Ekonomik kriz ile birleşen Covid-19 salgını kapitalist dünyayı derinlerinden sarsıyor. Pandeminin yıkıcı etkileri, zengin kapitalist devletlerden yoksul ülkelere doğru hızla yayılıyor. Bir yandan kitlesel ölümler, diğer tarafta artan işsizlik kapitalizmin çürümesini derinleştirirken, dünyanın farklı coğrafyalarında kitleler isyan ediyor.
ABD tarihinde görülmemiş muazzam kitle gösterilerine, Latin Amerika’daki yeni mücadeleler eşlik ediyor. Şili’de artan pandemi oranlarına rağmen, sokaklarda Pinochet kalıntısı rejim ile mücadele durmuyor. Bolivya’da madenciler ve yerli halk üçüncü kez ertelenen seçimlerin yapılması için 9 günlük greve çıktılar. Polisin müdahalesine rağmen bu kararlı halk durmuyor. Yeni bir isyan dalgası Bolivya dağlarından şehirlere doğru akıyor. Lübnan’da 2019 Ekimden beri ekonomik krize ve yozlaşmış hükümete karşı süren ayaklanma, geçtiğimiz Salı günü Beyrut’taki patlama ile yeni bir düzeye sıçradı ve hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Bütün bunlara Belarus’taki hileli seçim sonuçlarına karşı kitlesel gösteriler eklendi. Rivayet odur ki diktatör Lukaşenko’nun ailesi de Türkiye’de, her ihtimale karşı korunuyor. (Nedense tüm diktatörler Türkiye’nin dostu!)
Türkiye’de ise Covid-19 salgını ikinci kez yükselişe geçerken ekonomi tamamen çökmek üzere. Euro 8TL seviyesini geçerken Ekonomi Bakanı aklımızla dalga geçmeye deva ediyor. Libya’da başlayan Akdeniz tartışmaları Mısır-Yunanistan anlaşması ile gerilime dönmüş durumda. Belli ki Ayasofya ile yükseltilen milliyetçi dalga istenen etkiyi yaratmamış ki Saray, bayram değil seyran değil, Meral Akşener ve Muharrem İnce ile “milli ve yerli” sınırlarını yeniden çizmeye çalışıyor.
Beyrut Yanarken
Geçtiğimiz salı Beyrut limanında içinde 2 bin 750 tonamonyum nitrat bulunan depolar patladı. Yüzlerce ölü, binlerce yaralı ve büyük maddi hasar ile Lübnan halkı iç savaştan beri en büyük travmasını yaşadı. 7 yıldır limanda bekletilen bu patlayıcı maddenin neden orada tutulduğuna cevap verebilen yok.
İsrail tehditleri ve saldırıları altındaki Lübnan, Fransa’dan Körfez monarşilerine, Türkiye’den İran’a herkesin yağmalamaya çalıştığı bir ülke… Şiiler ve Hristiyanlar ana topluluk da olsa, her dinden ve milletten insanın yaşadığı bir mozaik. Mevcut hükümet seçimden çok iç dengelerin sonucu oluşmuş bir mutabakatın eseriydi. Bu anlamda, halkın gerçek iradesini temsil etmiyordu.
Yolsuzlukların ve ekonomik sıkıntıların canına tak ettiği halk, ekim ayından beri sokaklardaydı. Gösteriler giderek kapitalizm karşıtı bir yön almaya başlamıştı. Patlamadan sonra kitleler bir kez daha sahneye çıktılar. Macron’un “paldır küldür” ziyareti halkı çileden çıkartmıştı. Emperyalist hesapların kurbanı olmaktan bıkan kitleler “artık yeter !” dedi. Kitleler, “Bu patlamanın sorumlusu benim hükümetim!”diyerek Dışişleri ve Ekonomi bakanlıklarını işgal ettiler. Ve Hükümet tüm bakanlarıyla istifa etti. Halk hâlâ sokakları terketmiş değil. Güvenlik güçleriyle çatışmalar devam ediyor.
Tepkiler sonucunda hükümet istifa etse de, İçerideki bazı siyasi grupların ve çıkar çevrelerinin ve onları destekleyen emperyalist ve yabancı bölge güçlerinin mezhepsel –ulusal ayrımları kışkırtması ile ülkede yeniden bir iç savaşın fitili ateşlenebilir. Ülke üzerinde dolaşan “aç akbabalar” daha cenazeler kalkmadan ülke kaynaklarını paylaşmanın peşine düştüler. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye biraz inşaat, biraz da Akdeniz’de ittifak kurma derdinde. İran, Hizbullah üzerinde etkili; İsrail ve Batı, Hizbullah’a düşman; onu silahsızlandırmanın ve etkisini kırmanın peşinde.
Tüm bu karmaşık tablonun içerisinde Lübnan yeni bir iç savaş tehdidi ile karşı karşıya. Halkın ekonomik ve demokratik taleplerini boğmak için bekleyen güçler dört bir yanı sarmış durumda. Bu cendere ancak birleşik bir sınıf mücadelesiyle kırılabilir; ancak ne yazık ki sınıf mücadelesini temel alan güçlü bir siyasi önderlik henüz yok. Bunun inşaası için tüm devrimci güçlerin seferber olması gerekiyor.
Belarus’ta Hileli Seçime ve Diktatörlüğe Karşı Halk Ayakta
Belarus 1991’de SSCB’nin çökmesiyle bağımsızlığını kazanmış bir devlet. Yaklaşık 9,5 milyon nüfusu var. Letonya, Litvanya, Polonya, Ukrayna ve Rusya ile sınır komşusu. Ekonomisi büyük ölçüde Rusya’ya bağlı. Aleksandr Lukaşenko ülkeyi 26 yıldır demir yumrukla yönetiyor. 1994’den beri Rusya’nın da desteğiyle her türlü siyasi, toplumsal muhalefeti ve muhalif basını baskı altında tutarak ülkeye hükmediyor. Lukaşenko, 1994-96’daki gıda kıtlığını çözerek prestij kazanmıştı. Ama daha sonra oligarklar ile işbirliği yaparak ülkenin yağmalanmasına neden oldu. Bunun sonucunda halk fakirleşti. Muhalefet büyüdükçe siyasi baskı arttı. Muhalefet liderlerinin ömrü hapishanelerde geçmeye, halk da korkudan siyaset konuşamaz hale geldi. Ülkede, gizli polisin her şeyi dinlediği ve herkesin her an tutuklanabileceği kaygısı hâkim.
Geçtiğimiz pazar günü yapılan seçimde seçmen değişim talebiyle sandığa gitti. Yoksulluk, siyasi baskılar ve Rusya’ya bağımlılık vb. konularda tepkili olan halkın başlıca talebi özgürlüktü. (Lukaşenko’nun, bir süredir doğal gazın Avrupa’ya satılması, petrol fiyatları gibi konularda Rusya ile arası açıktı ve Başkan zaman zaman Batı ile yakınlaşmalar yaşıyordu. Rusya da dolaylı yollardan, belli bir ölçüde Lukaşenko’ya karşı bir tutum takınmıştı.) Seçim öncesi ana muhalefet liderlerinden üçü de gözaltına alındı. Biri yurt dışına gönderildi. Diğer ikisi de tutuklandı. Böylece ortada muhalefet lideri kalmadı! Adaylardan üçü de şu ya da bu şekilde Rusya’nın politik hegemonyasına ve dikta rejimine “hayır” diyorlardı. Muhalefetin hedefi bir anayasa değişikliği ile başkanlık sisteminde değişikliğe giderek başkanın yetkilerini azaltmaktı. (Bu arada üçünün de kapitalist “yağmaya” karşı çıkan bir programı yoktu.) Tutuklanan Sergey Tikhanovskaya’nın yerine eşi Svetlana aday oldu. Diğer adaylar 6 ay içerisinde seçim yapılması şartıyla onu desteklediler. Svetlana seçim kampanyası boyunca her türlü baskıyla karşılaştı. Ölüm tehdidi nedeniyle çocuklarını Litvanyaya gönderdi. Ancak değişime inanan kitlelerin desteği ile seçim mücadelesine devam etti.
Seçim günü muhalefetin açık ara önde olduğu hissediliyordu. Sandıklarda kuyruklar saatlerce devam etti. Saat 12 sıralarında önce internet kesildi. Ardından sandık sayımına muhalefet temsilcileri alınmadı. Muhalefetin önde olmasına rağmen oyların yüzde 80’ini aldığını söyleyen Lukaşenko zaferini ilan etti. Bunun üzerine halk oylarına sahip çıkmak için sokaklara döküldü. Muhalefetin başkan adayı Svetlana Tkhanovskayaise seçimin ertesi günü ölüm tehditleri altında Litvanya’ya gitmeye zorlandı.
İlk üç gün vahşi bir devlet terörü yaşandı. İki kişi öldü, 600 civarında protestocu yaralandı. Ayrıca 6 binin üzerinde kişi tutuklandı. “Siyah Mercedes’ler” günlerce insanları kaçırdı. Eylemlerin üçüncü gününde fabrikalarda grevler ve hastanelerde iş bırakmalar başladı. Dördüncü günde kadınlar, devlet güçlerinin tüm terörüne rağmen, ellerinde beyaz güllerle sokakları işgal ettiler, gözaltındaki eşlerini, çocuklarını bulmaya çalıştılar. Eylemlerin beşinci gününde Sendikalar Federasyonu’nun öncülüğünde bütün büyük fabrikalar ile metro çalışanları büyük bir greve çıktılar. Grevci işçiler, Lukaşenko’nun istifasını, seçimlerin uluslararası gözlemcilerin kontrolünde yenilenmesini, gözaltına alınanların ve tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasını, muhalefete söz hakkı verilmesini, internet kısıtlamalarının son bulmasını talep ediyorlar.
Direnişin coşkusu ve orantısız polis şiddeti Lukaşenko’nun meşruiyetini yerle bir etti. Ordu ve poliste çok sayıda istifalar var. Hareketin zayıf yanı ise ne yapacağını bilmiyor olması. Muhalefet liderlerinin tamamı şu ya da bu burjuva kesimin temsilcisi. Halk, diktatörü ve Rusya’yı istemiyor. Ancak ortada güçlü bir muhalif önderlik yok. Ülkede ekonomik kriz çok derin ve Rusya, zayıflamış bir Lukaşenko’nun varlığından çok memnun; ekonomik krizin pençesindeki ülkenin kurtarıcısı olmak ve Belarus’un kendisine daha da bağımlı hale gelmesini istiyor. Halk ise büyük ölçüde AB’den yardım umuyor. Eylemlerin çapı, ile önderliğin zayıflığı arasındaki açı ve buna ek olarak Rusya’nın oyunları Belarus halkını zorlu günlerin beklediğini gösteriyor.
Her şeye rağmen, özgürlüğünü isteyen kitleleri önderliklerinden bağımsız olarak desteklemeye devam edeceğiz.
Akdeniz Silahların Gölgesinde
Yunanistan ile Mısır, Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması imzaladı. (Kasım 2019 ‘da Yunanistan Girit, ve Rodos’un güneyini kendi kıta sahanlığı olarak ilan etmişti.) Türkiye’den bu anlaşmaya tepki gecikmedi: Saray rejimi bu anlaşmayı tanımadığını söyledi. Oruç Reis Sismik araştırma gemisi, 5 donanma gemisi eşliğinde Akdenize açıldı.
Tartışma aslında Akdeniz’deki paylaşım savaşının bir ayağı. Mısır, Yunanistan, Libya (Hafter), İsrail ve Güney Kıbrıs Akdeniz’de anlaşmış durumdalar. Türkiye, doğalgaz anlaşmasından payını alma derdinde; ayrıca, Suriye ve Libya’da askeri gücüyle “oyun kurucu” olmaya, Lübnan ile de işbirliğini geliştirmeye çalışıyor. Ancak gerçekte “oyun bozuculuk” anlamına gelen bu politika ile Türkiye’nin bir pay alması ve dış destek bulması pek mümkün görünmüyor.Yunanistan AB’den Türkiye’ye yaptırım uygulamasını talep ediyor. Ve AB bu konuda Türkiye’ye karşı tutum alacak gibi görünüyor. Tüm bu gelişmeler Akdeniz’de tehlikeli bir oyunu teşvik ediyor. Özellikle Yunanistan’da Türkiye karşıtı milliyetçilik her gün yükseliyor. Yunan devleti, muhtemel bir Türk saldırısı gerekçesiyle “teyakkuz” halinde.
TL Değer Kaybetmeye Devam Ediyor.
Merkez bankasının yılsonu için dolar kuru beklentisi 6,41 TL idi. Dolar şimdiden o seviyeyi geçti. Euro ise 8TL’yi geçmiş durumda. Ekonomi bakanı damat Albayrak “Ekonomi kontrol altında, halkın dövizle ne işi var, rekabetçi kurdayız vb…” diyerek zekâmızın sınırlarını zorlasa da, Türkiye ekonomisinin yanmaya başladığı ortada.
Bu kur artışının yaşanmasında bir dizi faktör var. Birincisi, Saray’ın kararıyla Merkez bankası TL basma oranını yüzde 55 arttırdı. Bu paralarla büyük çaplı menkul kıymet alımları gerçekleşti. Yani Merkez Bankası para bastıktan sonra arka kapıdan o parayı hazineye verdi. Türk parasının bu şekilde değer kaybedeceğini anlayan yabancı sermaye, parasını dövizde tuttu. Kamu bankaları 4 ayda 32milyar dolarlık döviz satmasına rağmen kuru gevşetemediler. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin eksi 13,4 milyara düştüğü çeşitli iktisatçılar tarafından ifade ediliyor.
Erdoğan’ın isteği ile yapılan faiz indirimleri de bir başka neden. Faiz indirime girdiğinde sıcak para gelmiyor, üstelik yabancı sermaye de kaçıyor.
Bir başka neden de Türkiye’nin aldığı borçların geri ödenmeme riskinin artması. Sigorta şirketleri, Türkiye’nin borçlarını sigortalamak istemiyorlar. Türkiye’nin kısa vadeli borcu 122 milyar 500 milyon dolar.
Covid-19 Yükseliyor, İşçiler Dip Dibe Çalışmaya Zorlanıyor
Ekonomik kriz derinleşirken Pandemi dalgası yoksul işçi mahallerini vuruyor. Yaşamak için çalışmak zorunda olanlar, ölümle açlık arasında tercihe zorlanıyorlar. İşçi sınıfı fabrikalarda ölüme gönderilirken patronlar her türlü korunuyor.
Manisa’nın en büyük fabrikalarından Vestel’de 1000 e yakın vaka var. Ama işçiler zorla çalıştırılmaya devam ediliyorlar. Şu ana kadar 7 işçi kardeşimiz patronların hırsının kurbanı oldu. Tedbir alınmazsa maalesef ölümler devam edebilir. Başka bir uygulama ise Çanakkale Dardanel’de yaşanıyor. Çok sayıda işçinin enfekte olduğu fabrikada işçiler gündüz çalışırken akşam karantina yurtlarında tutuluyorlar. Adına “kapalı çalışma” düzeni dedikleri tam bir kölelik düzeni bu. “Yeni normal” işçi sınıfı için böyle bir şey.
Krize ve pandemiye karşı Saray’ın hazırlığı ise daha fazla baskı. Sonbaharda patlayacak krizi sopa ile aşmayı planlıyorlar. İnternet yasakları, Baroların, meslek odaların bölünmesi, toplumsal muhalefetin zayıflatılması vb. önlemler, derinleşen krizin yol açacağı sonuçlara hazırlık.
Saray, siyaseti de yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Bir yandan Akşener’e “geri dön” çağrısı yaparken, diğer yandan Muharrem İnce ile muhalefet bölmeye çalışıyor. İktidar, bu iki kesimi kazanamayacak olsa da, kendi tabanına “normalleşme içerisindeyiz” mesajını vermeye çalışıyor. Danışmanlar ise harıl harıl kaybetmeyecekleri bir seçim üzerinde çalışıyorlar.
Ve bu karanlığın içerisinde Özer Elektrik işçileri direnişe çıktılar. Mt reklam grevi ise 30’lu günlerine yaklaştı. İşçi sınıfında öfke mayalanıyor. İstanbul sözleşmesine direnen kadınlar Saray’a ve erkek egemenliğine diz çökmüyorlar.
Yani umut hâlâ taptaze…