İdlip’te 11 Eylül’de meydana gelen bir saldırıda devriye görevindeki TSK mensubu 3 asker; 12 Eylül’de ise “Fırat Kalkanı” harekât bölgesindeki bir havanlı saldırıda 1 asker hayatını kaybetti. İki olay da Suriye’de meydana geldi, ancak Türkiye’nin bu iki ölümlü olayda gösterdiği tepkiler farklı oldu.
İlgililer, her zaman olduğu gibi, Fırat Kalkanı bölgesinde meydana gelen saldırının sorumlularını derhal tespit edip “misliyle karşılık” verirlerken, İdlip’teki benzer olaylarda olduğu gibi yine suskunluğa gömüldüler; üstelik de bölgede giderek artan saldırılara rağmen. Bu suskunluk çeşitli muhalif çevrelerce eleştiri konusu oldu. CHP sözcüleri de askerleri hangi örgütün şehit ettiğini ısrarla sordular ve tabii, herhangi bir cevap alamadılar. Söz konusu Kürtler ve Kürt askeri güçleri olunca olayı bütün detayları, failini de tam künyesiyle veren yetkililerin, söz konusu İdlip’teki İslamcı örgütler olunca en azından kamuoyu karşısında suskun ve hatta hiçbir şey yokmuş gibi davranmaları tuhaf veya çelişkili bir durum gibi görülebilir. Ancak işin mantığını ve rejimin amaçlarını kavradığımızda ortada tuhaf veya çelişkili bir durumun olmadığını da anlayabiliriz.
Suriye’ye yönelik “milli” hedefler ve ilhak ihtimali
Rejimin Suriye’de farklı bölgelerdeki askeri konuşlanmasının ortak bir siyasi hedefi var. Resmi açıklamalarda elbette “Suriye halkını zalimlerden kurtarmak” (Zalim Esed!) ve Kürtlerin kurmaya çalıştığı “terör koridorunu” engellemek gibi “asil” ve “milli” hedefler öne sürülüyor. Ancak Saray rejiminin öncelikli amacının, çeşitli adlarla örgütleyip desteklediği veya bir biçimde iş birliği yaptığı “cihatçı” siyasi -askeri güçleri kullanarak Suriye’nin yeni dönemdeki siyasi şekillenmesinde birinci dereceden rol oynamaya çalıştığı gün gibi ortada. Ancak işlerin bununla sınırlı kalmayabileceğine dair pek çok işaret var. Bu işaretler, uluslararası planda uygun “tarihsel” fırsatların (boşlukların) oluşması veya oluşturulması halinde Suriye’nin kuzeyinin ilhak edilmek istendiğini gösteriyor. Örneğin başta Afrin olmak üzere kuzey Suriye’de ele geçirilen bölgelerde Türkiye’nin iç idari yapılanmasına uygun bir idari örgütlenmeye ve kurumlaşmaya (kaymakam, emniyet müdürü, fakülteler, hastaneler, müftülük, hafızlık merkezi, TOKİ vb.) gidildiği görülüyor. İç politikayla dış politikanın iç içe geçtiği bir dönemde rejim, çok büyük bir ihtimalle, bu hedeflerin gerçekleşmesi halinde sınır ötesinde elde edilecek başarının iyice zora girmiş olan iç politikaya tahvil edilebileceğini hesaplıyor.
Bu hedeflerin gereği olarak, Saray rejiminin Suriye’deki İslamcı-cihatçı hareketle dostluğu-iş birliğini, Suriye Kürtleri ile de (tabii, diğerleriyle de!) düşmanlığı sürdürmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor; tabii bütün çıkmazları içinde yeni bir çıkmaza girene kadar! İdlip’teki ölümlü saldırılar karşısındaki suskunluk ve bilmezden gelme haliyle, Kürtler konusundaki konuşkanlık ve netliğin nedeni bu!
Sahte bir Suriye yaratmak!
Tabii böyle bir hedefe varmanın dolaylı bir yolu da var: Kürtlerin tamamen sürüleceği bölgelerde ve İdlip’te, halkının büyük bir bölümünü Türkiye’den taşınıp iskân edilen ve edilecek olan Suriyeli göçmenlerin oluşturduğu, askeri gücü ise Türkiye’nin organize edip beslediği cihatçılardan oluşan TSK destekli bir “Sahte Suriye” yaratmak ve pazarlıklarda el yükseltmek… Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun göçmenlere ilişkin son açıklamasında, her ne kadar AB ülkelerinin, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin ve Lübnan, Ürdün, Irak gibi Suriyeli sığınmacıları barındıran ülkelerin adı geçiyorsa da yukarıda sözü edilen niyetleri de çağrıştıran ifadelerin yer alması tesadüf değil. Çavuşoğlu, asıl muhatap olması gereken Suriye devletinin adını hiç anmadan, “İnsanları zorla iterek değil de İdlip’te olduğu gibi, dönenlere eğitim, sağlık ve istihdam projelerinin hayata geçirilmesi gerektiğini” söylüyor. Kısacası rejimin, uzun süredir fiili pek çok adımını ileride şu veya bu biçimde ilhak ihtimalini de hesaba katarak attığı görülüyor.
Ancak…
Ancak bütün bunlara rağmen, bölgedeki gelişmelerin krizdeki Saray rejiminin hayal ve heveslerine uygun bir yönde ilerlemediği ortada. Uluslararası güç ilişkilerinde oluşan boşluklara, büyük devletler arasındaki çelişkilere ve tehdit-şantaj yöntemlerine dayanan bugüne kadarki bölge politikasının sürdürülmesi iyice zora girmiş durumda. Rusya da İdlip konusunda gittikçe sıkıştırıp aradaki “terörle mücadele” mutabakatını hatırlatıyor; bir şeylere hazırlandığı belli. Bu nedenle rejim, bir süredir Batı ile ilişkilerde daha “tatlı” bir ses tonuyla konuşup ABD ile ilişkileri düzeltmenin peşinde. Saray aynı hedeflere bu defa emperyalist merkezlerle daha doğrudan bir ilişki ve sıkı bir ittifak çerçevesinde ulaşma niyetinde. Yani bir zamanki “istediğimi yaparımcı- antiemperyalist” havalar yerini artık “benden iyi müttefik bulamazsınız” söylemine bırakmış durumda. Ancak anlaşıldığı kadarıyla ABD, Suriye sorununun hallinde, normal koşullarda, Türkiye gibi güvenilmez müttefiklerin yerine öncelikli olarak Rusya gibi “oturaklı” rakiplerini muhatap alacak gibi görünüyor. Bu durumda Saray rejimi, (kendi başına işler çevirme ihtimali dışında) bölgedeki çatışmayı bu defa Batı adına sürdürme görevini ya ABD ve NATO’nun talebiyle (eğer öyle bir hedefleri varsa) ya da Rus uçağının düşürülmesi olayında olduğu gibi, büyük çaplı provokasyonlar eşliğinde üstlenebilir. Ancak Batılıların bir dönem Türkiye ile böyle bir ortaklığa girmeleri halinde bile, başka hesaplarının yanı sıra, rejimin kendi adına izlemeye başlayacağı tehlikeli çizgi nedeniyle bir süre sonra bu beladan sıyrılmak istemeleri ve Türkiye’yi ortada bırakma ihtimalleri büyük.
Kısacası rejim, iç baskılar nedeniyle Suriyeli göçmenler konusunda “ensar-muhacir” hikâyelerini bırakıp “ayakları suya ermiş” görüntüsü veriyor olsa da Suriye ile ilgili gerçek niyetlerinden vazgeçmiş gibi görünmüyor. Rejimin, Rusya ile yapılan anlaşma gereği “gerginliği azaltmak” amacıyla bulunduğunu iddia ettiği İdlip’e sürekli asker sevk etmesinin, tahkimat yapmasının ve Suriye Kürtlerine yönelik saldırganlığının yanı sıra, iki ayrı bölgedeki son asker ölümleri konusunda uyguladığı çifte standart da bunu gösteriyor.
Aynı iç politikada olduğu gibi dış politikada da rejimin tavrını belirleyecek olan husus, güç ilişkilerindeki kaymalar ve buna paralel biçimde göstereceği cüret ve cesaretin, daha doğrusu akıl veya çılgınlığın derecesi olacaktır.
Kırmızı Gazete