“Devrimi önlemek için küçük ve zaferle ayrılacağımız bir savaşa ihtiyacımız var…”
Çarlık Rusyası İç işleri bakanı Vyaçeslav Von Plehve 1904
Yeni rejimle kenetlenmiş halde ve uzun zamandır palazlanmakta olan Savunma, Enerji ve inşaat sanayii oligarşisinin Suriye’nin Kuzeyinde, Kuzey Irak’ta, Libya’da, hatta Azerbaycan’da açılacak yeni koridorlar aracılığıyla Asya steplerine doğru yeni pazar fetihlerine iştahla ihtiyaç duyduğu ortada. Bu arayışın, Türkiye kapitalizminin iç işleyişine dair köklü dönüşüm arayışlarını da beraberinde getirmesi kaçınılmazdı.
Hatırlayalım, Başkanlık Rejimi, Türkiye’deki egemen siyasal ve askeri blokların uzun yıllara yayılan krizine karşı sunulmuş bir seçenekti ve benzer nitelikli seçenekler arasından Erdoğan’a ait olan sıyrılacaktı. Bu baskıcı seçenek, egemen sınıf içindeki çatışmaların uluslararası gelişmeler doğrultusunda yoğunlaşmasıyla gündeme geldi, 2008 kriziyle iyice belirginleşen uluslararası “Bonapartistleşme” eğiliminden beslendi. Dahası “Başkanlık Rejimi” ulusal kapitalizmin, kendi ulusal pazarını artık “demokratik araçlarla” ve “metotlarla” yönetemiyor oluşunun açık bir yansımasıydı.
Türkiye’de giderek despotikleşen bir sermaye birikim biçimi ve yıkıcı neoliberal dönüşüm programı, giderek despotikleşen devlet iktidarı olmadan yürütülemiyordu. Geçtiğimiz 10 yıllık dönem boyunca açığa çıkan TMY, İç Güvenlik, OHAL, KHK düzeni, gücün merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile parlamentonun işlevsizleşmesi süreçlerini de tam olarak böyle anlamalıyız.
Erdoğan, çoklu bir kriz sürecine sürüklenmiş Türkiye büyük sermayesine, emeğe yönelik “ekonomik saldırıyı” kararlılıkla başlatacağını, sosyal harcamalarda kesintiye gideceğini, demokratik mevzileri dağıtacağını, şirket vergilerini azaltacağını ve ayrıca yatırımcı kazançlarını yükselterek yeni pazarlar kazandıracağını vaat ediyordu.
Şüphesiz, savunma sanayii kompleksinde son yıllarda yaşanan bu yoğunlaşma, bir yandan Türk egemen sınıflarının uluslararası pazar arayışında her geçen gün TSK eşliğinde bir köprübaşı tutma eğiliminin bir ifadesi. Öte yandan, yeni rejimin üzerinde yükseldiği baskı koşulları, Suriye’nin kuzeyindeki savaşın kızışması, dış tehdit algısının sürekli artırılması, yıllardır bu düzenden beslenen, savaştan ve savaş harcamalarının artmasından nemalanan savaş baronları için daha ballı ihaleler ve daha fazla kâr demek.
Yine de maceracı ve müdahaleci dış politikanın AKP iktidarıyla başladığını sanmak saflık olur. Türkiye’nin fırsat bulduğunda güç kullandığı dış müdahalelerin örnekleri AKP’den önceki dönemlerde de az değildi. Türkiye burjuvazisinin 1958’de Irak, Suriye ve Lübnan’a askeri müdahale hevesi hayli yüksekti. 1974 yılında Kıbrıs adasının yarısı fiilen Türkiye’nin askeri kontrolü altına girmişti. 1976-1982’de Müslüman Kardeşleri kullanarak Suriye’de iktidarı devirme girişimlerini de akılda tutmak gerek.
2008 krizinin ana hatlarını belirlediği bugün, kapitalizmin içine girdiği derin bunalım, uluslararası pazar savaşlarını kışkırtıyor ve giderek çok daha fazla insanı göçe zorluyor. Ulus devletlerin buna yanıtı ise, bir yandan giderek daha fazla güvenlikçi politikalara yönelmek ve artık başlı başına bir endüstri haline gelmiş olan savunma ve sınır güvenliği alanında çok uluslu şirketlerle birlikte adeta proje ortağı gibi çalışmak. Erdoğan rejimi de tam olarak bunu yapıyor. Öte yandan Savunma sanayi gerçek bir hazine ve çok hızlı büyüyor.
Kriz dönemlerinde uygulanan kemer sıkma önlemlerine tabi olmadığı gibi, ekonomik krizlerden de etkilenmiyor. Bu manzaradan Türkiye burjuvazisinin birbirleriyle çelişki içinde olan tüm kesimlerinin hoşnut olduğundan emin olabilirsiniz.
Sermaye birikiminde bir fırsat olarak yayılmacılık
“İngiltere merkezli danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers’un (PwC) ‘Küresel Savunma Perspektifleri raporuna bakılırsa, Türkiye, 2016’dan bu yana ABD’den sonra yurtdışında en aktif olan ikinci orduya sahip ülke. TSK’nın en az 50 bin personeli yurtdışında görev yapıyor.”
Bugün itibariyle Türkiye; Bosna, Kosova, Libya ve Lübnan’da, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali ve Katar ile Suriye ve Irak’ta asker bulunduruyor. Afganistan’da Taliban’ın iktidarı ele geçirmesinin ardından tahliye edilen 2 bin asker de ABD işgalinin başladığı 2001’den beri burada görev yapıyordu.
Rejim son yıllarda Afrika’ya özel bir ağırlık verip büyükelçilik sayısını artırmış durumda. Türkiye’nin 2003 yılında bölgede 12 büyükelçiliği varken, şu anda 42 büyükelçiliği bulunuyor. Bu açıdan Sudan ve Somali’nin stratejik bir önemi olduğu çok açık.
Asya ve Kafkaslarda Pantürkist yayılma ve burada hegomonik bir Türk pazarı yaratma planı Türk egemen sınıflarının geçtiğimiz yüzyıl boyunca en çok uzaklaşmış göründüğü zamanlarda bile aklından çıkartmadığı bir hayal. Dolayısıyla Azerbaycan güçlerinin, Türk kuvvetleriyle eşgüdümlü olarak 16 Kasım 2021 tarihinde Ermenistan’ın Syunik bölgesine gerçekleştirdiği saldırıyı ciddiye almak gerek. Bu saldırının da gerçekte “Zangezur Koridoru”, yani Azerbaycan ile Nahçivan -dolayısıyla Türkiye- arasında Ermenistan’ın güney bölümünden geçecek ve Ermenistan’ın devreden çıkartılmasını sağlayarak Azerbaycan ile Türkiye’nin fiilen birleşmesinin bir oldu bitti ile kotarılma çabasından başka bir anlamı yok.
Öte yandan Suriye, bu yayılmacı emarelerin en ileri düzeylerinin izlenebildiği alanların başında geliyor. Kuzey Suriye’de bağlaşıkların desteği altında kontrol altında tutulan bölgelerde devlet ofislerine ve resmi dairelerin binalarına Türk bayrağı asılıyor, duvarlar Erdoğan’ın portreleriyle süsleniyor. Meydanlar, parklar ve okulların isimleri Türkçeleştiriliyor. Efrîn’deki Saray Meydanı Erdoğan Meydanı oldu bile; Kawa al-Haddad kavşağı Zeytin Dalı kavşağına çevrildi ve Azaz’daki halka açık park şimdi Osmanlı Millet Parkı.
Hizmet ve finans açısından Türkiye kontrolündeki bölgeler tamamen Ankara’ya bağımlı hale geldi. PTT, Ezaz, Marea, El Bab, Cerablus, Afrin ve Ra’i’de Türk çalışanları ve Suriye vatandaşlarına bankacılık, para transferleri, nakliye ve öğretmen maaşları gibi konularda hizmet veriyor.
Suriyeli çalışanlar, Türk askerleri ve yerel polis, fiili para birimi haline gelen Türk Lirası ile maaş alıyor. Türk hükümeti Cerablus, Ezaz, El Bab, Marea ve Ra’i’de hastaneler açmış durumda.
Türkiye’nin bölgeye atadığı valiler, yerel konseylerin başkanlarını tayin ederken, projeler münhasıran her konseyin fonlarının yatırıldığı Türk bankaları tarafından finanse ediliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı yüzlerce caminin tadilatını üstlenmişken, hâkim ve avukatların atanması bile Adalet Bakanlığı’nın onayını gerektiriyor.
Şu gerçeğin altını çizmekle yetinelim; şimdiye kadar, Suriye’deki Türkiye kontrolündeki bölgeler, Türkiye ile Esad rejimi tarafından kontrol edilen bölgeler arasında bir “sınır çizgisi” işlevi gördü. Henüz resmi olarak Türk toprağı sayılmıyorlar ama aynı zamanda artık Şam’a da bağlı değiller. Bu küçük ama önemli bir zafer.
Saray Rejimi, Libya’dan, Balkan coğrafyasına, Afrika’dan Kuzey Suriye’ye uzanan geniş bir alanda bu yayılmacı politikayla yerel çıkar ağları ile ilişkilendi, dahası egemen sınıf, Türk askerinin ve istihbaratının ayak bastığı alanlarda nüfuz kazandı ve yatırımlar yaptı. Anlayacağınız içinde bulunduğumuz yayılmacı eğilim, kontrolden çıkmış bir çılgının aklının ürünü değil, Türk egemen sınıf blokunun tüm kesimlerinin özlemini açık bir biçimde yansıtmakta. Bu durumun siyasi, askeri ve ekonomik planda önceki dönemle kıyaslanamaz ölçüde belirleyici sonuçları olacağından emin olabiliriz.
Bu yayılmacı eğilimin arkasındaki itici güç, Türkiye sermayesinin kendi çöplüğünün ötesinde daha derin pazarlar ve sermaye ihraç zeminleri kazanma arzusu. Rejim nerede fırsat sezerse oraya yöneliyor. Yine de bu durum oldukça riskli ve bedeli yüksek. Zira bu politika, yeni düşmanlar, yeni masraflar ve krizler demek. Toplumsal, ekonomik ve idari kapasitesiyle orantısız bir yayılmacı güç konumu işgal etmek Türk egemenleri açısından temel bir çelişki ve yakın geleceğe damgasını vuracak bir kumar gibi görünüyor. Türkiye’nin ufkunda yükselen sınıf mücadelelerinin ayan beyan belirdiği bugünlerde yaşanan ekonomik alt üst oluşun bu gerçeklikle doğrudan bir ilişkisi var.
Murat Yakın