Yeni rejim, kuruluş özellikleri nedeniyle çok erken bir “sonbahar” yaşıyor! Bunun birinci nedeni kuruluşunun, uzun süredir iktidarda olan bir gücün iyice çürüdüğü ve bütün foyalarının ortaya çıktığı bir döneme denk gelmesi. Hep söylediğimiz üzere, diktatörlükler “meşruiyetlerini” ve “tarihsel gerekliliklerini”, kendilerini ağır bir tehdit ve tehlike altında hisseden geniş toplumsal kesimlerin huzur, güvenlik ve refah arayışlarına cevap vermelerine borçludurlar. Yani bir diktatörlük, en azından ilk başta kitlelere, onları ve ülkeyi çok büyük bir tehlikeden kurtardığı veya kurtaracağı, huzura kavuşturacağı hissini vermek zorundadır. Mesela bir diktatörün, ya bir iç savaşı engellemiş veya bir iç savaşı kazanmış olması gerekir. Oysa bizdeki iktidarın bırakın bu tür başarıları, bir iç savaşın tetikleyicisi olma ihtimali, hemen her toplumsal kesimde iktidara yönelik kuşkuları artırmaktadır!
Büyük tasfiye
Bu “çok erken sonbaharın” ikinci nedeni, yeni rejimin kuruluşunun bir başka yönünden kaynaklanmaktadır. Yeni rejim, uzun süredir ülkeyi yöneten “eski iktidar” eliyle, onun önceki siyasi-idari araçlarının tasfiye edilmesi sürecine paralel olarak inşa edilmiştir. Yine bu kuruluş, istikrarlı bir başarı çizgisinin zirve noktasında değil, inişe geçtiği bir dönemde, “hayatta kalma” amacıyla gerçekleştirilmiştir. İktidarın dilinden düşürmediği “beka” sorununun gerçeğe uygun bir yönü varsa o da Türkiye’nin değil ama yeni rejimin bekasıyla ilgilidir!
Bu noktada, yukarıda sözü edilen eski “siyasi-idari araçların tasfiyesi” meselesi önem kazanmaktadır. Var olan rejim, yükselişini sadece memleketi “yiyerek” değil, aynı zamanda elindeki araçları yiyerek de sağlamıştır. “Tek adam” rejimlerinin mantığı, aslında belirli toplumsal çıkarları temsil eden “tek bir adamın” kendi dışındaki her şeyi değersizleştirmesi, güçsüzleştirmesi ve hiçleştirmesine dayanır. Yani birisinin “her şey” haline gelebilmesi için onun dışındakilerin “hiçbir şey” haline gelmesi gerekir. Bu, “tek adamın” dışındaki mevcut veya muhtemel bütün güç odaklarının ortadan kaldırılması anlamına da gelir. O nedenle genel olarak bu tür rejimlerin ömrü, bir noktadan sonra, kalıcı bütün hasarlarına rağmen, “tek adamın” ömrüyle sınırlıdır.
Bizdeki yeni rejim, eski ve iyi kötü bir işlerliğe sahip devlet kurumları ile bir siyasi organizma olarak iktidar partisinin bizzat en tepelerinde duran şahıs tarafından, iktidarını mutlak kılabilme amacıyla tasfiye edilmesi sonucu kurulmuştur. Bilinen devlet kurumlarının, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin yol açtığı dehşet ve sağladığı fırsatlar sonucu nasıl tasfiye edildiği ve yerine nasıl bir şey konulamadığı ortadadır. Ortaya çıkan, bir takım hanedan, Saray ve tarikat mensupları eliyle işletilmeye çalışılan “şeyin” Türkiye gibi bir ülkeyi uzun süre yönetemeyeceği aklı başında hemen herkesin malûmudur!
Parti devleti mi devlet partisi mi?
Aynı şekilde AKP’nin de bizzat kurucu genel başkanı eliyle tasfiye edildiği ve gerçek manada “bir siyasi parti” olarak artık var olmadığı da bilinen bir gerçektir. Bu bütün “tek adam” rejimlerinde görülen bir durumdur. “Tek adamlar” zorunlu “tek adamlaşma” süreçleri içinde, içlerinden çıktıkları siyasi yapıları ve bu yapı içindeki eşitlerini tasfiye etme yoluna giderler. Tek parti rejimlerinde genelde devletin bir partinin eline geçtiğine inanılsa da gerçekte parti devletin eline geçer. Yani devlet partileşmez, partiyi devletleştirir! Parti, kaderi devletin başındaki şahsın elinde olan sıradan bir “devlet kurumuna”, sıradan bir araca dönüşür. O artık gerçek manada bir siyasi yapıdan ziyade devletin başındaki şahsın bir operasyon ve halkla ilişkiler aracıdır. Yönetim artık varlıkları tamamen liderin varlığına bağlı, onun dışında hiçbir “özgül” ağırlıkları olmayan, inisiyatifsiz, her konuda liderle aynı fikirde olmak zorunda olan, çoğu “geleneğe ve parti tabanına da yabancı” ancak “güvenilir“ kişilerden oluşur. Bu durum, bu tür rejimlerin çoğu zaman, liderin ölümünün veya iş göremez hale gelmesinin ardından hızla yıkılmasının da nedenidir. Herkesi zorunlu olarak bir arada tutan liderin artık olmaması, bir takım ikinci sınıf “lider” adayları ortaya çıkıp öncekinin “karikatürü” bir diktatörlük tesis etmeye çalışsalar da, düzenin en azından bilinen şekliyle devamını imkânsız hale getirir. (Hükümet içinden birilerinin, sergiledikleri çok sert tavır ve ettikleri sözlerle “Reis” sonrası döneme, yeni “tek adam” adayları olarak hazırlandıklarını söyleyebiliriz!)
Tamponsuz ve çıplak elle siyaset
Yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız durum aynı zamanda bugün koskoca Cumhurbaşkanı’nın yerel bir seçimde, sıradan bir politikacı veya bir belediye başkanı adayı (hatta bir muhtar adayı) gibi ortaya çıkıp illerin yanı sıra bir takım ilçelerde bile miting yapma nedenlerinden biridir. Sorun tek başına RTE’nin bir “partili cumhurbaşkanı” olması değildir. İktidar, uzun yıllar boyunca kitleler üzerinde çok etkili olmuş AKP gibi bir yapıyı, gerçek manada siyasal bir parti olarak tasfiye etmenin bir anlamda bedelini ödemektedir. AKP’nin Saray tarafından siyasi bir güç olarak etkisizleştirilip bir nevi “devlet dairesine” dönüştürülmesi, Cumhurbaşkanı’nı, mevkiine makamına bakmadan, “tamponsuz” bir biçimde ve de “çıplak bir elle” gündelik ve yerel siyasete müdahale etmek zorunda bırakmıştır. Siyasetin, neredeyse aracısız bir biçimde, doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlanmasının kaçınılmaz sonucu, bir muhtarlık seçiminin bile “beka” sorununa, bir rejim oylamasına dönüşmesine yol açmasıdır. Cumhurbaşkanı’nın gazetecilerle, televizyon habercileriyle, dizi oyuncularıyla hatta çok daha sade ve sıradan vatandaşlarla seçim meydanlarında, televizyon programlarında ve mahkemelerde, onları doğrudan muhatap alarak hesaplaşması, onlar hakkında tehditlerle dolu ağır lâflar etmesi ve her şeyi kişiselleştirmesi bu yüzdendir.
Yüksek politikanın düzeyi ve devletin kutsallığı
Türkiye’nin yüksek düzeydeki iç ve dış politikası dili, söylemi ve tarzı itibariyle bildiğimiz düzen partilerinin mahalle, ilçe ve il düzeyindeki politikalarından farklı değildir. Bu aynı zamanda politikacıların ve “devlet adamlarının” düzeyinin de bir göstergesidir! Resmi (devlet) ve sivil (parti) politik yapının bir “tek adam” iktidarının ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülüp bir anlamda “hiçleştirilmesi” düzenin kitlelerin gözündeki meşruiyetini de zayıflatmaktadır. Geçmişteki kurumların, üzerlerindeki “kutsal” örtüler sayesinde sahip oldukları (aslında bizce hiç hak etmedikleri) saygınlık bugün iyice zayıflamıştır. Bu, iktidarın elindeki araçların da sağladıkları meşruiyet açısından işe yaramaz hale gelmesine yol açmaktadır. Bugün muhalif muvafık herkes, yargı dahil bütün kurumların neredeyse tamamen bir kişinin emir ve isteklerine uygun biçimde işlediğini bilmektedir. Rejimin meşruiyetinin kaynağı olarak gösterilen “serbest seçimler” uygulamalar nedeniyle bugün artık başlıca endişe nedenidir. İktidarın meşruiyet kaybı, hemen her zaman ve her konuda açık şiddet ve yasa tanımazlık noktasına gelmesine neden olmuştur. Memleketteki her “tıkırtı” rejim açısından artık bir beka sorunudur! Evet, bir muhtarlık seçimi bile rejim için artık bir “beka” sorununa dönüşmüştür! İktidarın kan damlayan dehşet verici söylemlerinin nedeni budur.
Rejim kaçınılmaz olarak erken gelen “sonbaharını” yaşamaktadır. Bu “sonbaharın” süresi ve sonucu elbette iç ve dış güç dengeleri tarafından belirlenecektir. Bazı istisnai durumlar dışında hiçbir rejim “otomatik” olarak son bulmaz. İktidarın “sonbaharının” ülke için bir “karakışa” dönmemesi, rejime karşı verilecek mücadelenin gücüne bağlıdır.
Bize gelince…
Bize gelince, açık konuşmak gerekirse, bir demokrasi mücadelesinin gerekliliğine tereddütsüz inanıyor olsak da, burjuva kurumların var olduğuna inanılan “meşruiyetlerini” kaybetmelerini dert ettiğimiz söylenemez. Çünkü biz “eski rejim” zamanında da o “meşruiyetin” nihayetinde kitlesel ve kolektif bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını bilmekteydik. O yüzden yapılması gerekenin, her türlü demokratik hak ve özgürlüğü talep ederek, ancak “bit pazarına nur yağdırma” budalalığına kapılmadan gerçek bir demokrasi için, yani burjuva demokrasisini aşan bir işçi demokrasisi için mücadele etmek olduğunu söylüyoruz.
Sadece milliyetçi iktidarın durumu değil, iktidara milliyetçilik öğreten “büyük” muhalefetin durumu da, sermayenin egemenlik koşulları altında dört başı mamur bir demokrasinin imkân dahilinde olmadığını göstermektedir. Neticede sosyalizm için mücadele bu ülkede bir burjuva demokrasisi için mücadeleden çok daha gerçekçi bir tutumdur…