15 Haziran 2019
Suriye sorunu, sol çevrelerde, bazı istisnalar dışında, görünürde herkesin ilgilendiği, ancak gerçekte hiç kimsenin ilgilenmediği bir sorun olarak yaşandı! Dolayısıyla da olayların yatışmasıyla birlikte unutuldu! Sol, yine bazı istisnalar dışında, Suriye sorununu hiçbir zaman toplumsal ve bu bağlamda iç politik yönüyle ele almadı. Sorun çoğu zaman sadece “jeo-politik” temele dayalı, hiçbir sınıfsal yönü olmayan bir “anti-emperyalizm” anlayışıyla açıklanmaya çalışıldı. Bu aynı zamanda “Arap Baharı” adıyla popülerleşen “Kuzey Afrika ve Ortadoğu Arap Devrimleri”nin değerlendirilmesiyle sıkı sıkıya bağlı bir yaklaşımdı.
Kuşkusuz sorunu hem iç hem de dış dinamikleri, bunların karşılıklı etkileşimleri üzerinden ele alan dengeli bir bakış açısına sahip olanlarda vardı. Ancak konu üzerinde konuşanların bir bölümü, çürümüş burjuva diktatörlüklerine, karşı 2011’de kendiliğinden patlak veren devrimci halk hareketleri dalgasını “emperyalizmin bir oyunu”, “bölgeyi yeniden dizaynetme planı”, “Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası” olarak değerlendirmekteydi. Bu kesim, “ilginç” bir biçimde, bu rejimleri, 50’li 60’lı yıllardaki devrimci-ilerici halleriyle hatırlaması nedeniyle bunların tarihsel süreç içindeki değişimlerini, geldikleri noktayı anlayamamış veya anlamak istememiştir!
Bir ülkenin kendi tarihsel, toplumsal ve sınıfsal dinamiklerini kavrayamayan veya anlamak istemeyen bu kesime karşılık, halk hareketlerini önce haklı olarak, bölgesel bütünlüğü içinde bir devrim olarak tanımlayan, ancak, aşağıdaki yazıda işaret edeceğimiz üzere, sona ermesine veya bir “karşı devrime” dönüşmesine, “çalınmasına” (Suriye, Libya…) rağmen neredeyse “sonsuz bir devrim” olarak kavrayan bir kesim de oldu…
Biz, gerçek ve çok büyük bir devrime “devrim” demeyenlere karşı çıktığımız gibi, bitmiş veya bir karşı devrime dönüşmüş bir “devrimi” kendi zihinlerinde ve son derece hatalı biçimlerde “sürdürmeye” çalışanlara da karşı çıktık. Tunus ve Mısır’da başlayan, özellikle bu iki ülkede işçi sınıfının önemli bir rol oynadığı devrimci halk hareketlerinin ilk gününden başlayarak, yaşananları birer özgürlük mücadelesi, birer devrim olarak değerlendirdik. Bunları “1848 Devrimleri”ne benzettik. Ancak “devrim- karşı devrim diyalektiğinin” ve emperyalist müdahaleciliğin çok belirgin bir biçimde yürürlükte olduğu bir dönemde bu “sonsuz” veya “bir türlü sonu gelmeyen devrim” anlayışına da karşı çıktık. Bu görüşlerle açık ve yazılı tartışmalara girdik.
Bütün bu süreç boyunca bir “diplomat” gibi değil, bir “devrimci” olarak, sorunu tek başına “jeo-politik” üzerinden değil, esas ve öncelikli olarak Arap ve Suriyeli emekçilerin toplumsal kurtuluşları bağlamında kavramaya, değerlendirmeye çalıştık. Yayımladığımız bu yazı 2017’de Suriye’de gelinen noktanın, değerlendirilmesi amacıyla yazılmıştı. Yazıda bazı nedenlerle, esasa ilişkin olmayan bir takım küçük değişiklikler yaptık. Bu, aynı zamanda konuya ilişkin teorik ve politik değerlendirmeler içeren bir dizi yazının da ilki. Diğerleri de ardından gelecek.
SURİYE’DE NELER OLDU 19 Ocak 2017
2011’de Ortadoğu-Arap devrimci dalgasının bir parçası olarak başlayan Suriye devrimi, toplumsal-politik anlamdaki nesnel sınırlarının ve hayati önem taşıyan önderlik sorununun çözülememesinin yanı sıra, bölge çapındaki devrimci dalganın geri çekilmesi ve cihatçı selefi akımların güçlenmesiyle sonuçlanan dış müdahaleler nedeniyle yenildi. Suriye’deki devrimci halk hareketinin yenilgisinde, birbirleriyle çatışma halindeki rakip dış ve iç güçlerin oluşturduğu, farklı tarafları destekleyen bir “uluslararası karşıdevrim cephesi”nin önemli rolü oldu. Devrim, bu cephenin “muhalif” kanadı (emperyalizm, bazı bölge ülkeleri, iç gericilik, dışarıdan gelen cihatçılar vb.) tarafından önce “çalınıp” ardından tasfiye edildi. ( Tekrar edelim, sorun sadece dış müdahale ile sınırlı değildi ve hâlâ da değil. Devrimin geri çekilip yenilmesinde rol oynayan toplumsal-sınıfsal, politik nedenleri ve nesnel sınırları ayrıca başlı başına bir sorun olarak ele alınmak zorunda; tabii, “jeopolitik” dertlerimizin dışında devrim diye bir sorunumuz varsa!)
Sözünü ettiğimiz “Uluslararası karşı devrim cephesi” şöyle tanımlayabilir:
Bu cephe, ilk eldeuyumsuz, uzlaşmaz hatta çatışır gibi görünse de, en azından nesnel olarak Suriye devriminin tasfiyesinde ortak çıkarları olan bir zincir oluşturuyor. Bir ucu ABD’de öbür ucu Çin’de olan, arada AB’nin Rusya ve İran’ın, El Kaideci Cihatçıların, Lübnan Hizbullahı’nın, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb. “dış güçlerin” yanı sıra sırtını Batı’ya ve bölge gericiliklerine dayayarak Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getirebileceğini iddia eden bir burjuva “Suriye Muhalefeti”, meşhur Müslüman Kardeşler ve elbette Suriye devleti (rejimi terk eden kimi yüksek yöneticiler de dahil) gibi iç güçlerin sıralandığı bir cephe bu. Amaçları belli: Suriyeli yoksul emekçilerin sırtından bölgenin en “manzaralı” yerlerini kapabilmek! En iyi ihtimalle, neoliberal bir asker-polis-Muhaberat rejimini, yağma ve rüşvete dayalı bir hanedanlık rejimini el çabukluğuyla yine neoliberal bir sahte demokrasiye dönüştürmek; hem de eski rejimin çürümüş devlet mekanizmasını, yani askeri, polisi ve Muhaberatı kullanarak; elbette zorunlu bir takım rötuşlar yapmak şartıyla…
Ancak kısa zamanda muhalefetin önderliğini neredeyse mutlak biçimde ele geçiren selefi-cihatçı grupların Suriye projelerine bakıldığında yukarıdaki siyasi hedeflerin bile “masum” kaldığı görüldü!
Niyetler…
Burada hemen şu soruyu soralım: Bu “uluslararası karşıdevrim cephesinin” Suriye’ye ilişkin “devrimci” niyetleri olabilir miydi? Elbette olamazdı. Karşıdevrim cephesinin muhalefeti destekleyen kesiminin müdahale amacı , “bağımsız, demokratik ve özgürlükçü bir emekçi halk hareketi” olarak Suriye devrimini “söndürmek” ve kendi yandaşlarından oluşan bir önderlik eliyle Esad rejimini değiştirmekti. Suriye’deki rejim karşıtı devrimci halk hareketinin daha da kitleselleşerek belki de bir süre sonra burjuva mülkiyetini tehdit edecek boyutlara varması ve diğer bölge ülkelerini, onların gerici rejimlerini etkilemesi ancak bu şekilde engellenebilirdi. Tabii, bu müdahalenin, karşı tarafta yer alan Rusya ve İran gibi; ABD, AB, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb. ülkeler için de jeopolitik bir nedeni vardı: hiç de “antiemperyalist” olmadığı halde, bölgede ABD hegemonyasının gerilediği koşullarda, Suriye rejiminin İran’la birlikte ABD ve müttefiklerine karşı oluşturduğu “Şii” cephenin parçalanması. (Bak: İran-Suudi güç mücadelesi) Özellikle Suudi Arabistan ve Katar gibi bölge monarşilerinin, mesela ABD ve AB’den farklı olarak, rejimleri için kötü örnek oluşturabilecek tamamen biçimsel, gerici ve bağımlı bir “burjuva demokrasisine” bile tahammülleri yoktu. Suudiler’in Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetimini deviren askeri darbeyi destekleme nedeni buydu. Türkiye içinse hedef, bütün bir Ortadoğu’yu birbirine bağlayacak bir “İhvan zinciri” vasıtasıyla bölgede hegemonya kurmaktı…
Müdahalenin karşıdevrimci araçları…
“Uluslararası karşıdevrim cephesi”nin “devrimci” kanadı, kendi müdahale araçlarını da yarattı! Rejimin vahşi saldırılarının etkisiyle ortaya çıkan, devrimci kitle eylemlerinin güvenlik ve savunma sorunu büyük ölçüde örgütlü İslamcı gruplar tarafından “çözülmeye” başlandı! Suriye, kısa sürede, özgürlük talep eden emekçi halktan farklı olarak ciddi silah ve para kaynaklarına sahip yerel İslami-cihatçı grupların yanı sıra uluslararası cihatçıların da akmaya başladığı bir alan haline geldi. Bu selefi-İslamcıların yanı sıra başlangıçta, halka ateş etmeyi reddeden veya doğrudan rejim karşıtı askerlerden oluşan ÖSO da savaşta yerini aldı. Ancak aynı zamanda bir çatı örgüt olarak kullanılan ÖSO’nun gerçek anlamda merkezi bir askeri yapıya dönüşmesi sağlanamadı. Bunda Türkiye ve Suudi Arabistan’ın örgütü denetim amacıyla girdikleri rekabetin büyük payı vardı. Birkaç liderlik değişikliğinin ardından, (söylenenlere göre) yolsuzlukların da etkisiyle, örgüt merkezi yapı anlamında dağıldı. Şemsiyesi altında yer alan veya adını kullanan İslamcı, selefi-cihatçı gruplar başka cephelere, ittifaklara kayarken, hayatta kalan zayıf “seküler” askeri yapıların varlıkları da tamamen ABD-AB desteğine muhtaç hale geldi. Müslüman Kardeşlerin destekçisi ise Türkiye idi. Bu arada “devrimci” örgütler arası çatışma ve kanlı tasfiyeler de hiç durmadı. Bunların önemli bir bölümü “ideolojik” nedenlerin ötesinde, bölge hâkimiyeti ve dış desteklerden en büyük payı alabilmekti.
“Suriye’nin Dostları”… Denetimin siyasi boyutu…
Dış müdahale ve denetimin siyasi boyutu da vardı. Başta ABD, Batı ülkeleri, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve diğerlerinden oluşan “Suriye’nin Dostları” hem kendi bölgesel jeopolitik amaçlarını gerçekleştirmek, hem de halk hareketini politik olarak denetim altına almak amacıyla çeşitli koalisyonların kurulmasına önayak oldular. İstanbul’da kurulan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Doha’da kurulan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDGK) emperyalizmin müttefikleri Türkiye ve Suudi-Katar ittifakının denetiminde olup önemli ölçüde bunlar arasındaki rekabetin de alanıydı! Ancak bu koalisyonlar, sahadaki etkisizlikleri nedeniyle önemli bir rol oynayamadılar. (Türkiye bu örgütlerde Müslüman Kardeşler üzerinden hâkimiyet sağlama çabasındaydı.)
ABD’nin değişen tavrı: Baaslı geçiş
Bu arada ABD’nin tavrı, siyasi bir etki sağlayabilecek, istikrarlı, güçlü ve güvenilir bir “ılımlı” muhalefet bulamaması nedeniyle değişmeye başladı. ABD, bu muhaliflere verdiği silahların, bunların taraf değiştirip radikal İslamcılara katılmasıyla onların eline geçmesi nedeniyle (Bazen de silahları satıyorlardı!) muhalefete ağır silah desteğini önemli ölçüde kesti; Suudiler ve Katar’ı da bu konuda baskı altına aldı. Bunun siyasi sonucu, ABD’nin, muhalefeti elinde tutacak ölçüde desteklemesine rağmen “Esatsız, ancak Baas’lı bir geçiş” politikasını benimsemesi oldu. ABD, 2003’te Irak devletinin çöküşünün yol açtığı sonuçların yanı sıra, Suriye’de radikal İslamcıların mutlak hâkimiyetinin neden olacağı muhtemel siyasi-askeri sonuçlardan da korkmuştu…
Halk hareketinin geri çekilmesi…
Mücadelenin giderek kanlı ve kaotik bir iç savaşa dönüştüğü koşullarda silahlı İslamcıların gücü ve etkisi arttıkça, halk hareketi geri çekildi. O dönem mücadelenin içinde yer almış, çeşitli “koordinasyon komiteleri”nde rol oynayan pek çok “aktivist” de bunu vurguluyor. Bunların hemen hepsi, en büyük hatalarının silahlı İslamcıları, kitle hareketine kabul etmeleri olduğunu söylüyor. Nitekim bu güçlerin giderek artan ağırlığı, başlangıçta demokratik bir dönüşüm ve özgürlük hedefiyle rejim (Baas diktatörlüğü) karşıtı kitle hareketlerinde yer alan, Alevi, Dürzi ve Hristiyanların da dahil olduğu geniş bir kesim, emperyalizmin ve bölge gericiliklerinin müdahaleleri ve İslamcıların niyetleri ve yöntemleri nedeniyle geri çekilerek pasifleşmiş veya reformist bir muhalefet sürdürmeyi tercih etmiştir. Bunların içinde Esad rejimine muhalif sosyalist parti ve bireylerin oluşturduğu, PYD’nin de yer aldığı “Demokratik Koordinasyon” vb. sol kesimler de vardı.
Kimler nerede? İslamcıların insaf ve merhametine kalmış bir devrim!
İç savaş, milyonlarca Suriyelinin ya ülkeyi terk etmesine ya da ülke içinde yer değiştirmesine, toplumsal dokunun ciddi ölçüde dağılmasına yol açtı. Yer değiştirenlerin çok büyük bölümü, çeşitli nedenlerle (rejimin bombardımanlarından veya İslamcıların şiddetinden kurtulabilmek için) rejim kontrolündeki bölgelere göç ettiler. Bu arada İslamcı olmayan yüzbinlerce “Sünni”nin Lazkiye gibi Alevi çoğunluklu bölgelere sığınması da dikkat çekicidir. Halkın başlangıçtaki devrimci kitle hareketi içinde yer alan ve ülkeyi terk etmeyen bir başka bölümü ise rejimin kontrol ettiği bölgelere geçmeyip isyan bölgelerinde, kendi yaşadıkları yerlerde kaldı. Bunların bir bölümünün İslamcılar, onların sempatizan kitleleri ve cihatçı örgütlerin militanlarının aileleri, yakınları olduğu söylenebilir. Diğer bir kesim ise Esad rejiminin yıkılmasından yana, İslamcı olmayan seküler topluluklardan, bazı çok küçük sosyalist ve devrimci gruplardan ve bireylerden oluşmaktaydı. Ancak bunların varlığı, kısa sürede ve kaçınılmaz olarak bölgelerin hâkimiyetini neredeyse mutlak olarak ele geçirmiş olan İslamcıların izin, insaf ve merhametine bağlı hale geldi. Silahsız ve önderlikten yoksun bu kesim, (başka ülkelere göç edenleri dışında) bilebildiğimiz kadarıyla, faaliyetini halkın hayatta kalmasını sağlayabilmek ve gündelik bazı hizmetlerin görülebilmesi amacıyla oluşturulan yerel koordinasyonlar, komiteler içinde sürdürdü. (Ancak bu yapılar içinde de, özellikle Türkiye ve Batı tarafından desteklenen “ılımlı” Müslüman Kardeşlerin etkisinden söz edilebilir.) Sık sık İslamcıların terörüne maruz kalan (kaçırılma, öldürülme vb. Bak: Duma Dörtlüsü olayı) bu kesim, aynı zamanda rejim güçlerinden de korunabilmek amacıyla İslamcılara önemli ölçüde boyun eğmek zorunda kalmakla beraber, demokratik ve özgürlükçü hedeflerini sürdürebildiği oranda bölgenin hâkimi durumundaki silahlı İslamcılarla mücadele de etti. (Şeriatçı baskılara karşı çeşitli protesto eylemleri vb.) Sonuçta devrimin hedeflerini savunan bu kesimin direnişi, bir noktadan sonra, devrimin sürüyor olmasından değil, rejimle silahlı muhalefet arasındaki güç dengelerinin yarattığı boşluktan dolayı varlığını koruyabildi.
Devam ediyor muydu?
Yine de bu kesimin bir biçimde direnişini sürdürmesinden kalkarak “Suriye devriminin devam ettiğinden” söz edilebilir mi? İçinde yer aldığımız tartışmalarda, bu silahsız ve parasız devrimcilerin, maddi hayat şartlarının da etkisiyle silahlı ve paralı İslamcı örgütlere katılmak zorunda kaldıkları, zaten direnişin kendini İslamcı örgütler üzerinden ifade ettiği; gençlerin devrimi sürdürebilmek ve hayatta kalabilmek amacıyla bu örgütlerin içinde yer aldıkları, bunun da devrimin sürdüğünün bir işareti olduğu; hatta bunların varlığının bu örgütlerin rejimle uzlaşmasını engelleyen, devrimci bir halk iradesini temsil ettiği şeklinde, bize tamamen zorlama, hatta saçma gelen bazı görüşlerle de karşılaştık.
Gelinen noktada “Suriye devrimi”nin (“geri çekilerek de olsa”) devam ettiğinin söylenmesi ancak şöyle akıl ve mantık dışı bir sonuca varabilir: Suriye devrimi, bir “uluslararası karşı devrim cephesi”nin müdahalesi altında, onların kendi özel amaçları ve çıkarları doğrultusunda desteklediği, bazılarını gizli servisleri marifetiyle doğrudan organize ettiği selefi-cihatçı silahlı örgütler, Müslüman Kardeşler, Türkiye ve diğer bazı bölge ülkelerinin kurdurduğu veya sıkıca kontrol ettiği bir takım siyasi-askeri koalisyonlar ve yine ABD-AB tarafından desteklenen bazı çok küçük seküler gruplar eliyle varlığını devam ettirmektedir..! Silah ve para bulamayan devrimciler, kendi önderliklerini ve örgütlerini de inşa edememeleri nedeniyle devrimi, karşıdevrimci İslami örgütlerin çatısı ve önderlikleri altında sürdürmektedirler..!
Emperyalizm ve müttefikleri nesnel olarak devrimci mi?
Bu mantığın bir başka sonucu da şu olabilir: Suriye muhalefetine para ve silah yardımı yapan, hatta bu muhalefetin bir bölümünü gizli servisleri eliyle organize eden emperyalizm, Türkiye ve Körfez monarşileri, kendi nitelik ve hedeflerinden bağımsız bir biçimde, nesnel olarak Suriye devriminin sürmesini sağlamaktadırlar! Ayrıca şu da söylenebilir: ABD’nin, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın İran ve Suriye karşıtı bölge politikaları nesnel olarak, en azından Suriye’de devrimci bir karaktere sahiptir! Veya emperyalizm ve bölgedeki ortaklarının, Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunarak rejimi devirmeleri halinde, pozisyonumuz, bir yandan emperyalist müdahaleyi protesto ederken, öte yandan bu müdahale sonucunda kurulan “devrimci yönetimi” desteklemek olacaktı! Yani var olan durumda “devrim” adına olağanüstü bir “nesnellikten” ve müthiş bir “soyutlama gücünden” söz edebiliriz!
Bizce bu mantıklı bir yaklaşım değildir. Aynı şekilde, sürece, Esad rejiminin yanı sıra devrimi de tasfiye etmek amacıyla müdahale eden, hatta onu karşıdevrimci doğrultuda yönlendirmeye çalışan “uluslararası karşı devrim cephesini” devrimi desteklememekle ve “saptırmakla” suçlamak da mantıklı olamaz. Bu suçlamayı, daha önce 2012’de, zamanın ÖSO lideri Albay Riyad el Esad’dan da duymuştuk. Albay Esad, dış güçlerin devrimi saptırdığı, devrimin amaçlarına bir tek TÜRKİYE’NİN sadık kaldığı yolunda açıklamalar yapmıştı! Üstelik bu şikâyetin, Albay’ın emperyalizmle işbirliğine açık bir burjuva muhalif olması nedeniyle anlaşılır nedenleri vardı!
Başka bir çare mi vardı?
Rejimin şiddeti karşısında “Silahtan başka çare mi vardı?” sorusu tartışılabilir. Ancak bu noktada, yukarıdaki örneklerden “silahın başkalarının elinde olması halinde” işin nerelere varabileceği, devrimci kitle hareketinin bazı koşullarda bundan nasıl zarar görebileceği, devrimin nasıl tasfiye edilebileceği sonucunu çıkartabiliriz. Aynı bağlamda “Peki o zaman devrimci önderliğin rolü nedir; bu önderlik gerektiğinde, devrimci kitle hareketine zarar verebilecek erken bir silahlı mücadeleyi engelleyebilir mi?” gibi soruları da sormamız gerekir…
Nasıl bir rejim..?
Bu bölümde durumu daha açık bir biçimde sergilemek amacıyla Suriye’deki rejim karşıtı hareket içinde kesin hâkimiyeti ele geçirmiş olan örgütlerin Esad iktidarını devirmeleri halinde nasıl bir Suriye ve nasıl bir rejim hedeflediklerinden de çok kısaca söz edelim. Mesela radikal-selefi İslamcıların bir çatı örgütü olarak kurdukları Suriye İslam Cephesi kendini şu şekilde tanımlıyor: “Esad rejimini yıkmayı, yasallığın ve birey ile devletin tasarruflarını düzenleme anlamında hâkimiyetin tek başına yüce Allah’ta olduğu İslam devleti kurmayı hedefleyen bağımsız siyasi, askeri, sosyal bir cephe.”
Unutulmaması gereken husus, bu programın, yakın zaman kadar Halep’i, halen de İdlip’i elinde tutan ve Fetih Ordusu’nu oluşturan bu selefi-cihatçı cephe güçlerinin programı olduğudur. Fetih Ordusu’nun ve Halep’teki “şeriat mahkemesi”nin başındaki Suudi din adamı Abdullah el Muheysini’nin kimliği, rolü ve görüşleri üzerine kısa bir araştırma yapan herkes İdlip ve Halep’teki egemen rejimin nasıl bir şey olduğunu anlayabilir. Yukarıda alıntıladığımız “program” muhtemelen, bazı nüanslarla da olsa bütün İslami yapıların programı. Ancak bunların daha yerli ve milli bir cihadı savunan bir kesiminin “tekfirci” IŞİD’den veya daha “makul” görünmeye çalışan Kaideci Nusra’dan farklı olarak Esad’ın yıkılmasının ardından iç ve dış diğer unsurları da hesaba katan, “aşamalı” bir geçiş önerdikleri de biliniyor. Buna “aşamalı karşıdevrim!” adı da verilebilir.
ÖSO; ne yaşar ne yaşamaz..!
Bölümü bitirirken, “bugün olduğu kadarıyla ÖSO” dan da söz edelim. Ne olduğu veya aslında olup olmadığı pek çok kere tartışılan bu örgütün faaliyetinin, devam etmekte olan bir “Suriye devriminin” kanıtı olmadığı artık çok açıktır. Üstelik bu çok uzun zamandır böyledir. Rojavalı Kürt gazeteci Barzan İso, daha 2012’de ÖSO’yu şöyle tanımlıyordu:
“…ÖSO’dan sanki bir örgütmüş gibi söz ediliyor. Oysa Özgür Suriye Ordusu diye bir örgüt yok aslında; çete kurmak isteyen de, hırsızlık yapan da eline silahı alınca “Ben Özgür Suriye Ordusuyum” diyor… ÖSO’ya bağlı büyük alaylar, tugaylar da var elbette. Bunların bazılarının Kürtlerle sıcak ilişkileri var. Demokratik Koordinasyona bağlı bazı silahlı gruplar bazı yerlerde YPG (Halk Savunma Güçleri) ile beraber hareket ediyor… Ayrıca ÖSO ile YPG arasında çatışma çıktığında bazı ÖSO birlikleri YPG ile çatışmak istemedi ve Kürt bölgesinden çekildi…Türkiye destekli olmayan bazı ÖSO birlikleri doğrudan Baas rejimi tarafından kuruldu. Rejim kaybedeceğini anladığı yerlerdeki silahlı güçlerini ÖSO’ya çeviriyor ve başına güvendiği bir adamı getiriyor….Geçtiğimiz günlerde Ezidi bir Kürt köyüne bazı İslamcı çeteler saldırdığında, ÖSO mensuplarıyla Kürtler bunları beraber püskürttü. Doğrusu, ÖSO’nun içinde de birbiriyle çatışan gruplar var, yağmacılar var, Kürtlerle ittifak kuranlar var. Çok parçalı trajikomik bir atmosfer hâkim burada.”
Bugünkü durumda ise “olduğu haliyle ÖSO” Türkiye’nin Suriye içinde sürdürdüğü işgal operasyonunun zavallı bir piyonuna dönüşmüştür.
Beş yıllık süreç böyle seyretmiştir. Durum bundan ibarettir…