Gerçeklik ve edebiyat ilişkisine değer verenler için bir kitap; Mutlak Mutluluk Bakanlığı

Gerçeklik ve edebiyat ilişkisine değer verenler için bir kitap; Mutlak Mutluluk Bakanlığı

Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte

Yani yürekte…” demiş ya Nazım Hikmet, Hintli bir yazar olan Arundhati Roy; yüreği geniş, sağlam ve sevdalı insanların uzun bir döneme yayılan hikâyelerini anlattığı ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’ romanının ilk sayfasına yerleştirmiş bu dizeleri. Beş yüz sayfaya yakın kitabın içinde yolculuğa çıkınca, yazarının yürekliliği karşısında da hayran olmaktan kendini alamıyor insan. Gerçeği anlatıyor Arundhati, ne ucuz romantik numaralara başvuruyor bunu yaparken ve ne de batının doğuya bakarken görmeyi umduğu, büyüleyici masalsı anlatımları kullanıyor. Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı nasıl bir yöntemle yazıldığının ipucunu veriyor aslında:

Parçalanmış bir hikâye nasıl anlatılır?
Yavaş yavaş hikâyedeki herkese,
Hayır,
Hikâyedeki her şeye dönüştürerek”

Teşbih yerindeyse tıpkı bir lahananın yapraklarını tek tek ayırır gibi ilerliyor kitap. Her yapraktan sonra öze bir parça daha yaklaştığınızı görüyorsunuz ve her yaprağın birbiriyle olan ilişkisini kavrıyorsunuz. Hatta öyle ki; bunu yaparken kendinize, kendi ülkenize ya da Dünya’nın kanayan bölgelerindeki olaylara, kişilere, yaşanabiliyor olacaklara kadar vardırabiliyorsunuz bu ilişkilendirmeyi. Kolay değil tabii, on yılda yazılmış bir romanla karşı karşıyayız. Yazarının ilk romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’ ndan tam yirmi yıl sonra yayınlanmış.

Bireysel acıların ülkenin acıları ve çalkantılı süreçleri ile iç içe geçtiği bir hikâye, daha doğrusu hikâyeler örgüsü. Bir bakıma kurgu yardımıyla resmi tarihin karşısında gerçek olanın yazıya dönüşmüş ve bu sayede belleklerde yer edecek kanıtı. Bugüne kadar çok sayıda teorik kitap yazan, kapitalizm ve savaş üzerine çalışan Roy şöyle diyor bu konuda:

Ne zaman politik bir makale yazsam, büyük bir zorunluluk hissi vardı, her seferinde bir şeyi gözler önüne sermek istersiniz, her konuda. Ancak kurgu zaman ister ve katmanlıdır… Bu kaç kişinin nerede öldürüldüğüne dair bir insan hakları raporu değildir. Olanlarla ilgili yaşanan psikozu nasıl tarif edebilirsiniz? Sadece kurgu aracılığıyla…”

Bir hicranın doğumuyla başlıyor kitap. Hicra; yani hem kadın ve hem de erkek olarak çift cinsiyetli doğan insan. Müslüman bir ailenin ilk erkek çocuğu Afitap. Aile önceleri kadınlık organını saklayıp çeşitli ilkel tedavi yöntemleriyle ortadan kaldırmaya çalışsa da, bu gerçekleşemiyor ve Afitap kendisine Encüm ismini yakıştırarak diğer hicraların ve eşcinsellerin arasına katılmak üzere terk ediyor evini. Encüm’ün yaşam serüvenini okurken onun maruz kaldığı birçok toplumsal olayın içinde 1960’lardan bu günlere uzanan Hindistan tarihine tanıklık ediyoruz aynı zamanda. Başta da dediğimiz gibi kitap iç içe geçmiş hayatları ele aldığından Delhi’de başlayan sayfalar bizi Keşmir’e kadar taşıyor.

Dünya’nın en güzel vadilerinden biri olduğu söylenen bereketli Keşmir… Hindistan ve Pakistan arasında hala kime ait (!) olduğu hakkında çözülememişliğin neden olduğu çatışmaların yaşandığı bu bölgedeki olanları bütün kirliliğiyle, yan tutmadan, taraf gözetmeden ortaya dökmüş Roy. Önemli bir roman ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’. Çünkü bizi bir yandan Hindistan tarihine dair birçok bilgiyle donatırken, diğer yandan insana ait, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, iyisiyle kötüsüyle ne çok ortak yan olduğunu bir kez daha gösteriyor. Üstelik bunu içimize işleyen derin cümleler kullanarak başarıyor. Gerçeklik ve edebiyat ilişkisine değer verenler için birebir… Son sözü kitabın sayfalarından bizi çok etkileyen bir paragrafa verelim:

“Şehitlik Keşmir Vadisi’nde Kontrol Hattı’ndan askerlerin tutup ayın aydınlattığı dağ geçitlerinden sızdı. Vadi’ye ulaştıktan sonra araziye uydu; cevizliklerin, safran tarlalarının, elma, badem ve kiraz bahçelerinin arasından süzülerek sinsi bir sis gibi yayıldı. Doktorların ve mühendislerin, öğrencilerin ve işçilerin, terzilerin ve marangozların, dokumacıların ve çiftçilerin, çobanların, aşçıların ve ozanların kulaklarına savaş sözcükleri fısıldadı. Sözlerini dikkatle dinlediler; kitaplarını ve aletlerini, iğnelerini, keskilerini, asalarını, sabanlarını, satırlarını ve yıldızlı palyaço kıyafetlerini bıraktılar. Güzelim halıları, dünyanın görüp göreceği en yumuşak, en kaliteli şalları dokudukları tezgâhları susturdular ve boğumlu parmaklarını, onları ziyaret eden yabancıların ellemelerine izin verdiği kalaşnikofların pürüzsüz namlularında merakla gezdirdiler. Fareli köyün yeni kavalcılarını, eğitim kamplarının kurulu olduğu yüksek yaylalara ve dağ çayırlarına kadar izlediler. Ancak kendilerine silah verildikten, parmaklarını tetiğe doladıktan ve şanslarını tartıp bunun, ne kadar muğlak bile olsa, makul bir seçenek olduğuna kanaat getirdikten sonra, ancak ondan sonra onlarca yıldır, yüzlerce yıldır boyun eğmelerinin öfke ve utancı bedenlerine yayılmaya ve damarlarındaki kanı kaynatmaya başladı.”

Filiz Engin

Yazar Hakkında