ŞU BİZİM AZERBAYCAN SORUNU!

ŞU BİZİM AZERBAYCAN SORUNU!

Rejim, artan baskılar nedeniyle Doğu Akdeniz sorununda geri adım atar “gibi” yaparken yeni bir hamleyle Azerbaycan sorununa müdahil oldu. Her ne kadar aksi iddia edilse de diplomatik, siyasi ve askeri desteğin ötesinde bir durum olduğu ortada. Aslında Türkiye, uluslararası planda, benzer durumlarda   “olağan şüphelilerden” biri, hatta en birincisi haline geldi!

70’lerin başında Fas Kralı II. Hasan’a karşı girişilen bir askeri darbe sırasında Libya radyolarının askeri marşlar çalmaya başlaması nedeniyle, darbeyi bastıran Kral, doğrudan Libya lideri Muammer Kaddafi’yi suçlamıştı! Albayım açık oynayan bir şahıstı, hatırladığım kadarıyla darbe girişimindeki rolünü inkâr falan etmemişti! Aslında bizimkilerin de pek bir gizlisi saklısı kalmadı. Bazı şeyler açıkça üstlenilmese bile işler tam manasıyla “kör göze parmağım” misali yürüyor. Örneğin Azerbaycan yönetimi savaş, barış ve uzlaşma konularında daha temkinli ve diplomatik bir söylem tuttururken, bizimkiler sanki doğrudan kendi savaşlarıymış gibi uzlaşmaz bir söylem kullanıyorlar. Nitekim “teamüller” ve ilk belirtiler Rusya’nın müdahalesiyle geçici de olsa (hem de Türkiye’nin uzak tutulduğu) bir uzlaşmaya gidileceğini gösteriyor. Ancak çeşitli uluslararası çevrelerde Türkiye’nin “provokatif” bir müdahale ihtimalinden söz ediliyor. Göreceğiz.

Sarayın derdi!

Tabii, Saray rejimi açısından sorun kendi başına, bağımsızlık ilan eden Dağlık Karabağ’ın, Ermenistan işgali altındaki Laçin Koridoru’nun ve diğer Azeri reyonlarının kaybı değil; o kendi derdi ve amaçlarıyla meşgul. Bu aşırı ilgi, rejimin iç ve dış politikalarının paralelinde seyrediyor. Rejim içeride destek kaybına uğrayıp daha da polisiye bir nitelik kazanırken, dış politikası giderek askerileşiyor. Bu artık bir “varoluş” biçimi ve bu nedenle askeri müdahalelerin daha biri bitmeden öbürü başlıyor. Sonu tam olarak nereye varır bilinmez ama ilk elde, şoven milliyetçi ajitasyon ve militarist bir baskı ortamında kitlelerin zapturapt altında tutulması ve egemen sınıflara uluslararası planda yeni ekonomik imkânlar ve kaynaklar vaadi olduğu açık. Böyle bir başarının hem sömürenlerin, hem de sömürülenlerin ortak desteğiyle rejimi ayakta tutabileceği hesap ediliyor. Azerbaycan müdahalesi aynı zamanda Suriye ve Libya gibi sorunlarla da bağlantılı pazarlık ve denge siyasetinin bir parçası; bu hem Rusya ile hem de ABD ile ilişkilerde uygun, yararlı bir araç olarak düşünülüyor. Rusya ile geleceğin pek parlak olmaması ihtimali, kapitalizmin ve rejimin uzun vadeli çıkarları açısından Batı emperyalizmiyle sıcak ilişkilerin yeniden tesisini zorunlu kılıyor. Rejim, bu işin, dünyanın bugünkü halinde, içinde Rusya’nın da yer aldığı birtakım uluslararası krizlerde aktif biçimde boy gösterip emperyalizmin bölgesel taşeronluğunu alarak en kârlı biçimde gerçekleştirilebileceğini hesap ediyor.

Tabii, bir de geçmişte denenmiş (aşağıda anlatacağız) ancak başarılamamış bir iş daha var: Azerbaycan’da mümkünse doğrudan kendi yandaşı bir iktidarı işbaşına getirmek veya Azeri yönetimini kendine muhtaç hale düşürmek ve bu petrol zengini ülke üzerinde hegemonya tesis etmek. Savaş konusunda gösterilen “kararlılık ve militanlığın” nedeni, büyük bir ihtimalle, geri bir adım atması veya uzlaşması halinde, doğacak “milli” tepkiyi çeşitli araçlarla derinleştirip Azerbaycan yönetiminin altını oymak.  İcraatları açısından kendilerine benzeyen, ancak bu ülkede istedikleri gibi davranmalarına izin vermeyecek kadar mesafeli ve tecrübeli (üstelik laik) bir yönetimin varlığı aslında bir sorun. Bu tür bir girişimin bölge dengeleri açısından doğuracağı sonuçlar, Rusya ve İran’ın göstereceği tepkiler, böyle bir durumda ABD emperyalizmiyle kurulacak ilişkiler konusunda rejimin hangi hesapları yaptığını elbette bilemeyiz. Ama “bizimkiler” söz konusu olduğunda nelerin nerelere varabileceği konusunda gerçekten dikkatli ve hazırlıklı olmak gerektiğini iyi biliyoruz!  

İşin evveliyatı: Birinci Azerbaycan seferi!

Ancak tek başına kimsenin günahını almayalım. Her şeyden önce Azerbaycan sorunu yeni sayılmaz; aynı Türkiye burjuvazisinin bir takım ekonomik-siyasal ihtirasları gibi. Daha Özal zamanında SSCB’nin dağılmasının ardından (Birinci Körfez Savaşı’nın da etkisiyle) “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Yüzyılı!” sloganı altında yürütülen, “bölgesel güç” olma amacına yönelik bir yayılma siyasetinin ilk hedefiydi Azerbaycan. Orta Asya’nın Türki cumhuriyetlerine (pazarlarına) açılan bu kapıdan girilecek ve Çin sınırından çıkılacaktı! Ama olmadı; uzun yıllar “esir Türkleri komünist mezalimden kurtarma” işiyle meşgul oldukları için bu işin uzmanı sayılan (sanılan) MHP’lileri de istihdam ederek ve her bir haltı bilen tecrübeli bir “abi” edasıyla bu halklara neoliberal akıllar öğretip onları soymaya, dolandırmaya kalkanların foyası kısa zamanda ortaya çıktı. Azerbaycan ve Orta Asya halklarına tepeden bakan, onları över gibi yapıp gerçekte aşağılayan şoven milliyetçi dil ve kapitalist sömürü politikası tutmadı.  Dil ve mesafe yakınlığı ve de jeopolitik konumu nedeniyle Azerbaycan çok daha sıkı bir markaja alınmış, siyasi planda daha ileri ve cüretli adımlar atılabilmişti. “Türkiye yanlısı” olduğu söylenen Elçibey yönetimi ve petrol-doğalgaz kaynakları üzerinden yapılan hesaplar,  Batı emperyalizminin de himmetiyle Türkiye burjuvazisi açısından parlak bir gelecek vaat ediyordu. Bu arada Karabağ Savaşı nedeniyle çok sayıda faşist gönüllü Türkiye’den Azerbaycan’a akmaya başlamış, bütün “Türk Dünyası’nı” kapsayan “milli hedefleri” doğrultusunda askeri yeteneklerini ve örgütlenmelerini geliştirmeye başlamışlardı! Ancak bu işlerin o kadar kolay olmadığı kısa zamanda bir kez daha ortaya çıktı. Hem Rusya faktörünün yeniden devreye girmeye başlaması, hem de SSCB bürokrasisi içinde yetişmiş “eski kurtların” iktidara yönelik hamleleri Elçibey yönetiminin devrilmesine yol açarken “bozkurtların” hayallerini de darmadağın etti. Devlet de kendini bu yeni gerçekler karşısında yeniden konumlandırmak durumunda kaldı.

Eski Politbüro üyesi ve KGB Generali Haydar Aliyev’in iktidarı döneminde bir hamle daha yapıldı. Türkiye ve Azerbaycan’da faaliyet gösteren faşist unsurlar Elçibey’i yeniden iktidara getirmek için Mart 1995’te bir darbe girişiminde bulundular. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ihbarının ardından bu girişim Haydar Aliyev tarafından bastırıldı.

Azerbaycan darbesini planlayanlar Türkiye’de de iktidarı ele geçirmeye hazırlanıyorlardı. Susurluk Raporuna göre darbenin Türkiye ayağında Başbakan Tansu Çiller’in onayıyla Türk Cumhuriyetleri ve Akraba Toplulukları ile Koordinasyon’dan sorumlu “Komando Ayvaz” lakaplı Ayvaz Gökdemir, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, özel harekâtçılar İbrahim Şahin ve Korkut Eken vardı…

“Bölgesel güç”, hatta bir “dünya gücü”; neden olmasın!

Tekrar edecek olursak konu Türkiye’yi yönetenler açısından yeni sayılmaz! Amaç yine “Türkiye’nin hegemonik bir “bölge gücü” (hatta bu defa bir “dünya gücü!”) olması: Dönem yine dünyanın “çivilerinin oynadığı” bir dönem. Egemenler yine dünya ekonomik ve siyasi hiyerarşisinde daha üst sıralara yükselme ve emperyalist sistem içinde daha güçlü bir konum, görev ve rütbeler peşinde. Artık Özal’ın düşünceden öteye pek gidememiş yayılmacı hayallerini çok daha kapsamlı bir biçimde ve kendisine has usullerle gerçekleştirmeye çalışan yeni bir rejimimiz var. Üstelik bu rejim, Özal’ı sınırlayan  “eski rejim” güçlerini de (monşerler, yüksek hâkimler, paşalar vb…) devre dışı bırakmış durumda; önünde “nesnel sınırlardan” başka bir engel de yok. Bütün “kifayetsizliğine” rağmen ayakta kalabilmek için her işe bulaşmaya, her türlü maceraya girmeye hazır.

İktidarın kendi adına çok önemli nedenleri olsa da bu “yayılma” eğiliminin temelinde Türkiye kapitalizminin krizinin ve bu krizin büyüttüğü çelişki ve çıkmazların büyük sermaye yararına aşılması zorunluluğu yatıyor. Rejim kendi sorunlarını ve temsilcisi olduğu burjuvazinin dertlerini içeride her türlü baskı ve grev yasaklamaları, dışarıda da askeri müdahalelerle çözmeye çalışıyor.

“Milli çıkarlar” kimin çıkarları?

Emekçilere bu yayılmacılığın “milli çıkarlarımızın” bir gereği olduğu söyleniyor. Oysa daha kısa bir süre önce Sağlık Bakanı’nın ağzından halkımızın sağlığı, yani yaşama hakkı ile “milli çıkarlarımızın” aynı şeyler olmadığını öğrendik. Bakan Bey aslında “milli çıkar” denilen şeyin ülkeye egemen olan zengin azınlığın çıkarlarından başka bir şey olmadığını söylemektedir. Zaten tarihsel kural da bellidir: İktidarı almadan kendi sınıf çıkarlarını “milli çıkarlarımız” düzeyine yükseltemezsin! Bu da ancak sınıflar mücadelesine bağımsız ve örgütlü bir güç olarak dahil olmakla mümkündür. İşçilerin ve bütün emekçilerin kapitalizmin tetiklediği salgınlarda ve efendilerinin çıkardığı savaşlarda yok olup gitmemelerinin tek yolu budur.

Bin bir türlü “emperyalist numaranın” döndüğü bir bölgede, Azeri ve Ermeni burjuvazilerinin saldırgan sınıf çıkarlarının neden olduğu bir savaşın her iki ülke emekçilerinin de çıkarlarıyla bir ilgisi olmadığı açıktır. Aynı, Saray rejiminin askeri-politik desteğinin ve bölgesel hegemonya faaliyetlerinin Azerbaycan halkının gerçek çıkarlarıyla ilgisi olmadığı gibi…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında