Son günlerde işçi düşmanlığı alenileşen iki marka hakkında, özellikle sosyal medya ağlarında, emeğin gündemini takip edenler arasında boykot çağrısının yükseldiği görülüyor: Yemeksepeti ve Dardanel.
Sendika ve kadın düşmanlığı, insanlık dışı çalışma koşullarının dayatılması mide bulandırıcı. Fakat niyeti, samimiyeti hiç sorgulamadan bu çağrıyı yapanların tümünün ve tüm çevrelerinin boykota katıldığını düşünelim. Bir şey değişir mi?
Hayır.
Tarihin belli anlarında, koşulların denk gelişiyle boykotun etkili olabildiği dönemler olabilir. Ancak bu koşullar günümüzde yaygın olmaktan uzak. Boykotlar, genellikle bir parti veya sendika liderliğinin öfkeli, kitlesel ve militan üyelerinin güvenine sahip olduğu durumlarda, ilk olarak endüstriyel eylem yoluyla seferber edilen büyük bir işçi sınıfı hareketine ek, yardımcı taktik olarak faydalı olabilir.
Ya da 1955-56’daki ünlü Montgomery Otobüs Boykotu örneğindeki gibi anlarda. Rosa Parks’ın bir belediye otobüsünde koltuğunu beyaz bir adama teslim etmeme “suç”u nedeniyle tutuklanması karşısında Alabama, Montgomery’nin Siyah topluluğu örgütledikleri boykotla otobüs sistemini başarılı bir şekilde sakatlamayı başardılar ve önemli bir zafer kazandılar.
Fakat Rosa Parks’ın kıvılcımını çaktığı eylemin başarıya ulaşmasının nesnel ve öznel koşulları vardı. Birincisi, olayın yaşandığı dönemde, Montgomery otobüs yolcularının yüzde 75’ini oluşturanlar eyaletin 17.000 kişilik Siyahi topluluğuydu. Topluluk nispeten birbirine bağlıydı; herkesin iyi bildiği bir dini ve sendikal liderliğe sahip güçlü kiliselerden oluşan bir ağ vardı. En önemlisi, hedef çok spesifikti: Montgomery otobüs sistemi. Siyah boykotunun etkisinin yıkıcı olacağı şüphesizdi. Nesnel koşullara gelindiğindeyse, hızla değişen Güney ABD’de Siyahi bir ayaklanma yükseliyordu ve ayrımcılığın sona ermesine ülke çapında muazzam bir destek vardı (Desteği kontrol altında tutabilmek için 10 yıldan kısa bir süre sonra Başkan Johnson tarafından Medeni Haklar Yasası imzalanacaktı).
Şu an içinde bulunduğumuz koşullarsa bunlardan oldukça uzak. Sermaye boykot çağrıları sosyal medyada kapladığı alanı aşarak hayatın bütününe nüfus edemiyor. Çünkü örgütlü bir kitle içerisinden yükselmiyor. Bu eyleme katılmak isteyenler birbirlerinden izole ve maddi koşulları boykota izin verse bile eylemlerindeki kolektif gücü göremedikleri için uzun süre sürdürebilmeleri gerçekçi bir beklenti olmuyor.
“Maddi koşulları izin verse bile” çünkü işçi-kadın düşmanlığı alenileşen her marka/işletme erişilebilir olmuyor. Her zaman perakende, gıda gibi işletmeler olmadıkları gibi kimi zaman da tam aksine fiyat nedeniyle alım gücü oldukça kısıtlı olan emekçilerin ulaşabileceği tek marka/işletme olabiliyor.
En uzun süreli ve etkili boykotlar bile (Nestlé bebek maması örneği gibi), şirketleri sömürüleri için cezalandırmaya yetmiyor. Bunun yerine, tüketicilerin nelere “tahammül edemeyeceğini” ve daha da önemlisi, hangi “insancıl” iş uygulamalarının satacağını öğrenerek, söylemlerini değiştirmeye yöneliyorlar. Bakınız, marka aktivizmi.
İşletmeler, pazarlama bütçelerinden ayıracakları hazır bir bütçeyle imajlarını düzenleyerek, karlarından hiçbir şey kaybetmeden milyonlarca liralık medya satın almaları ile boykot çağrılarının ulaştığı tüm kişi sayısını binlere katlayacak bir kitleye 24 saat içinde defalarca erişebiliyor.
Kapitalistlerin, sermayenin tüm bu maddi gücüne rağmen ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde olduklarını görmek, göstermek gerekiyor. Hiçbir sermaye kendiliğinden var olmuyor. Ham maddesinden, market rafına, lojistiğinden deposuna kadar iç içe geçmiş birçok bağ ile ayakta duruyor.
Kısacası gücümüzün tüketimden değil üretimden geldiğini akıldan hiç çıkarmamak gerekiyor.
Bir yardımcı taktik olan boykot fikrine güç harcamak yerine, örneğin Yemeksepeti ve Dardanel’in iş yaptığı tüm kurumlarda, marketlerde, taşeron ve lojistik firmaların genelinde, eş zamanlı olarak işçi öz örgütlerini kurmak, sendikaları mücadeleye zorlamak ve olası grevleri (sadece manevi değil maddi de) desteklemek için örgütlensek nasıl olur?
Aslı Sevim