Öncesinde yaşananlar bir yana, 31 Mart’tan sonra yaşananlar Türkiye için dahi “akıllara ziyan” durumlardı! İktidar kaybettiği İstanbul seçimlerini tamamen kanundışı usullerle ve kendisi de dâhil hemen hiç kimsenin inanmadığı akıl ve mantık dışı gerekçelerle iptal ettirdi. Tekrarlanacak seçim için sürdürülen kampanya gerçek ötesi saçmalık ve tutarsızlıklarla doluydu. İktidar adeta aklını kaybetmişti. Bugüne kadar bütün seçimlerde kendi gündemini ön plana çıkartmayı becerip inceden inceye hesaplanmış siyasi taktiklerini ve seçim numaralarını büyük bir ustalıkla uygulayanlar, artık pek bir işe yaramadığı anlaşılan “yandaş medyanın” (yani Türkiye medyasının yüzde doksanı!) canhıraş gayretlerine rağmen başarılı olamadılar. Başta “Pontusluluk” mevzuu olmak üzere başvurdukları eski ve yeni bütün numaralar beklediklerinin tersine sonuçlar verdi. Bahçeli’nin HDP’yi Öcalan’ı dinlememekle suçlayan açıklaması artık unutulmazlar arasındadır! Büyük bir paniğe kapıldıkları belliydi. Sonunda İstanbul’u açık bir farkla kaybettiler. İlk seçimdeki 13 bin oy farkını “hırsızlıkla” açıklamaya çalışanlar, tekrar seçimlerde 800 bin fark yediler. Ne diyelim “afiyet olsun!”
“Devasa bir şey…”
Ancak iktidarın, daha doğrusu “rejimin” asıl kaybının bunun çok ötesinde olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı Nurettin Nebati, tekrar seçimden kısa bir süre önce şöyle demişti, “Büyükşehir belediyesini kaybedersek ne kaybedeceğimizi hepimiz 31 Mart’ta anladık. 18 günlük süreçte bunlar nasıl devasa bir şey alacaklarını ve onunla neler yapabileceklerini öğrendiler. Onun için asılıyorlar..!”
Durum bundan daha açık ifade edilemezdi. Ancak bizce burada anlatılmak istenen sadece İstanbul’un sağladığı “maddi imkânlar” ile sınırlı değil. İstanbul herkes için her zaman bundan çok daha fazlasını temsil etmiştir. İstanbul’un kaybı sadece bir para kaynağının değil, bir siyasi-toplumsal akımın, kendine atfettiği tarihsel, ahlâki ve ideolojik üstünlük iddialarının da kaybıdır. Daha da ötesi bu kayıp dinsel karakterli ve büyük çaplı bir hegemonya davasının temel sembollerinden biri olan “fetih ruhunun” (İstanbul’un bir kez daha fethi!) da çöküşüdür. Kısacası rejim için yaşanan durum, bir büyükşehir seçiminin kaybedilmesinden öte “şehrin düşmesi”dir! Sonuç itibariyle seçim yenilgisi, aynı zamanda RTE’nin hayallerini süsleyen, “milliyetçi-mukaddesatçı ideolojik-siyasi geleneğin ebedi iktidarı” düşüncesinin de iflasıdır. “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi de kazanır!” veya “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi de kaybeder!” kuralı, çok önemli bazı temel dinamiklerle birlikte işlemeye başlamıştır. Mutlak ve otomatik bir sonuç elbette beklenemez, ancak bu yönde güçlü eğilimlerden söz edebiliriz.
İkinci büyük kırılma…
İşin bir başka boyutu, yeniden seçim sonuçlarının, iktidar açısından Gezi’den sonraki ikinci büyük kırılma olmasıdır. İlki, iktidarın en tepesindeki şahsın “Artık her şeyi denetlediğini, belki de sonsuz ve sorunsuz iktidarını müjdeleyen ilahi bir mesajın geldiğini bile düşündüğü bir noktada yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve manevi yıkım nedeniyle siyasi aklını kaybetmesine ve içgüdüleriyle davranmaya başlamasına” neden olmuştu.… Gezi aynı zamanda bir başkanlık rejiminin Türkiye’de ne anlama geldiğinin ve nelere yol açabileceğinin de güçlü işaretlerinden biriydi. Gezi, ortaya çıkardığı, deşifre ettiği gerçekler ve iktidar cenahında yol açtığı tepkiler nedeniyle bir kırılma noktasıydı. Bu nedenle RTE’nin ruhunda, onca yıl sonra hâlâ süregiden derin bir yıkım ve öfkeye yol açtı. Gezi aynı şekilde yeni bir devlet biçiminin, yani yeni bir rejim inşasının da karar anı oldu: İktidardaki güç açısından Türkiye’nin artık eskisi gibi yönetilemeyeceği kesinlikle anlaşılmıştı.
İkinci büyük kırılmaya gelince. Gezi, yeni bir rejim inşasının başlangıç noktasıysa, İstanbul seçiminin bu defa çok açık bir farkla kaybedilmesi, bu yeni rejimin, zaten uzun yıllara yayılan çürümesinin neden olduğu dezavantajlı bir başlangıcın ardından aldığı en büyük darbedir. Bunun, hemen yarınki ve daha sonraki sonuçları her ne olursa olsun, ikinci bir tarihsel kırılma anı olduğu açıkça ortadadır. Muhalif veya muvafık herkes geleceğe ilişkin planlarını bu gerçeklik üzerinden yapmak zorundadır.
Kısacası bütün bunlar bir “dönüm noktasında” olduğumuzu göstermektedir. Dönüm noktaları aynı zamanda pek çok ihtimali barındıran, bir anlamda “bilinmezlik” durumlarıdır. Bu aynı zamanda, durumu kendileri için “bilinebilir” hale getirmeye çalışan güçler arasındaki mücadelenin şiddetleneceği anlamına da gelmektedir…
“Meşruiyet” sorunu
İstanbul seçimlerinin bir başka boyutuna gelince… Bilindiği üzere bir örneğini Türkiye’de yaşadığımız “neo-bonapartist” rejimlerin meşruiyet iddiaları, muhalefete yönelik bütün kısıtlamalara rağmen, esas olarak “serbest ve adil” seçimlere ve elbette seçim zaferlerine (milli iradenin tecellisi) dayanır. Ancak son birkaç seçimde yaşananların ötesinde, 31 Mart sürecinde yaşananlar bu meşruiyet iddiasını geçersiz kılmıştır. Yaygın kanı çok önemli de olsa bir büyükşehri vermemek için kanundışı yollarla bu kadar direnen bir iktidarın, Türkiye’yi vermemek için çok daha fazlasını yapabileceğidir. Türkiye’de çok partili hayata geçildikten bu yana, bazı istisnai durumlar dışında, doğru düzgün işleyen en önemli demokratik müessese olarak seçimlerin, artık hiçbir güvenilirliği kalmamıştır. Seçimlerde oy ve sandık güvenliğinin sağlanması giderek “militan” bir faaliyet durumuna gelmiştir!
Ancak işin bir başka cephesi daha vardır. Sorun seçimlerin biçim ve niteliğine ilişkin bir meşruiyet kaybıyla da sınırlı değildir. İktidarın, seçim süreçlerinde devreye sokulan bütün usulsüzlük, eşitsizlik, hile ve hurdaya rağmen seçimi çok büyük bir farkla kaybetmesi muhtemel sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde kaybının aynı zamanda politik ve çok daha “dallı budaklı” olduğu anlamına gelmektedir.
Cemaat dayanışması mı, sınıf dayanışması mı?
Tekrarlanan seçimin daha açık seçik biçimde ortaya çıkardığı en önemli gerçeklerden biri, iktidar kampındaki gerilemenin giderek arttığı, hatta bir ölçüde dağılma-parçalanma sürecine dönüşmeye başladığıdır. (Burada esas olarak AKP’den söz ediliyor.) Bu “kimlik” esasına dayanan ve mahalleler düzeyinde dahi adım adım, kapı kapı kontrol edilen maddi-manevi toplumsal-siyasi ağ, ekonomik krizin ortaya çıkardığı sınıfsal-toplumsal dinamiklerin etkisiyle parçalanmaya başlamıştır. Gerçek hayat, RTE’nin etrafında oluşan toplumsal illüzyonu dağıtmaktadır. İktidarı ayakta tutan sahte cemaat dayanışmasını yıkmanın tek yolunun sınıf dayanışması olduğunu pek çok kez tekrarladık. Bu, esas olarak, demokrasi mücadelesi de dahil, iktidara karşı verilecek bütün mücadelelerde “kimliklerin” değil, sınıfsal eşitsizliklerin temel alınması gerektiği anlamına geliyordu. Karşı kampın “oy kaynağını” (oy deposu!) oluşturan yoksul emekçiler kazanılmadan gerçek hiçbir adım atılamayacağı açıktı. Tekrarlanan seçim, İstanbul gibi Türkiye’nin ekonomik, siyasi, kültürel hayatını çok büyük ölçüde belirleyen bir proleter kentinde, iktidarın ayakları altındaki toprağın kaymağa, iktidarı ayakta tutan dengelerin bozulmaya başladığını göstermiştir.
Eğer İstanbul’u kaybedenin Türkiye’yi kaybedeceği kuralı doğruysa, İstanbul’da başlayan depremin belirli hız ve ivme farklarıyla da olsa bütün Türkiye’yi etkileyeceği açıktır. İktidarın, hem de çok net bir biçimde “yenilebilirliğinin” ortaya çıkması, “başka türlüsünün mümkün olamayacağı” inancına dayalı psikolojik dengeyi bozmaya başlamıştır.
Korku, panik, şaşkınlık ve dağılma…
Bütün bu gelişme ve eğilimlerin, iktidar saflarında ciddi bir korku, panik, şaşkınlık ve kargaşaya yol açacağı, hatta açtığı ortadadır. Yeni rejim, bütün “yeni” görüntüsüne rağmen çürük bir geçmişin üzerinden yükseldiği için göründüğü kadar sağlam değildir. İktidarın ekonomik gücü, derinleşmesinde büyük rol oynadığı kapitalist krizin etkilerinin yanı sıra, tamamen bir suç organizasyonuna dayalı “özel ekonomik altyapısının” iflas noktasına gelmesiyle tahrip olmuş durumdadır. İktidar eliyle var edilen “büyük burjuvazi” canının derdine düşmüştür.
Bir başka önemli husus da yeniden toparlanmayı sağlayabilecek tek gerçek güç olarak AKP’nin bizzat kurucu genel başkanı tarafından gerçek bir siyasi parti olarak tasfiye edilmiş olmasıdır. Bu bir yandan partinin tuttuğu kitlenin dağılmasına yol açarken öte yandan parti içinden partilerin çıkması eğilimini güçlendirmektedir. Nitekim, yakın bir zamanda, tasfiye edilen kadrolar önderliğinde kurulacak AKP kökenli bir veya iki partinin doğuşuna şahit olacağız. Gelişmeler, kendi toplumsal kaynaklarını da kurutarak “tekleşen”, oligarşik karakter kazanan “otokratik” bir rejimin, “önderle” kitleler arasındaki “mistik” bağlara dayanarak çok fazla yürüyemeyeceğini, maddi gerçeklerin kendilerini bütün açıklığıyla ortaya koymaya başladığını göstermektedir.
Ancak…
Ancak tekrar edelim; bütün bunlar rejimden kaynaklanan tehlikeleri hafife almamıza yol açmamalıdır. Rejim içinde ve çevresinde, bu büyük tarihsel fırsatın bir daha geri gelmemek üzere kaçırılabileceğini gören ve buna engel olmaya çalışan, iktidarı her ne pahasına olursa olsun elinde tutmak isteyen pek çok unsur vardır. Rejimin tepe noktalarında RTE sonrası dönemde iktidarı almaya çalışan bir takım güçler olduğu gibi, başta MHP olmak üzere, RTE’nin yarattığı fırsatı kendi hanesine yazmayı, iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen güçler de vardır. Önümüzdeki dönemde, bunlar arasındaki çeşitli ittifaklar veya çatışmalar temelinde yaşanabilecek bir takım “saray darbelerine” şahit olabiliriz. Eğer gerçekleşirse bu tür girişimler, toplumsal ve siyasal muhalefeti ezmeye yönelik, devlet içinde örgütlü bazı güçlerle bazı paramiliter güçlerin de dahil olacağı eylemlerle tamamlanmak istenecektir.
Yeni durumun yarattığı umudu, en kötü ihtimalleri de hesaba katan bir dikkat ve temkinlilik içinde örgütlemek ve büyütmek zorundayız. Şüphesiz bunlarla iç içe geçmiş ve sonuçlarını bugünden tam olarak kestiremeyeceğimiz bir ihtimaller yumağı vardır. Ancak güvenemeyeceğimiz tek şey, yenilginin verdiği acı derslerin sonucunda iktidarın demokratik bir uzlaşma yoluna gitme ihtimalidir.
Dediğimiz gibi, İstanbul’un kaybedilmesinin çok önemli para ve finansman kaynaklarının kaybedilmesinden öte bir anlamı vardır. Söz konusu olan, aynı zamanda ideolojik, siyasi, kültürel ve ahlaki yönleriyle bir tarihsel geleneğin çöküşü; “fetih” mantığıyla yağmalanan bir tarihsel sembolün kaybedilmesidir: “Şehir düşmüştür!”
Yani kaybedilebilecek olanlar sadece siyasi güçle ve yönetme hakkıyla sınırlı değildir; tehlikeyi büyüten de budur…