EKONOMİNİN BELİRLEYİCİLİĞİ, MUHALEFETİ EZMENİN ÇEŞİTLİ YOLLARI VE CEVAP BEKLEYEN SORULAR

EKONOMİNİN BELİRLEYİCİLİĞİ, MUHALEFETİ EZMENİN ÇEŞİTLİ YOLLARI VE CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Hakkı Yükselen

“Ya kaybetseler bile gitmezlerse” endişesinin yanı başında “Ya yine kazanırlarsa” endişesi yer alıyor. Bunlar ciddiye alınması gereken sorunlar, “Yok ya bir şey olmaz!” diyerek giderilmeleri de mümkün değil. Kaybettikleri halde gitmemeleri ayrı bir dert de sahi, ya yine kazanırlarsa?  Gerçi burjuva muhalefetin böyle bir şeyin mümkün olamayacağına dair “sağlam kanıtları” ve “güvenceleri” var, ama belli mi olur!

“Böylesine berbat ekonomik koşullarda, perişan durumdaki halkımızın bütün bunların sorumlusu olan iktidara seçim kazandırması mümkün değil. Ayrıca araştırma şirketlerinin anket sonuçları da çoğunlukla bunu gösteriyor. Yani öyle korkacak bir şey yok,  sandık başına gitmemiz ve oylarımıza sahip çıkmamız yeterli!”

Bir Önermeye İşkence Etmemek!

Tamam, ekonomi çok, ama çok önemli. Neticede iş dönüp dolaşıp orada bitiyor. Ancak bir sorun var, dönüp dolaşırken pek çok yere de uğruyor! Yani ekonomi belirleyici faktör, ama “son tahlilde” veya “son belirlemede.” Dolayısıyla “ekonominin belirleyiciliği” konusunda büyük usta Engels’in uyarmak zorunda kaldığı    “kaba maddeciler” gibi düşünüp davranmamakta yarar var.   Engels’in 132 yıl önce dediklerini bir hatırlayalım : “Maddeci tarih görüşüne göre, tarihin belirleyici etmeni son belirlemede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx, ne de ben bunun ötesinde bir şey söylemedik. Bundan sonra biri kalkar da bu önermeye, iktisadi etmen tek belirleyici etmendir dedirtecek kadar işkence ederse onu boş, soyut, saçma bir tümce durumuna düşürür.” Engels bu düşüncesini daha da açarak bu tarihsel-toplumsal süreçte devreye giren ve “tarihsel savaşımların” biçimini öncelikle belirleyen ideolojik, politik, hukuki, askeri, felsefi, dini vd. etmenleri sayar. Devamında da “Bütün bu etmenler karşılıklı etki halindedir ve iktisadi hareket, sonsuz sayıda rastlantı arasında beliren bir zorunluluk gibi bu etmenler içinde eninde sonunda kendi yolunu açar”  der.

Bu ifadeleri günümüzün Türkiyesi’nin hazin koşullarına uygulayacak olursak kısaca şunu söyleyebiliriz: “Tencere” ile “sandık” arasındaki ilişki ne kadar önemli olursa olsun zannedildiği kadar kestirme veya doğrudan değildir! Yukarıda da belirtildiği üzere, ekonominin, bir belirleyici olarak toplumsal ve siyasi davranışlar üzerindeki hükmünü icra etme sürecinde devreye hesapta olan veya olmayan (Ki bu hesapta olmayanların çoğu zaman bizim cehaletimizin bir ürünüdür!) pek çok etmen dahil olur. Ayrıca bu konuda yine bir başka büyük devrimcinin dile getirdiği bir insanlık hali vardır. Troçki, insan bilincinin maddi gerçekliği geriden takip ettiğini söyler. Ayrıca Üstat, bir başka yazısında siyasi alışkanlıkların kolay kolay terk edilemediğini de vurgular.

Ekonomi dışı etmenler ve siyasi alışkanlıkların direnci konusunda daha pek çok şey söylenebilir. Mesela böyle bir yöntemle nüfusun giderek daha da büyüyen kesimleri için iyice derinleşip artık katlanılamaz bir hal alan yoksullaşmaya, maddi ve moral yıkıma, bu durumu daha da ağırlaştıran alenen sermaye yanlısı ekonomi politikalarına vb.  rağmen halkımızın  neden  hâlâ RTE’ye bunca oyu layık gördüğünü  anlayabilir, bu durumun makul birtakım sebeplerini bulabiliriz. Tabii bütün bu bilgiler olup bitenleri anlamamızı sağlasa da toplumsal ve siyasi (ve elbette kişisel) moral bozukluklarımızı durduk yerde düzeltmeyecektir!  Ancak yine de moralimizi yüksek tutabiliriz. Neticede hiçbir durum sonsuza kadar sürmez ve tabii, bir de insanlar mücadele ederler; yakınımızdaki ve uzağımızdaki pek çok ülkenin sokaklarında olduğu gibi.

Ancak geçerken şunu da vurgulamakta fayda var: Ekonomik etmen, en belirleyici olduğu anda bile, her zaman istediğimiz sonuçları vermez. Gidişat, yukarıda belirtilen ekonomi dışı belirleyenleri de hesaba katan bir politik müdahale olmadığı takdirde faşizm, çeşitli türden Bonapartizmler ve askeri diktatörlükler gibi birilerinin istediği, ancak bizim asla istemediğimiz sonuçları verebilir. Öyle berbat durumlar yaşanır ki, orta karar bir burjuva demokrasisi bile bir “nimete” dönüşebilir! Bu nedenle tarihin kritik dönemlerinde emekçi kitleler içinde gerçek bir karşılık bulabilen, kendilerini sınıf mücadelesinin yasalarına uyarlayabilen politik önderlikler “belirleyici” bir öneme sahiptir. “Çağımızın krizinin esas olarak proletaryanın önderlik krizi olduğu” önermesi geçerliliğini bütün yakıcılığıyla korumaktadır.

 İç İçe Geçmiş Endişelerin Somut Birer Gerçekliğe Dönüşmesi.                                             

Görünen o ki, rejimin seçim stratejisi, başta belirttiğimiz endişeleri iç içe geçmiş somut birer gerçekliğe dönüştürmeyi amaçlıyor. Yani hedef, gerçekte kaybedecek durumda bile olsalar iktidarda kalmalarını sağlayacak bir seçim başarısını hemen her yol ve yönteme başvurarak elde etmek. Her gün bir yenisi ortaya çıkan ileri derecede belirgin “ipuçlarından” da anlaşılacağı üzere bunların birbirini bütünleyen maddi ve manevi şiddete dayalı karma yöntemler olacağı açıktır.

Rejim mutlaka kazanabileceği bir seçim ortamı yaratmak amacıyla elinden gelen ve elbette yüreğinin yettiği her şeyi yapacaktır. Ancak bunların her durumda, bazı örneklerini geçmişte de yaşadığımız türden açık şiddet eylemleri olması gerekmiyor. Ortamı nefes alınamaz hale getirmenin, muhalefeti felç etmenin başka yolları da var.  Bırakın silahlı-bombalı eylem ve provokasyonları, rejim, biraz da zorlayarak “yasal-hukuki” gerekçelerle, mesela son çıkarılan “Dezenformasyon Yasası” vb. yasalar uyarınca yaygın bir gözaltı ve tutuklama dalgasıyla binlerce, hatta on binlerce kişiyi içeri alabilir.  Zaten son derece daraltılmış olan özgürlükler alanını her geçen gün bir yenisini icat ettiği yasal ve fiili önlemlerle daha da daraltıp siyasi-toplumsal hak ve özgürlükleri tamamen kullanılamaz hale getirebilir. Bunlara yönelik yasal protesto eylemleri, aynı bugün olduğu gibi her defasında valiliklerce yasaklanıp polis zoruyla dağıtılabilir.  Gezi türü büyük çaplı protesto ve direnişler “darbe teşebbüsü, terör” vb. gerekçelerle ağır suç kapsamına alınabilir. Yeni yeni “terör örgütleri” icat edilip operasyonlar yapılabilir. (RTE’nin uzun yıllardan sonra yeniden komünistlerden söz etmesi boşa değil!)  Bugüne kadar genelde Kürt siyasi hareketine ve kısmen de sosyalist muhalefete uygulanan “tasfiye” ve bastırma yöntemleri daha geniş bir kapsamda burjuva muhalefete karşı da kullanılabilir.  Hoşa gitmeyen bazı seçim sonuçları, yeni usule göre oluşturulmuş seçim kurulları tarafından iptal edilebilir. Muhtemel seçim hilelerine, özellikle de ülkenin gözden ırak yörelerinde sandık başlarında yaşanabilecek zorbalıklara değinmiyoruz bile.  Kısacası Türkiye bir “sopalı seçimle”  yüz yüze kalabilir.   

Sorular Sorular…

Böyle bir durumda ne yapılacaktır?  Bu koşullarda gidilen seçimlerin sonuçları ve bu sonuçları “ayarlayan” rejim denetimindeki resmî kurumların kararları karşısında tepki ne olacaktır. “Atı alan Üsküdarı geçti” türü bir oldu bittiye nasıl karşı konulacaktır? Bu sorulara olabildiğince açık ve tatmin edici cevaplar verebilmek hayati önemdedir. Kısacası “ekonominin çok bozuk olması” kendi başına bir güvence yaratmamaktadır ve bu saydıklarınızın hepsi otokratik rejimler tarafından bozuk ekonomik koşullarda da yapılabilecek işlerdir!

Bu bağlamda pek çok soru sorulabilir. Seçimlerden önce muhalefetin de telkin ve tavsiyeleriyle “sokağa” çıkmayıp evinde oturan, tepkisini genellikle televizyon başında homurdanıp küfrederek, kanal değiştirerek veya sokak röportajlarında dert yanarak ortaya koyan veya ancak genel başkanların konuştuğu seçim mitinglerine katılabilen, hemen her durumda yemin billah “terörist” veya “darbeci” olmadığını, “siyaset yapmadığını” söylemek zorunda bırakılan sindirilmiş vatandaşların halini bir düşünün.  Bunlar, belirli bir şiddet ortamında gerçekleşmiş ve sonuçları göz göre göre değiştirilmiş hileli bir seçimin ertesi günü “anayasal haklarını” kullanarak, siyasi özgürlüklerini savunmak üzere sokağa çıkmak istediklerinde, başta CHP olmak üzere “Altılı Masa” ve muhalefetin diğer kanatları nasıl bir tavır alacak, nasıl bir çağrı yapacaktır? Bu konuda (çok önemli olsa da) “sandıkları korumanın”  ötesinde bir mücadele perspektifi var mıdır?

Evet, bütün bunlar cevap bekleyen sorulardır ve bu sorular, “Kesinlikle kaybedecekler!”, “Güçleri yetmez!”, “O kadarına cesaret edemezler!”, “Bu ekonomik koşullarda dayanamazlar!” veya “Dünya izin vermez!” vb. cevaplarla geçiştirilemez. Çok daha sağlam güvencelere ihtiyacımız var.

Emekçi kitlelerin kitlesel eylemini temel alan güçlü ve kararlı bir duruş rejimin cesaretini kıracaktır…

Yazar Hakkında