EVET, YIKIM SÜRÜYOR..!

<strong>EVET, YIKIM SÜRÜYOR..!</strong>

Bu yazı, yaklaşık 23 yıl önce, Temmuz 2000 tarihinde, 1999 Körfez Depremi’nin 1. yıldönümü nedeniyle zamanın devrimci Marksist yayın organlarından “Enternasyonal Bülten”de yayımlandı. Bugün yaşanan rezilliğin, bugünle sınırlı olmayıp  gerçekte bu ülkenin değişmeyen düzeniyle, bu ölümcül kapitalist düzenle ilişkili olduğunun anlaşılabilmesi  açısından yazıyı aynen yayımlıyoruz.

HAKKI YÜKSELEN

BİR YIL SONRA YIKIM SÜRÜYOR…                 Temmuz 2000

Büyük Körfez Depremi’nin üzerinden bir yıl geçti…

Deprem sadece yıkımı, korkuyu ve dehşeti getirmekle kalmadı, “Türkiye gerçeğini”, yani sistemin gerçek yüzünü de açığa çıkardı. Gerçi bu yüz pek de yabancı sayılmazdı; ancak sistemin, kelimenin tam anlamıyla ‘ölümcül’ bir sistem olduğu belki de ilk kez bu kadar ayan  beyan görünüyordu.

Büyük felâketin ortaya döktüğü sorunların hepsinin kökleri geçmişe  dayanıyor. Bu sorunlar,  özellikle son yirmi yılda nitelik ve nicelik açsından farklı  boyutlar kazandı. Bu bağlamda  deprem, emperyalizmin ve yerel burjuvazilerin evrensel  planda uyguladığı neo-liberal  sermaye birikim tarzının  ve yapısal uyum politikalarının Türkiye’deki  gerçek sonuçlarını ortaya çıkardı. Bu politikaların paralelinde yürütülen denetimsiz ve azgın yağmanın geleceğini  ve ölümcül niteliğini gözler önüne serdi.

Felâket ihmalden değil, tercihten kaynaklandı. İstanbul ve çevresinde olabilecek çok şiddetli bir depremle ilgili tartışmalar 1994’ten beri sürüyordu. Bilim insanları  ortaya birçok senaryo koymuş ve depremin muhtemel sonuçları üzerine sayfalar dolusu yazı yazılmıştı (İzmit’te depremden  kısa  bir süre önce yapılan bilimsel bir toplantıya sadece 1 gazete muhabiri katılmıştı). Ancak, sistemin temel tercihleri, niteliği ve işleyişi bu uyarıların görmezden gelinmesine neden oluyor, gerçek anlamda önlemlerin alınmasını engelliyordu. Sürece köklü bir müdahale, yıllardır işleyen “yağma-kâr” mekanizmasının darmadağın olmasına yol açardı.

Ölümüne Kapitalizm!

Depremin yol açtığı yıkım, bir yönüyle yıllardır süren yağmaya, soyguna, arazi rantına ve mafya savaşlarına hizmet eden kentleşme, toprak, imar politikalarının sonucuydu. Temel mantık, kapitalizmin özünü oluşturan “en düşük maliyetle en yüksek kâr” mantığıydı. Bu mantık, tüm toplumsal servetin özelleştirmeler ve diğer yollarla özel sermayeye, kapitalistlere aktarıldığı; toplumsal muhalefetin polis devleti yöntemleriyle susturulduğu;sermaye üzerindeki her türlü denetimin kaldırıldığı koşullarda sistemi tam bir ölüm makinesine dönüştürüyordu.

Tüm uyarılar, yukarıda sözünü ettiğimiz mantıkla hareket eden burjuvazi açısından olsa olsa bozguncu zırıltılardı. Türkiye hızla gelişiyor ve örnek bir dünya devleti haline geliyordu. Böylesine bir gelişme açısından birçok risk göze alınabilir; örneğin sanayi tesisleri, bu arada “büyük Türk komiği”  Sabancı’nın fabrikaları özel bir yasayla imar açısından (ve tabii tarım açısından)  çok sakıncalı olan tarım arazilerine kurulabilirdi! Bununla da kalınmaz binlerce kişinin küçük tasarrufları, küçük veya büyük müteahhitler tarafından hiçbir kural-kaide tanınmadan çürük arazilere kurulan daha küçük inşaatlarla “kefen parası”na çevrilebilirdi! Ama korkacak bir şey yoktu. Bugüne kadar tüm depremler uzak diyarlarda olmuş ve çoğunda taşrada yaşayanlarla Kürtler ölmüştü. En önemlisi bu politikaların önde gelen mimarı (ve kuşkusuz mühendisi) baş müteahhit Süleyman Demirel cumhurbaşkanlığı makamındaydı…

 Güçlü Devlet

Daha sonra deprem geldi! İlk anlarında bir doğa olayı, bir doğal felâketti; ancak çok kısa sürede bir toplumsal olaya dönüştü.  Toprak üstündeki birçok şeyle birlikte, kafalardaki devlet imajını, güçlü Türkiye imajını da yıktı. Yapının nasıl bir yalan ve sahtekârlık üzerine kurulu olduğunu; devletin bir zamanlar sınırlı da olsa “sosyal” yönünün 12 Eylül azgınlığında patronlarla darbecilerin ve IMF’nin işret sofralarında nasıl yok edildiğini; devletin en temel niteliğine, yani “silahlı adamlar topluluğuna” nasıl indirgendiğini ortaya çıkardı. Her türlü sosyal harcamayı emperyalizmin aracı IMF’nin direktifleri ve sermayenin çıkarları doğrultusunda kısıtlayan; nüfusun en az yarısını eğitim, sağlık, iş vb. alanlarda gözden çıkaran bir düzeni yürüten devletin, insanları yaşatmak için yeterli kaynak ve kadro ayırması elbette mümkün değildi. Bu nedenle ilk 24 saatte deprem manzaralarını “televizyondan izleyen” devletin daha sonra bölgede bir polis gücü ve bürokratik bir mekanizma olarak yer alması kaçınılmazdı. Devlet o günlerdeki rolüyle sadece öfke uyandırdı. Bu öfke, ortaya çıkan tablonun sorumlusu oldukları “bilinciyle” bir süre susan devlet adamlarının ağızlarını açmalarıyla daha da büyüdü. Başta Demirel olmak üzere muhterem zevat “takdiri ilahi”den söz ettikçe deprem felâketinden sağ kurtulanlar “sistem”in ne kadar dışında, ne kadar yalnız ve çaresiz olduklarını gördüler. Güçlü bir devlet vardı, ama bu güç toplumu susturmaya yarıyordu. Dünya çapında bir ekonomik güçten söz ediliyordu, ama bu sadece burjuvazinin gücüydü; çünkü emekçiler, yoksul halk başka bir Türkiye’de yaşamaktaydı.

Ne Değişti?

Aradan bir yıl geçti… Bugünden başlayarak önümüzdeki otuz yıl içinde büyük bir İstanbul depremi bekleniyor. İnsanlar bir yıldır deprem korkusu ve söylentileriyle yaşıyor. Ancak değişen bir şey yok. Depremden “kurtulan” binlerce insan –ki bunlar emekçiler, yoksullar ve yoksullaşanlardır- çadır kentlerde ve prefabrik konutlarda komik paralarla yaşamaya çalışıyor. İzmit’teki çadır kentlerin (biri dışında) valiliğin emriyle boşaltılacağı belirtiliyor. Yeni bir depreme karşı, daha çok kurtarma ekibi ve ceset torbası hazırlama dışında bir önlem almayan devlet, eski depremin izlerini, çöpü halının altına süpürerek ve suç mahallindeki delilleri ortadan kaldırarak  saklamaya çalışıyor.

Gerçek önlemler, sorunun özüne inen çalışmalar yok; çünkü sistem aynı sistem, mantık aynı mantık. Emperyalizmin temel tercihlerinde, IMF reçetelerinde, sermayenin hedef ve yöntemlerinde, devletin işlevlerinde bir değişiklik yok! Toplumun en az yarısını oluşturan ve büyük bir yoksulluk içinde yaşayan insanların bilinçli tercihlerle gözden çıkartılıp uçurumun kıyısına atıldığı bir sosyo-ekonomik sistemde devletin işlevinin bir deprem felâketiyle birden bire değişmesini beklemek için çok saf olmak gerekir. Kimi zaman “yalakalık” boyutuna varan övgülere karşın asıl olarak halkın devlete güvenmediği sosyolojik bir gerçektir. Felâket, bu güvensizliğin derinleşmesine ve iyice açığa çıkmasına yol açmıştır. Bu kez ordu da bu güvensizlikten bir ölçüde payını almıştır.

Kitleler, bir doğa olayının yol açtığı felâketin neden ve sonuçlarının, “Allahın takdiri”nin dışında ve ondan çok daha fazla ekonomik, politik, toplumsal ve sınıfsal karakterli olabileceğini; düzenin felâketteki payını, dolayısıyla kendi rollerini saklamak için dinsel motifleri kullanın sağcı-gerici güçlerin (ırkçılar, dinciler ve diğerleri) halka ne derece düşman olduklarını, bu arada “solcu” DSP’nin oynadığı rolü gördüler. Felâketin hemen ardından “Türk kanının” saflığını korumaya çalışan MHP’li Sağlık Bakanı’nın sözlerini duyan emekçiler Yunan halkının kendileri için daha güvenilir bir dost olduğunu anladılar. Emekçiler bu bağlamda “vatan-millet-bayrak” edebiyatıyla hangi pisliklerin örtülmeye çalışıldığını da gördüler.

Kitle Seferberliği

Depremden çıkan en önemli derslerden biri, halkın yardımına yine halkın koşabileceğiydi. Uzun yıllara yayılan bir duyarsızlığın ve neo-liberal bireyciliğin ideolojik etkisi altındaki binlerce insan, felâketin ilk defa bu kadar yakında olmasının da şokuyla birer “tüketici” gibi düşünmekten sıyrılıp insan, yurttaş, emekçi olduklarını; kendi dışlarında, acı çeken, yardım bekleyen insanlar olduğu fark etti. Ortaya çıkan tüm zaaflarına karşın halkın halka, emekçinin emekçiye yardımı (Buna farklı ülkelerin emekçileri de dahil) her şeyden daha etkili oldu. Bu yardım kimi zaman devletin ilgisizliğine, kimi zaman bürokratik engellere, kimi zaman da polis gücüne indirgenmiş devletin tehditlerine karşın yürüdü. Çünkü kitlelerin kendiliğinden hareketi, ne için olursa olsun, devlet için tehdit oluşturuyordu.

Ne Yapmalı?

Felâketin insani boyutları elbette çok önemli, ancak sosyalistler konunun politik boyutuna da önemle eğilmek zorundalar. Amaç ne felâket tellallığı, ne üç kuruşluk siyasi hesaplar peşinde koşmak, ne de yardım dernekliğidir. Amaç emperyalizme, kapitalizme, neo-liberalizme karşı mücadele temelinde, kitle seferberlikleri temelinde işçi sınıfının, yoksul emekçi halkın bu ölümcül sisteme ve onun yol açtığı felâketlere karşı savunulmasıdır. Bu mücadele, siyasi demokrasi mücadelesiyle birlikte sınıf mücadelesinin diğer alanlarına bağlanmalı, işçi sınıfının iktidar mücadelesiyle bütünleştirilmelidir. Bir lağım çukuruna dönüştürülen ülkenin yeniden kuruluşu işçi sınıfı önderliğinde olacaksa, bu tür felâketlere karşı hazırlıklar da işçi sınıfı örgütleri öncülüğünde yürütülmelidir. Bu felâketlerin çoğu zaman yoksul mahallelerde veya kötü binalarda yaşayan işçilere, emekçi halka zarar verdiğini, hayatta kalanların çok kötü şartlar altında yaşamak zorunda kaldıklarını biliyoruz.   Dolayısıyla işçi sınıfının, sendikaları ve diğer işçi örgütleri önderliğinde yürüteceği hazırlıklar ve kitle seferberlikleri, öncelikle kendi yararına olacaktır. İşçiler geleceklerini, çok yararlı çalışmaları olan ve deprem sırasında özveriyle yardıma koşan, ancak işlevleri, sistemin özüne dokunmayan “sivil toplumculuk” tarafından bilinçli olarak abartılan STÖ’lere, hayır derneklerine veya mafya babalarıyla dinci vakıfların dağıtacağı yardımlara bağlayamazlar. Hedef diğer mücadele alanlarında olduğu gibi  bu alanda da öz örgütlenmeleri, kitle seferberliklerini yaratmaktır. Özellikle, beklenen büyük İstanbul depreminin yol açacağı muhtemel felâket göz önüne alındığında işçi sınıfı örgütlerinin, sınıfın gücünü ayakta tutacak ve toplumun diğer kesimlerinin yardımına koşmasını sağlayacak örgütlenmeleri oluşturmasının; kurtarma, sağlık, beslenme, güvenlik ve savunma hazırlıklarını yapmasının önemi kavranabilir. Bugün depremzede sınıf kardeşlerimize destek verirken, yarına da sahip çıkmak zorundayız.

Yazar Hakkında