Sağlı-sollu burjuva muhalefet güçlerinin bir iktidar değişikliğine ilişkin beklentilerini esas olarak bağladıkları yerin, doğrudan siyasi sonuçlar vereceğini düşündükleri veya öyle olacağını göstermeye çalıştıkları ekonomik kriz ile bu krizin iktidar üzerindeki yıpratıcı etkisi olduğu görülüyor. Mutlaka daha ince ve henüz dile gelmeyen hesapları olabilir, hatta vardır, ancak şu ana kadar söyledikleri aşağı yukarı bu minvalde: Kriz derinleşip halkın yoksulluğu ve ekonomik sıkıntıları ağırlaştıkça rejime olan tepkisi de artacak, bunun sonucu olarak da iktidar seçimleri kaybedecek ve muhalefet kazanacak. Tabii ahlaki ve siyasi nedenlerden de söz ediliyor ama işin esası bu. İktidarın hızlanan oy kaybı (anketlere göre) da bu öngörüyü destekler nitelikte. Tabii, (görünürde) seçimleri esas almasalar bile, sosyalistler içinde de her devirde olduğu gibi bugün de bu doğrultuda güçlü bir eğilimin varlığından söz edilebilir. Krizin şiddetlenmesi, yoksulluk ve sefaletin derinleşmesi kitlelerin tepkisini büyütecek hatta devrimci tepkiler vermelerine neden olacaktır. En azından beklenti bu, kimi zaman dile gelmese bile. Malum, söz konusu “ekonomik nedenler” oldu mu, akan sular durur!
Ekonomi mi, Bir “Önermeye İşkence Etmek” mi?
Burada ekonomik gidişatın yol açtığı veya şiddetlendirdiği çelişkilerin büyük önemini, hele ki kriz dönemlerinde kitlelerin ruh halinin genel toplumsal iklimin değişmesinde oynadığı rolü görmezden geldiğimiz düşünülmesin (Tabii, kitlelerin psikolojilerinde yarattığı çöküntüleri de unutmadan). Maddeci tarih görüşümüze uygun olarak “tarihin belirleyici etmeni(nin)… gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimi” yani ekonomi olduğunu biliyoruz. Ancak Engels’in “Ne Marx ne de ben bunun ötesinde bir şey söylemedik” dedikten sonra, bu önermeye “işkence eden” ve önermeyi boş, soyut ve saçma bir tümce durumuna düşüren birtakım sosyalistleri uyarırken koyduğu önemli bir kaydı da unutmuyoruz. Engels’e göre ekonomik etmenin belirleyiciliği “son belirlemede” ortaya çıkar. Yani tarihsel gelişmenin başka belirleyenleri de vardır. Engels, bu konuda birbirleriyle (rastlantılar da dahil) yakın-uzak ilişki halinde tarihsel savaşımın biçimini öncelikle belirleyen ideolojik, politik, hukuki birçok etmenden söz eder. Bunların varlığı, her şeyin tek nedeninin ekonomi olmasını engellediği gibi ekonomiyle siyaset arasında çok sayıda dolayımın olduğunu da gösterir. Kısacası, hiçbir ekonomik durumun otomatik siyasi sonuçları yoktur ve tarihsel mücadelelerin seyri bu dolayımlar üzerinden pek çok kırılmaya uğrar.
Elbette Türkiye İçin de…
Tabii, Marksizmin dünya tarihi boyunca defalarca kanıtlanmış olan bu önermesi Türkiye için de geçerlidir! Bilindiği üzere, Türkiye yakın tarihinin bütün kritik aşamaları, yaşadığımız son süreç de dahil bütün dönüm noktaları, bu bağlamda sınıflar arasındaki ve sınıfların kendi içindeki bütün mücadeleler, toplumsal, siyasal çatışmalar, kitlelerin psikolojileri, tepkileri, seçmen davranışları vb. son tahlilde “ekonomik etmen” tarafından belirlenmiştir. Ancak o “son tahlil” noktasına gelene kadar, araya süreci etkileyen, “ekonomik” olmayan, belki de bu yüzden tam manasıyla anlaşılamayan, kavranamayan, hatta bütün önemine rağmen gözümüze bile çarpmayan o kadar çok şey girmiştir ki, o ekonomik durumun siyasal-toplumsal sonuçları konusundaki beklentilerimiz bir türlü gerçekleşmemiş ve sıklıkla yanılmışızdır. Oysa yazının başında vurguladığımız Engels’in uyarısının yanı sıra Lenin ve Troçki gibi diğer devrimci Marksistlerin de her şeyin ekonomiden ibaret olmadığına, başarılı bir devrimci mücadele için ekonomik etmenlerin dışında hesaba katılması ve gerçekleştirilmesi gereken nesnel ve öznel pek çok koşul olduğuna dair güçlü uyarıları vardır.
2002’den beri iktidarda olan gücün, bu gerçeği daha en başından kavradığını biliyoruz. İktidar bu sayede, en azından 2008’den bu yana ekonominin emekçiler açısından giderek kötüleşen seyrine ve başta kendi yarattığı kesim olmak üzere, asıl olarak büyük burjuvazi yararına uyguladığı ekonomik politikalara rağmen, ekonomi dışı ideolojik, politik, sosyal, kültürel vb. araçların yanı sıra kimi zaman açık veya örtülü zor yöntemlerini, kendi elleriyle yarattığı gerilimleri, komplo taktiklerini de kullanarak çeşitli telafi araçları ve direnç noktaları oluşturmayı bilmiş ve bugüne gelmeyi başarmıştır. Üstelik kendi çürüme süreci içinde bir de siyasi rejim değişikliği yaparak…
“Var Olan Her Şey Ölmeyi Hak Eder.” Ancak…
Her şeyin bir sonu vardır. Bu iktidar da kurduğu rejimle birlikte, 2018 krizinden bu yana (pandemi dahil) çeşitli felâketler eşliğinde ciddi biçimde sallanmaya başlamıştır. Rejimin yönetme yeteneğinden yoksun olduğu her adımında bir kez daha kanıtlanmaktadır. İktidarın gerileme döneminde inşa ettiği rejimin bütün zaafları, çok yönlü bir krizle (ekonomik, siyasal, toplumsal, ideolojik-kültürel, moral…) kesişerek iyice derinleşmektedir. Yani koşullar genel anlamıyla rejim aleyhine işlemektedir. Ancak bu genel işleyiş, kendi özel koşulları zemininde, Saray rejiminin beklenen veya umulan bir zaman diliminde, muhalefetin varsaydığı siyasal-kurumsal çerçeve içinde ve ekonomik durumun doğal bir sonucu olarak mutlak biçimde kaybedeceği ve yıkılacağı anlamına gelmemektedir.
Çeşitli ölçümler iktidarın kayıplarının doğrudan ve tam olarak muhalefetin kazancına dönüşmediğini, arada kuşku verici bir “boşluk” olduğunu göstermektedir. Burada kastedilen kuşkunun nedeni sadece iktidarın oy kaybının hali hazırda muhalefetin hanesine tam olarak yansımaması, kayıp ve geçişlerin yavaş veya durgun bir seyir izlemesi, kararsızların çokluğu değil, sözü edilen “boşluğun” işlerin beklenen yönde gitmeme ihtimalini de içermesidir. Açıkçası inatçı ekonomik kriz koşullarının, işbaşındaki baskıcı bir iktidarı götürse bile, burjuva muhalefetin sözünü ettiği, büyük umutlar bağlanan ve neredeyse kendiliğinden gelen bir “demokrasiyle” sonuçlanacağına dair garanti yoktur. Tarihte ekonomik krizlerin siyasi olarak eskisinden çok daha kötü sonuçlar verdiğine, daha da ağır baskı rejimlerine, diktatörlüklere yol açtığına dair pek çok örnek vardır. Bu nedenle “ekonomi” konusu neden ve sonuçlarıyla ve de etkileşime girdiği diğer etmenlerle birlikte, çok ihtimalli ve boyutlu olarak ele alınmalıdır. Büyük krizlerin şu veya bu yöndeki çözümünün ancak sınıflar mücadelesi temelinde mümkün olabileceği, sürecin kaderinin siyasi arenada tayin edildiği gerçeği, siyasetin belirli tarihsel koşullarda belirleyici etmen olduğu unutulmamalıdır.
Burjuva Muhalefetin Tarihsel Derdi!
Burjuva muhalefetinin, bütün “ekonomist” söylemine rağmen işin politik boyutunun ve politik mücadelenin büyük öneminin farkında olduğuna eminiz. Bu “ekonomist” söyleminin esas olarak emekçi kitleleri politikanın dışında tutup yarın öbür gün bağımsız yönelişlere girmelerini engelleme amacını güttüğünü de biliyoruz. Onlar emekçilerin bilinçli, bağımsız ve örgütlü güçler, özneler olarak siyaset arenasına girmelerini engelleyip pasif birer “seçmen” (bir oy bir insan) olarak kalmaları için ellerinden geleni yapıyorlar. Yaydıkları “ekonomist-demokratik” yanılsamanın ve “ilk seçimde gidiyorlar!” rehavetinin nedeni de bu. Kitleleri “oy deposu” olarak gören muhalefetteki sermaye partileri, “oyuna gelmeyin!” söylemi eşliğinde kitlelerin muhtemel “taşkınlıklarını” engelleyerek sadece kendilerinin değil, aynı zamanda savunucusu oldukları sermaye düzeninin güvenliğini de sağlamaya çalışıyorlar.
Bir yandan seçimlere giden yolda yaşanabilecek siyasi cinayetlerden, büyük çaplı provokasyonlardan söz edip öte yandan böylesine bir rehaveti yaymaları ve kitleleri siyasetten uzak tutmaya çalışmaları bu yüzden…
Hakkı Yükselen