleştiği bürokratik demir perde ülkelerinin 90’larda Avrupa, Rusya ve de birçok ülkede  yıkılışının ardından kapitalist cephe; işçilerin devlet yönetebilecek kadar yeteneklerinin olmadığının ortaya çıktığı, herkesin eşit olamayacağının ispatlandığı, bal tutanın parmağını yaladığı gerçeğinin değişemeyeceği gibi ideolojik saldırıları bir bir sıralamaya başladı. Bu saldırılar tabi ki tesadüfi değildi. Bu açıkça planlanmış saldırılar, aynı zamanda bir başka döneme ideolojik bir hazırlık anlamı taşıyordu. 

Stalinist devlet aygıtlarının tek tek yıkılmasıyla birlikte “Sosyalist Bir Dünya” fikri denendiği üzere gerçekleşemeyecek bir hayaldi ve bu hayal tarihin “karanlık” geçmişinin içine atılıp üstü bir daha açılmamak üzere kapanmalıydı. Bundan sonra dünyada istediği gibi at koşturmaya başlayan, birdenbire özgürlük ve demokrasi kavramlarının ikiz kardeşi gibi sunulan (neo)liberal düşünceye göre zaten sosyalizme gerek yoktu. Çünkü büyük burjuvalar dışında kalan toplumun büyük bir kısmı orta sınıflaşacak, bu aynılaşma durumu ise toplumdaki sınıfları ortadan neredeyse kaldıracak, dolayısıyla sınıf savaşımına gerek olmayacaktı. Bu durum sınıf kavramını ortadan kaldıracağı için toplumun sınıflardan oluştuğu tezi dolayısıyla Marksizm yenilmişti. 

Francis Fukuyama zaten “Tarihin Sonu” geldiğini, yazdığı kitapla resmen duyurmuştu. Liberalizm ile birlikte insanlık, gelebileceği maksimum sınıra ulaşmıştı; bundan sonra refah ve demokrasi dünyaya egemen olacaktı. Mutlu günler çok yakındaydı.

Tüm bu refah ve demokrasi fikrinin belkemiklerinden birini orta sınıflaşma tezi oluşturuyordu. Tarih, bu dönem içinde kitlesi gün geçtikçe büyüyecek olan “orta sınıf” eliyle şekillendirilecek; belli bir eğitime sahip olan bu orta sınıflar, hem demokrasiye bir yön verecek hem de bu demokrasinin ana taşıyıcılığını oluşturacaklardı.

Fakat hikâye böyle olmadı… Ne tarihin sonu gelebildi, ne liberalizm geçen süre zarfında Fukuyama’nın da beklediği gibi kapitalizmi ehlileştirerek dünyayı daha yaşanabilir hale soktu, ne de sınıflar yok oldu. Aksine Marx bir kez daha haklı çıkmıştı. 30 yıla yakın süre sonra bu güne gelindiğinde “orta sınıflaşma” fikrinin mirasçıları olmaya namzet olarak bir grup kaldı: beyaz yakalılar.  

Beyaz yakalılar, büyük bir çoğunlukla, nispeten eğitimli olmaları, bir sosyal statüye sahip oldukları, başka bir bilinçle hareket ettikleri savlarıyla, ısrarla kendilerini işçi sınıfının içine dahil etmeyen bir garip ideoloji ile donanmışlardı. Sistem tarafından yukarıdan gelen ideolojik karşı saldırının aşağıya doğru yayılmasını gönüllü olarak sağladılar. Nerdeyse sistemin ideolojik yeniden üretiminin garantörü oldular. Zincir hazır kahveyi hayatlarından çıkartamayan bu grup, sürekli çok çalışarak sınıf atlamalarını sağlayacak felsefe taşının peşinden koşmaktan asla vazgeçmedi. Her fırsatta memleketin mevcut sisteminin değişmesi gerektiğini söyleyen ancak bunu yapmak isteyenlere terörist gözüyle bakan, memleketi için “teröre karşı tek yürek” olan ama Avrupa/ABD’de daha iyi yaşama hayali kuran, kredi kartlarının limitiyle doğru orantılı hayat yaşamaya çalışan beyaz yakalılar, küçük burjuva histerisi ile kendilerini sürekli ayrıcalıklı hissettiler.

Aslına bakarsanız beyaz yakalılar için, pandemi sürecine kadar sistemin kendileri için var ettiği masalın içinde derin uykudaydılar diyebilirim. Ancak pandemi ile birlikte bazı gerçekler ortaya çok hızlı çıkıverdi. Muhtemelen de çıkmaya devam edecek. Burjuvazinin, kriz anlarında kesilen faturaları ödememek, bunu işçi ve emekçilerin geniş ve tek tür yaka renginden kesimine ödetmek gibi çok acımasız bir huyu vardır. Bu durum her krizde istisnasız biçimde işçi sınıfına uygulanır. İşçi sınıfının en ezilen kesimi bu faturaları çok derinden hissederken, dünyanın içinde bulunduğu pandemi süreci, beyaz yakalılara kesilen faturadan paylarını fazlasıyla vererek bu uykularından uyanmalarına sebep olacak.

Fiilen üretimin içinde olanların bir kısmı dışında, yer aldıkları iş kolunda görece ayrıcalıklara sahip bu arkadaşlar, bir anda esnek çalışma sisteminin, maaş kesintilerinin, zorunlu yıllık izin kullanımının tam da içinde buldular kendilerini. Bu süreç ile birlikte beyaz yakalılar kendileri için hoş olmayan bir gerçekle karşılaştılar: burjuvazi için vazgeçilmez ve tahmin ettikleri kadar da değerli değiller.  

Üstelik sermaye sınıfı, pandemi ile birlikte tekrar gündemine hızlıca aldığı esnek çalışma diye tabir edilen bir sistemi karşılarına çıkarmış ve ayrıcalıklarını bir bir ellerinden almıştı. Yeni Zelanda Başbakanı’nın büyük bir “coşkuyla” açıkladığı haftada “4 gün çalışma 3 gün tatil” söyleminin altında gerçekte neler yattığı yeni yeni anlaşılıyor. Pandemiden sonra geçeceğini umut ettikleri bu süreç, sürekli hale getirilmek için burjuvazi tarafından çoktan işleme kondu. Yeni Zelanda Başbakanı’nın açıklamasında ofis masraflarındaki tasarruf oranlarına dikkat çekmesi ve tüm dünyada bu yönteme geçilmesinin daha verimli olacağını söylemesi tesadüf değil. Bu esnek çalışma sistemine “ayrıcalıklı” beyaz yakalıları da derhal dahil etmişlerdi. İlk olarak zaten evden çalıştıkları için, yemek çekleri ve kendilerine tahsis edilen araçları ellerinden alındı, çalıştıkları gün kadar maaşları ödenmeye başlandı bile.

Beyaz yakalı işçiler, uzun zaman sonra içinde bulundukları bu uykudan uyanmak zorundalar, bir vesile ile uyananlar apaçık bir gerçekle karşılaşıyorlar; her ne kadar klasik anlamda kol emeğine dayalı bir süreç içinde yer almasalar da işçi sınıfını oluşturan büyük denklemin içinde yer alıyorlar. Sandıklarının aksine, sermaye sınıfı için sadece işçiler. Ve onların, mavi yakalı sınıf kardeşlerinin işsizliğine, daha çok çalışmasına neden olacak türlü verimli çalışma modelleri ya da kendilerini ayrıcalıklı kılacak her türden önerileri de pek bir işe yaramayacak.

Ömer Demirci

Yazar Hakkında