Milliyetçiliğin hem resmi hem de egemen ideoloji olduğu yerlerde, siyasi mücadeleler pek çok zaman “vatanseverlik- vatan hainliği” itiş kakışı üzerinden yürür. Ancak normal zamanlarda, bu sadece bir söylem, ağız alışkanlığı veya siyaset gereği olduğu için fazla ciddiye alınmaz. Fakat bu söylem “otokratik” rejimlerde farklı ve epeyce tehlikeli anlamlar kazanır. Bu tür rejimlerin aynı zamanda birer “iç savaş rejimi” olmaları nedeniyle kimin vatanını sevip kimin ona ihanet ettiği mevzuu, yani “millilik-gayri millilik” sorunu, nüfusun artık “istenmeyen” veya kıpırdayamaz hale getirilmek istenen bölümlerinin tasfiyesinin veya susturulmasının aracı haline gelir.
Bu susturma işi, birtakım istenmeyen talepler ileri sürmeleri halinde, rejimin kendi taraftar kitlesine de yönelebilir. Mesela Cumhurbaşkanı’nın yerel seçim çalışmalarını başlattığı Sivas mitinginde olduğu gibi… Tam da seçim konuşması yaptığı sırada, bir grup işçi “KİT’lere Kadro!” diye slogan atmaya başlayınca, RTE tarafından sert biçimde uyarılmışlar: Cumhurbaşkanı işçilere, “Biz KİT’lere kadroyu verdik, bizden bir şey beklemeyin. Şu toplantıyı provoke etmeyin. Alışılmış bir lider değilim, alışılmış bir siyasetçi değilim. Toplantıyı provoke etmeyelim. Samimi ve dürüst olalım…” demiş.
Alışılmadık bir lider, gönül siyaseti ve bir merminin fiyatı!
Cumhurbaşkanı’nın kendi deyişiyle “alışılmış bir lider ve siyasetçi olmadığı kesin. Çünkü alışılmış bir lider ve siyasetçi, hele ki bir seçim konuşmasında oy istediği insanların bir takım taleplerine, uygun olmasalar dahi biraz daha “tatlılıkla” yaklaşıp onların az da olsa “suyuna giderdi.” Hani, seçim reklamlarında da söyledikleri gibi “gönül siyaseti” diye bir şey var! Ancak o bildiğimiz siyasetçilerden olmadığı için öyle “tatlılıklarla”, “gönül almalarla” işi yok. Aksine, konuşmasında da belirttiği gibi, akıl almaz bir “samimiyet ve dürüstlükle” fırçayı basıveriyor: “Bizler Gabar’da, Cudi’de, Tendürek’te, Kandil’de mücadele verirken sizin şu söylediğinize bakın!” Fırça bu kadarla da kalmıyor, kapsam genişleterek devam ediyor: “Ne diyorlar domates, ne diyorlar patates, sivri biber… Düşünün ya, düşünün, bir merminin fiyatı nedir? Mehmedimin giyinip kuşanması ve teröristlere karşı verdiği mücadelenin bedeli nedir, bunu bir düşünün. Bunları bu iktidar yapıyorsa, siz halen kalkıyor patates, soğan, domates, sivribiber… bunları konuşuyorlar! Bizi George, Hans, bir yerlerden vurmak istiyor. Bunlar da ona önayak oluyor..!”
İşte budur. Karşımızda gerçekten de bildik politikacılardan, liderlerden biri olmadığı çok açık. Ayağınızı denk alın; memleket artık her şeyiyle başka bir boyuta geçmiş durumda! İşsizlikten, kadrosuzluktan, pahalılıktan şikâyet edenlere, önce bir merminin fiyatı ve Mehmet’in dağ başlarında, “teröre” karşı verdiği mücadelenin bedeli hatırlatılacak; hâlâ “patates, soğan, domates…” falan demeye devam eden olursa provokatörlükle, bizi bir yerlerimizden vurmak isteyen George’a, Hans’a önayak olmakla suçlanacak.
Oysa o suçlananlar, hem o merminin, hem Mehmet’in giyim kuşamının parasını ödeyip geri kalanıyla da soğan patates almaya çalışanlar. Şikâyetleri de ondan. Yani her şeyin parası zaten onların cebinden çıkıyor; üstelik bir de fırça yiyorlar! Tabii, Soma’da olduğu gibi dayak yemediklerine şükretsinler!
İşin kapsamı genişliyor
RTE’nin kafasında, “vatan hainliği”nin kapsamının, muhalefet destekçilerini aşıp iktidar destekçilerine doğru genişleme eğilimine girmeye başladığını görüyoruz. Bu anlaşılır bir durum. Anketlerde, Türkiye’nin en önemli sorununun ne olduğu sorusuna, geçmiştekinden farklı olarak artık “terör” falan değil “ekonomi” ve “işsizlik” cevabı veriliyor. İktidarın güç kaybının başlıca nedenlerinden biri de bu. Böyle olunca, hayat pahalılığı ve işsizlikten yakınma suçu Cumhurbaşkanı tarafından “hıyaneti vataniye” kapsamına alınıveriyor!
Ancak yine bu konuşmadan anladığımız kadarıyla, George ve Hans ile aramızın epeyce bir düzeldiği haberi henüz Sivas’a ulaşmamış veya Cumhurbaşkanı o eski “antiemperyalist” alışkanlıkları nedeniyle veya “teamüller” gereği bu Türkiye düşmanlarının adlarını zikretmeye devam ediyor.
Bu arada, “vatan hainleri” mevzuuna epeyce “düşük” düzeylerde dahil olanlar da var. Onların vatanseverliği elbette koskoca Cumhurbaşkanı kadar soylu nedenlere dayanmıyor. Mersin Çamlıyayla AKP İlçe Başkanı, “Vatan hainlerinin yanında yer almaktansa, hırsız bizim hırsızımız, biz yanında yer alırız. Yarın burayı, Allah korusun, kaybetme durumunda, bunun hesabını veremeyiz…!” diyor. “İşte budur” diyeceğimiz nokta tam da burasıdır. “Hırsızlık” mevzuuna hiç girmeyelim; zaten “Adamlar, çalıyor, ama çalışıyorlar!” sözü artık Türkçenin “özlü sözlerinden” biri haline gelmiş durumda. Ancak AKP’nin belediyeyi kaybetmesi halinde güzel Çamlıyayla’mızın, vatan hainlerinin (George ve Hans’ın yerli işbirlikçilerinin!) eline geçeceğini öğreniyoruz” Yani, ilçe halkının “hırsız” da olsa “yerli ve milli” olanı tercih etmekten başka bir şansı yok! Aksi halde, maazallah vatan haini olacaklar…
Tehlikeli sularda…
Bir ölçüde mizahi bir dil kullandığımıza bakmayın. Var olan rejimin karakteriyle birlikte düşünüldüğünde memleket son derece tehlikeli sulara girmiş durumda. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bu “vatan hainleri” söyleminin “iç savaş rejimlerinde” özel bir önemi vardır. Bu tür baskı rejimlerinde iktidarlar, kendilerinden olmayanları “millet dışı” ilan etmek “suretiyle” ağır bir tehdit altına alıp her türlü resmi ve gayrı resmi saldırıya açık hale getirirler. Böyle durumlarda nüfusun “istenmeyen” bölümleri üzerindeki yasal devlet koruması, yine yasal veya fiili yollarla kaldırılır. İnsanların kaderi iktidar için yeterli bir süre boyunca “bir türlü kontrol edilemeyen” veya görmezden gelinen bir takım sivil “vatanseverlerin” eline bırakılır; elbette resmi “vatanseverliğin” eskortluğu altında. İç savaş rejimleri bazen böyle haller alırlar. Vatana ihanet başlığı altında, bazıları etnik ve mezhebi kökenli pek çok suç icat edilir. Mesela bizde, eski ortak Cemaat’in 15 Temmuz Vakası’ından bu yana, hem derin bir korkunun, hem de fırsatçılığın (Allahın lütfu!) eseri olarak siyasi ve toplumsal muhalefeti darbecilikle suçlama eğilimi güç kazandı. Bu durumda mesela seçim hilelerini protesto amaçlı veya iktidarın herhangi bir uygulamasına yönelik az veya çok kitlesel bir eylemin darbe girişimi kabul edilmesi ve buna karşı resmi ve sivil güçlerin “demokrasiyi” ve “devleti” savunma adına harekete geçirilmesi mümkün olabilecektir. (Bakınız: RTE’nin açıklamaları ve Devlet Bahçeli’nin 31 Mart sonrasına ilişkin sözleri) Bunun Türkiye gibi bir ülkede ne anlama geleceği hemen herkesin malumudur!
Allah muhafaza!
Allah muhafaza, elbette aklı başında hiç kimse işlerin böyle bir noktaya varmasını istemez. Çünkü bu tür işlerin bedeli çok ağırdır. Olaylar bazen hiç umulmadık noktalara varır ve her şeyi almak isterken elinizde hiçbir şeyin kalmadığını görürsünüz. Tarihte çok örneği vardır. Bizi boş verin, olan o “cennet vatana” olur. O nedenle sürekli hainler yaratarak kendi dışındaki her şey için bir tehdit haline gelen, onun bunun gözünü oyan, mezarını kazan, bayrağı selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozan* gözü dönmüş bir vatanseverlikten uzak durmakta her zaman fayda vardır. Zaten memleket ve dünya meselelerine her zaman sınıf mücadeleleri üzerinden bakmamızın nedeni de budur…
*Arif Nihat Asya. “Bayrak” şiiri.