İşçilerin ilk Gezi’si; 15-16 Haziran eylemleri…

İşçilerin ilk Gezi’si; 15-16 Haziran eylemleri…

ÖĞRETMEN: Si Fu, bize felsefenin ana sorunlarını anlat.

Sİ FU: nesneler bizim dışımızda, kendileri için, aynı zamanda biz olmaksızın mı vardır veya nesneler bizim içimizde, bizim için, bizimle birlikte midir?

ÖĞRETMEN: Hangi düşünce doğru peki?

Sİ FU: Daha bir sonuca varılamadı.

ÖĞRETMEN: Sorun neden çözümsüz kaldı?

Sİ FU: Soruna bir çözüm getirecek olan kongre, iki yüzyıldan beri her yıl olduğu gibi Sarı nehrin kıyısındaki Mi Sang tapınağında toplandı. Soru giderek şuna dönüştü; Sarı Irmak gerçek mi, yoksa yalnız kafalarda mı var? Kongre sırasında Sarı Irmak, dağlardaki karın erimesi yüzünden taştı ve bütün kongre üyeleri ile birlikte Mİ Sang tapınağını da selle yok edip götürdü. “(*)

DİSK, 12 Şubat 1967 de, Türk- iş ten ayrılan 5 sendika tarafından kurulduğunda, yaklaşık olarak 30 bine yakın üyeye sahipti. Disk’in kuruluş bildirisi metninde bir kafa karışıklığı göze de çarpıyordu. Kuruluş bildirgesinde, bir yandan işçilerin ülke yönetimine ağırlığını koyması gerektiği fikri yer alırken, bir yandan da, 27 Mayıs anayasasının layıkıyla uygulanması hedefi Disk’in önüne koyuluyordu.

Ancak, dönemin politikleşmiş ortamının da etkisiyle, Türk-İş’ in yaptığı toplu sözleşmelerdeki teslimiyetçiliğine (örneğin sözleşmede zam olarak 1 günlük maaş artışına imza atması) tepki duyan ve bu nedenle Türk- İş’ ten ayrılan sendikaların, işçilerin DİSK’e katılmasıyla, gerçek bir kitlesel sendika haline gelmekte idi.

Önce Paşabahçe grevi ardından da kararlı ve militan onlarca sendikal mücadele sonucunda, Türk-iş’in önerdiklerinin misli ile ücret sözleşmeleri yapmasının da katkısıyla, Disk tüm işçilerin yüzünü döndüğü bir sendika haline gelmişti. Özellikle sanayi merkezlerinde Türk-İş in örgütlü olduğu fabrikalarda bizzat işçilerin daveti ile DİSK ana sendika haline geliyordu.

Bu hem patronlar hem de dönemin AP iktidarı açısından ciddi bir tehdit içeriyordu. Disk’in ilerleyişi bir şekilde durdurmak gereken bir konu haline gelmişti. Nitekim dönemin Adalet Partili çalışma bakanı Seyfi Öztürk, Türk- İş’ in Erzurum kongresinde “yakında Türkiye’de Türk-İş’ ten başka bir sendika kalmayacağını, Disk’in çanına ot tıkanacağını” duyurdu. Hakikaten kısa bir süre sonra, yeni sendikalar kanunu yasa tasarısı ile Türk-İş’ in bütün işkollarında tek yetkili sendika olması istendiği anlaşıldı.

Tasarıya göre, bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet göstermesi için o işkolundaki işçilerin 1/3’ünü örgütlemiş olması zorunlu kılınıyor, işçinin yeni bir sendika üyeliği için türlü zorlaştırmalar gündeme getiriliyordu. Bir sendikadan istifa etmek için işçilerin teker teker notere gitmesi zorunluluğu, işçinin o sendikaya üyeliğinin senede bir yapılan genel kurullarda ancak kabul edilebilmesi, ya da uluslararası bir işçi örgütüne ancak üye sayısı en fazla sendikanın üye olabilmesi gibi…

Bu yasalar elbette, daha güçlü bir sendikacılığın oluşmasının hedeflendiği dayanak gösterilerek yapılıyordu. Yeni yasalar arasında en kritik olanları ise, meclis komisyonunda bizzat CHP milletvekillerinin önerisi ile yasaya ekleniyordu.

Bu yasa tasarısının kamuoyuna yansıması ile Disk yönetim kurulu üyeleri, Ankara’ya bir heyet gönderilmesine ve mecliste bulunan partiler, Milli Birlik Grubu, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay vb. ile görüşülmesine karar verd. CHP dışında bu heyeti kabul eden pek olmadı. Peşi sıra da yasa mecliste 4 red oyuna karşın, CHP milletvekillerinin de lehte katılımıyla 230 oyla kabul edildi.

Toprağın altından gelen tomurcuk sesleri

Yasayı veto etmesi için Cumhurbaşkanı ile görüşen Disk heyeti, Cumhurbaşkanının fırçasına maruz kalınca yapacak bir şey kalmadığına karar vererek İstanbul’a döndü. İstanbul Merter’ deki Lastik-İş merkezinde 14 Haziranda yapılan toplantıda yönetim, tabandan gelen mücadele azmine kayıtsız kalamadı. 15 Haziranda işçilerin mesai saatlerinde toplantılar yaparak yeni yasayı tartışması ve önce küçük yürüyüşlerle, ardından da yakın fabrikalardan diğer işçilerle birleşerek daha güçlü yürüyüşler yapması kararı alındı. 15 Haziran’da Otosan fabrikasından yaklaşık 3 bin işçi ile başlayan direniş, İzmit ile İstanbul arasındaki karayolunun işçi kafileleri ile dolmasıyla devam etti.

Süleyman Demirel’in kardeşine ait Haymak fabrikası işçiler tarafından işgal edilince, İstanbul’da bulunan 2. Zırhlı tugay fabrikayı kuşattı.

Türk-İş üyesi işçilerin katılımı, DİSK üyesi işçilerden fazla

16 Haziranda ise, işçilerin yürüyüş kollarına katılımı neredeyse geometrik olarak artmıştı. Yüz binlerce işçi adeta yolları ve önlerine kurulan asker-polis barikatlarını yıka yıka şehrin merkezilerine doğru akmaya başladı. En dikkat çekici şeylerden birisi, eylemlere katılan Türk-İş işçilerinin sayısının Disk üyesi işçilerden fazla olmasıydı. Sanayi işçilerinin neredeyse tamamı, İzmit-İstanbul hattındaki fabrikalar, verilere göre tüm Türkiye’deki sanayi işçi sayısının %35 ini temsil ediyordu. Bu işçilerin neredeyse tamamı eylemlere katılmaktaydı.

Direnişten sonra açılan davalar sırasında dinlenen MİT’in ses kayıtlarında işçiler, “bütün kararların tabandan alınması gerektiğini ve ölüm pahasına sendikalarını savunacaklarını” söylüyorlardı. Bu kararlılık nerdeyse bütün harekete egemen olmuştu. Nitekim Bağdat Caddesi üzerinde kurulan asker barikatlarının ve Kadıköy’de polisin açtığı ateş sonucunda onlarca işçi yaralanmış, birisi dükkânı önünde eylemleri seyreden bir vatandaş olmak üzere 4 kişi ölmüştü.

Tanklar ve zırhlı birliklerin şehri ve eylemleri kuşatması, işçi eylemlerini durduramıyor, kurulan her barikat işçilerin mücadelesi ile aşılıyordu. Vapur seferlerinin iptal edilmesi ile Anadolu Avrupa yakaları arasındaki işçiler ve Unkapanı ve Galata köprülerinin kanatlarının açılması ile Haliç’in iki yakasındaki işçiler birleşemeyince, kendi bulundukları alanlarda yeni güzergâhlar belirliyorlar, deyim yerindeyse tüm İstanbul sokakları işçiler tarafından kontrol edilir hale geliyordu.

Bu göstergeler üzerine, Disk yöneticileri önce 1. Ordu komutanlığına çağrılarak tehdit edildiler. Ardından içişleri bakanı, vali, jandarma genel komutanı, emniyet müdürleri ile yaptıkları toplantı sonrasında, İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilanını da öğrenmelerinin ardından, işçilere direnişi sonlandırma çağrısı yaptılar. Ancak bu çağrı ile işçiler sokaklardan büyük oranda çekilebildi.

Bu tarihten sonra da grev kararına devam eden fabrikaların tamamı askeri birlikler tarafından ablukaya alındı.

Anayasa Mahkemesi İptali

Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından ağustos ayında onaylanan kanun, TİP milletvekillerinin ve direnişten sonra yön değiştiren CHP milletvekillerinin Anayasa Mahkemesine başvurması ile Şubat ayında iptal edildi. Dönemin DİSK ve TİP yöneticileri, gösterilerin bir ayaklanma amacıyla değil, hükümet ve rejimin anayasal bir düzene davet edilmesi, işçilerin esas olarak 27 Mayıs anayasasını sahiplendiklerini göstermek için yaptıklarını bildirse de, gerçeklik, dönemin başbakanı Demirel’in “ülkede rejimin değişme tehlikesi vardır” tanımına daha çok uyuyordu.

Bilanço

İki güne yayılan gösterilerde 4 kişi asker ve polisin şehrin değişik noktalarında açtığı ateş ile hayatını kaybetmişti. Yüzlerce kişi işyerinden atıldı. 200 e yakın sayıda işçi önderi tutuklandı. Bu bilançonun en trajik sonuçlarından biri de, beş binin üzerinde öncü işçinin MİT tarafından fişlenerek, herhangi bir fabrikada işbaşı yapmalarının fiilen engellenmiş olmasıydı. Bu öncü işçilerin çok geniş işçi kitlelerini hareket ettirme kapasitesi düşünüldüğünde, işçilerin sınıf bilinci kazanmasının önüne ciddi bir set çekildiğinin tespit edilmesi gerekir.

Rejimin otorite tesisinin zorunluluğu

İşçi sınıfı, o iki gün içerisinde Türkiye tarihi açısından çok önemli bir sürecin fitilini ateşledi aslında. Gelişen eylemler, DİSK yöneticilerini bile telaşlandırıyor, Genel Sekreteri Kemal Sülker, “girişilen tahripkâr eylemlerle hiçbir ilgilerinin olmadığını söylüyor ve işçileri bu eylemlere mahal vermemesi ve kötü cereyanlara kapılmaması” için uyarıyordu.

Telaşlanan sadece DİSK yönetimi değildi elbette… “Kristalleşen” işçi sınıfının gücünü ve bir sınıf olarak varlığını ve olası tehlikeleri gören Türk burjuvazisi ve devlet aygıtı, sürecin tersine dönmesi için 12 Mart paşalarının 9 ay sonra Demirel’i istifa ettirecek muhtıra sürecine girilmesini sağladılar.

Ah benim sol yanım

Burjuvazinin gördüğünü sol genel olarak görememişti. TİP içindeki o dönem ayrılıklar, esas olarak, öncelikle bir sol cunta yönetimin tek ihtimal olup olmadığı üzerinden şekilleniyordu. Adalet Partisinin “milli cepheyi” bölmek için işçilerin karşısına orduyu kasıtlı çıkardığını iddia eden Aydınlık çevresinden, Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim teorisine, kalkınmanın ancak sosyalist yolla olacağını ifade edenlerden, kırlardan gelerek şehirleri kuşatacak devrimden bahseden çevrelere kadar her renk vardı. İşçi sınıfı olsa olsa bu “milli cephenin” bir bileşeni olabilir, asıl taşıyıcı sınıf ya ordu ya da köylüler olabilirdi.

Oysa, 15-16 Haziran’ da eylemleri bastıran ordunun karakteri, işçi sınıfının öncü kesimlerinde tamamen somutlanmıştı. Ücret eylemlerini aşan bir siyasi taleple, oldukça kitlesel ve militan bir hatla yapılan eylemler, maalesef solun 15-16 Haziran’ı sadece basit manzume şeklinde görmesini ancak sağlayabilmişti.

Sarı Nehir, çoktan taşmış, işçi sınıfının devrimin bir bileşeni mi yoksa asıl öznesi mi olduğu tartışmasının yapıldığı her yeri önüne katıp sürüklemişti. Sol, ne yazık ki, bunu burjuvazinin gördüğü açıklıkta göremedi.

(*) BRECHT, TURANDOT YA DA AKLAYICILAR KONGRESİ

B. Turgut

Yazar Hakkında