TÜRKİYE’DE SÜREKLİ DEVRİM -2

TÜRKİYE’DE SÜREKLİ DEVRİM -2

Okurlarımıza, sürekli devrim teorisinin Türkiye özelinde tartışıldığı bir dosya sunuyoruz. 2 ayrı dosya olarak Türkiye devriminin sınıfsal-sosyolojik durumunu tartıştığımız bu metinde, Türkiye devriminin karakterine nasıl baktığımız ve adlandırdığımız yer alacak. Bu dosya sırasıyla; tarihsel arka plan, Türkiye kapitalizminin gelişimi, demokrasi sorunu, Kürt sorunu, Türkiye’de Tarım-Toprak sorunu gibi başlıkları içerecek. Daha büyük bir tartışmanın ve bütünün bir parçası olarak Türkiye’de Sürekli Devrim perspektifimizi okurlarımızın değerlendirmesi ve tartışması için ikinci yazı ile devam ediyoruz.

Kürt ulusal sorunu

Burjuva devriminin gerçekleştirmediği tarihsel görevlerden biri de Kürt ulusal sorununun çözümüdür. Daha doğrusu burjuvazi, Osmanlı döneminde çok ön planda olmayan bir sorunu adeta kendi elleriyle yaratmış ve büyütmüştür. 1923’ten itibaren “yeni bir ulus inşası” amacıyla her şeyi “Türkleştirmeye” çalışan burjuvazi, Kürt sorununu Kürtlerin varlığını inkâr, sürgün ve katliamlar yoluyla “çözmeye” çalıştı. Bu dönemde her zaman ağır bir ulusal baskı altında tutulan bölge zaman zaman “sömürge” statüsünde yönetilmeye çalışıldı. (özel yasalar, mahkemeler, sürgün planları ve genel valiler) Bu nedenle 1925’ten 1938’e kadar çok sayıda Kürt isyanı yaşandı. Binlerce Kürt öldürüldü. Bölgede 1984’ten bu yana zaman zaman kesintiye uğrasa da kanlı bir savaş sürmektedir. (60 binin üzerinde ölü) Kısacası, Türkiye’de ülkenin geneline ilişkin bir “ulusal kurtuluş” sorunu olmasa da tarihsel etkiye sahip çok büyük ölçekli bir “Kürt ulusal sorunu” vardır. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı, Türkiye’de iktidarı ele geçirecek bir devriminin patlak vermesinden önce “bağımsızlık” biçiminde bir çözüme kavuşmamışsa, gerçek bir çözüme ulaşana kadar devrimin başlıca görevlerinden biri olacaktır; elbette bütün diğer etnik sorunlarla birlikte. Kürt sorununun birbirine sınır dört ülkeyi (Türkiye, İran, Irak, Suriye) kapsaması nedeniyle sorunun çözümü için verilecek devrimci mücadele, hem emperyalist müdahalelerin önemli gerekçelerinden birini ortadan kaldıracak, hem de bir bölge devriminin önemli dinamiklerinden biri olacaktır.

Tarım-toprak ve köylülük

Burjuva devriminin yerine getiremediği tarihsel görevlerden biri de tarım-toprak sorununun çözümüdür. Bunun nedeni burjuvazinin büyük toprak sahipleriyle kurduğu ittifaktı. Bu aynı zamanda köylülüğün “cumhuriyet tarafından kurtarılması” bir yana doğrudan büyük toprak sahiplerine teslim edilmesi; bir toprak reformunun yapılamaması ve tarımın vergilendirilememesi anlamına gelmekteydi. Türkiye’de tarım alanındaki kapitalizm öncesi ilişkiler, burjuva rejimi tarafından devrimci yöntemlerle değil, zamana yayılmış bir ekonomik-teknolojik değişim ve kapitalistleşme süreci içinde çözüldü.
Bu süreçte Türkiye’de dünya pazarına ve iç pazara yönelik üretim yapan büyük kapitalist çiftliklerin oranı giderek arttı. Bu işletmeler yeni tarım alanlarının açılmasının yanı sıra ve küçük ve yoksul çiftçilere ait toprakları satın alarak da büyüdüler. Türkiye’deki tarım arazilerinin büyük bir bölümü küçük ve orta boy işletmelere aittir. (2006’da işletmelerin %98’i, toprakların %79’u) Bu çiftçilerin giderek büyük bir bölümü yerli-yabancı veya ortak büyük gıda ve tarım tekelleriyle ve perakende zincirleriyle anlaşmalı olarak faaliyet göstermekte, onların belirlediği ekonomik-teknik koşullarda üretim yapmaktadırlar. Bu durum, topraklarını koruyan çiftçilerin, aynı zamanda kendi topraklarında büyük patronlara bağlı “proleterler” haline gelmesine de yol açmaktadır. Geçmişte siyasi-toplumsal nedenlerle devlet tarafından desteklenen küçük ve orta çiftçiler 1980’lerden itibaren tarımda başlayan neoliberalleşme sürecinin etkisiyle ciddi zorlukların içine düştü, bazıları topraklarını terk ederek şehirlerde işçileşti, başka işlere yöneldi; kırsal alanda kalanların önemli bölümü tarım dışı faaliyetlere (küçük ticaret, hizmet, ulaşım, turizm) yöneldiler. Bu kesimin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan bir bölümü ise mevsimlik tarım işçilerine dönüştüler (tahmini 300 bin-1 milyon arası) 1980 askeri darbesinin ardından başlayan serbest piyasa ekonomisi döneminde tarım üreticilerine verilen destekler (taban fiyat, gübre, mazot vb.) büyük oranda düştü. Bazı dönemlerde siyasi nedenlerle tarıma verilen destekler artsa da küçük-orta çiftçilerin durumu giderek kötüleşti. Bu kesim geçinebilmek için topraklarını terk edip şehirlere göç etme veya bulunduğu yerde başka işler yapmaya yönelme yolunu seçmektedir. Miras yoluyla parçalanan topraklar ise çok önemli bir sorun haline gelmiştir. İktidar buna çözüm olarak çiftçilere, toprakların parçalanmasını önlemek için şirketleşme veya topraklarını tarım şirketlerine satma önerisini getirmekte ve bu amaçla yasalar çıkarmaktadır.
Türkiye nüfusunun yüzde 23.21’i kırsal alanlarda yaşamaktadır. (2011) Kırsal nüfusun yüzde 50 kadarı ise tarımla uğraşmamaktadır. Tarımla uğraşanların önemli bir bölümünün talebi ise geçmişte olduğu gibi bölgelerde devlet veya özel sektör tarafından kurulacak tarıma dayalı veya başka sanayi işletmelerinde ücretli-sosyal güvencesi olan işlerde çalışmaktır. Kısacası gelinen noktada tarım sorunu, cumhuriyetin kuruluş yıllarından farklı olarak artık doğrudan, neoliberal-kapitalist bir ekonominin koşulları tarafından belirlenmektedir.
Türkiye’de bir burjuva demokratik devrimin görevleri ve sürekli devrim bağlamında toprak-tarım sorununun 1917 Rusyası’ndan farklı biçimde ele alınması gerekmektedir. Öncelik, küçük çiftçilerin devlet tarafından gerçek anlamda desteklenmesi (ucuz kredi, tohum, gübre, teknoloji, bilimsel araştırma vb. destekler) ve büyük kapitalist tarım işletmelerinin toplumsallaştırılmasıdır. Bu işletmelerin toprak dağıtımı amacıyla parçalanması tarımda gerilemenin dışında, devrimci bir iktidarın önüne zaman içinde pek çok siyasi ve toplumsal sorun çıkartacaktır. Devrimin amacı yeniden bir kır küçük burjuvazisini büyütmek olmamalıdır. Milyonlarca çiftçinin ve tarım işçisinin kamu tarım işletmelerinde, bu işletmeleri denetleyen, yöneten ücretli, sigortalı ve sendikalı proleterler durumuna gelmeleri çok büyük ihtimalle tercih edecekleri bir durum olacaktır. Zaten büyük tarım işletmelerinin bölünmemesi tarımın ekonomik-teknolojik gelişimi açısından da çok önemlidir.
Şu noktayı da vurgulamamız gerekiyor: Türkiye’de bugün Rus devriminin karşı karşıya olduğu türden “burjuva demokratik kapsamda ele alınacak bir toprak sorununun yokluğu (Aynı bir monarşi yokluğu gibi!) sürekli devrim fikrini zayıflatmaz. Türkiye tarımı ve köylülüğünün durumu bilinmeden yapılacak programlar “topraksızlara toprak dağıtılması” merkezli birkaç kuru ve ezberlemiş formülün ötesine geçemeyecektir. Bu konu Türkiye tarımının yapısı, tarımdaki mülkiyet ilişkilerinin ve toprak dağılımının durumu bilinmeden ele alınamaz.
Türkiye’de de kapitalizmin çözemediği ve çözemeyeceği eski ve/veya yeni bütün ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sorunlar, ancak sürekli devrim perspektifi doğrultusunda çözülebilir. Bir devrim ilk elde demokrasiye ilişkin taleplerle başlasa da karşısındaki görevleri gerçekleştirebilmek için çok kısa sürede bir proletarya diktatörlüğünün inşası zorunluluğuyla yüz yüze gelecektir.

Kısaca Türkiye’de sürekli devrim…

Geri kapitalist ülkelerde, sömürge ve yarı-sömürgelerde devrim, daha doğrusu devrimin karakteri sorunu sosyalistler arasındaki en önemli tartışma konularından biridir. Bu tartışma Türkiye solu içinde de çok uzun yıllardır sürmekte ve en önemli ayrım noktalarından birini oluşturmaktadır. Stalinistlerin “aşamalı devrim” anlayışı, emperyalist çağda “tamamlanmamış burjuva devrimleri”ne ve bu bağlamda kapitalist gelişme ve kalkınma sorunlarına belirli bir küçük burjuva bakış açısından kaynaklanmaktadır. Stalinizmin çeşitli bölükleri, Maoizm, Kastrizm vb. akımlar ve “neo-marksizm” olarak da adlandırılan “azgelişmişlikçi” ve “üçüncü dünyacı” görüşler “aşamalı” küçük burjuva anlayışlarının geçerliliğini bu ülkelerin bir çeşit “sömürge” veya “yarı sömürge” olmalarına dayandırmaktadırlar. Bu Türkiye için de böyledir. Pek çokları için Türkiye’de muhtemel bir devrimin karakterini belirleyecek olan temel husus Türkiye’nin “yarı-sömürge bir ülke” olmasıdır. Farklı sonuçlara varsa da benzer bir eğilim, bazen Troçkist saflarda da ortaya çıkmaktadır. Bu eğilimler Türkiye ve diğer azgelişmişlerde sürekli devrimin gerekçesini ve geçerliliğini ülkenin bir “yeni sömürge” veya “yarı sömürge” olmasına dayandırmaktadırlar. Türkiye’nin bir çeşit “sömürge” olduğu inancı bütün bu eğilimlerin (“aşamacı” veya “sürekli”) gündeme bir “ulusal kurtuluş” veya “ulusal bağımsızlık” sorununu getirmelerine yol açmaktadır. Buradaki temel gerekçe Türkiye kapitalizminin dünya ekonomisine ve ona egemen olan emperyalist sisteme ekonomik, teknolojik, diplomatik ve askeri bağımlılığıdır. Buna göre emperyalist olmayan her ülke, eğer “sosyalist” de değilse bir çeşit “sömürgedir!” Yani kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada, her kapitalist ülkenin farklı derecelerde ve sistemin hiyerarşisi içindeki farklı konumlarda dünya ekonomisine ve emperyalist sisteme kaçınılmaz bağımlılığı doğrudan “sömürgeliğine” işaret eder! Bu da emperyalist olmayan bütün ülkelerin devrimlerinin önüne bir “ulusal” bir kurtuluş veya bağımsızlık sorununu getirir. Bu görüşler, hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar, emperyalist-kapitalist sistem içinde ulusal birimlerin dünya ekonomisine ve politikasına zorunlu bağımlılığının ve de Marksizmin ve Troçki’nin tanımladığı “eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının” işleyişinin farkında değillerdir.
Bize göre bazı gerçek sömürgeler ve yarı sömürgeler dışında eğer bir ülke doğrudan işgal ve yabancıların yönetimi altında ulusal egemenliğini (sömürge) veya yabancı bir gücün kontrolünde, “ulusal egemenliğinin bütünlüğünü kaybetmiş ve devletinin temel işlevlerinin bir bölümünü emperyalist bir gücün eline teslim etmiş” (yarı sömürge) bir halde değilse, ülkenin geri kalmışlığı ve bağımlılığı, o ülke devriminin karşısına ister “bağımsız bir aşama” olarak, isterse de bir proletarya devrimine “yedirilmiş” olarak bir “ulusal anlamda” bir “kurtuluş” veya bağımsızlık” sorunu çıkarmaz. Bu sorun ancak, kapitalizmi tasfiye edecek bir devrimin engellenmesi amacıyla iç gericiliğin de desteğini alan emperyalist (veya değil) dış güçlerin doğrudan askeri müdahalesi ve işgali sonunda ortaya çıkar. Böyle bir durum ise, aynı Rus Devrimi’nde olduğu gibi başlı başına bir “ulusal kurtuluş savaşına” dönüşmeden, devrimin kendisini hem emperyalist dış müdahaleye hem başta burjuvazi olmak üzere iç gericiliğe karşı savunduğu, iç savaş ağırlıklı bir mücadele biçiminde yaşanacaktır.
Bir proletarya devriminin gerçekleşmesi halinde Türkiye’de de muhtemelen Rusya’dakine benzer bir durum yaşanacaktır. Ancak bu bir yana, Türkiye’de proletarya devriminin emperyalizme karşı bir “ulusal kurtuluş” veya “ulusal bağımsızlık” görevinin veya böyle bir “aşamasının” olmaması Türkiye devriminin antiemperyalist görevlerini ortadan kaldırır mı? Elbette hayır. Türkiye, emperyalizmle (dünya ekonomisiyle değil!) bağlarını kesip sistemin belirleyici kurallarının dışına çıkarken emperyalizmin ekonomik, mali, askeri ve diplomatik kurumları ve denetim araçlarıyla da bağlarını koparmak, bu yolda açık veya örtülü pek çok dış müdahaleyi ve baskıyı da göğüslemek zorunda kalacaktır. Yani programımızda yer alan NATO’ya, IMF’e, Dünya Bankası’na vb. hususlara ilişkin maddeler geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmeyecektir. Ayrıca bu mücadele, kamulaştırılan üretim araçlarının yabancılara ait bölümleri veya ödenmesi reddedilecek dış borçlar nedeniyle daha da şiddetlenecek, Türkiye ekonomik abluka ve cezalandırma biçimindeki emperyalist bir saldırıyla da karşı karşıya kalacaktır. Ancak bütün bu mücadelelerin Türkiye gibi “az-orta derecede gelişmiş bağımlı bir kapitalist ülkede” emperyalizme karşı mücadele, temelde kapitalizmin, yerli yabancı büyük özel mülkiyetin tasfiyesi mücadelesi ekseninde yürüyecektir. Bu, ülkenin emperyalizmden bağımsızlığının “ulusal” değil, esas olarak sosyoekonomik-sınıfsal bir sorun olduğu anlamına gelir. Kısacası, bugünün Türkiye’sinin Osmanlı gibi bir “yarı sömürge “olmaması, (veya feodal vb. kapitalizm öncesi toprak mülkiyeti biçimlerinin yokluğu) Türkiye’de “sürekli devrim”in gerekliliğini ortadan kaldırmaz…
Türkiye’de sürekli devrim, kuru formüller ve hayali koşullar doğrultusunda değil, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız günümüz kapitalizminin şekillendirdiği somut tarihsel, ekonomik, toplumsal, siyasi vb. koşullar zemininde gerçekleşecektir.