1970 Haziranı’ydı; 16 yaşındaydım. Okullar kapanmış, yaz tatili başlamıştı. Arkadaşlarla sabahtan akşama kadar orada burada avarelik yapıp denize giriyor ve top oynuyorduk. Bir gün yine sabahın köründe başladığımız üst üste üç maçın ardından mahalleye döndüğümüzde arkadaşlardan biri “İşçiler Bağdat Caddesi’nden Kadıköy’e inip ortalığı darmadağın etmişler. Hâlâ da iniyorlar!” haberini verdi. ‘Hadi yaa!’ deyip bir arkadaşla birlikte ana caddeye doğru koşturduk. Cadde tarafından kamyon gürültüleri ve uğultu halinde “Demirel İstifa!” sesleri geliyordu. Az sonra ellerinde kalın sopalar, demir çubuklar olan ve kamyon kasalarına doluşmuş işçileri gördük. Kamyonların üstünde çok sayıda Türk bayrağı dalgalanıyordu. Bunlar Kartal tarafından gelen ve Kadıköy’dekilere yardıma giden işçilerdi. Yol kenarında biriken kalabalığın içinde bir amca, ‘Bu işçiler iyice azıttı, Kurbağalıdere Köprüsü’nde polis ve askerle çatışmışlar, Kadıköy Kaymakamlığı’nı, polis arabalarını yakmışlar!’ dedi. Bir başkası ‘Bağdat Caddesi’nden geçerken herkese bayrak astırmışlar’ bilgisini verdi. Epeyce iyi giyimli bir başka zat ise endişeli gözlerle, geçen kamyonlara bakıp ‘Evlerimizi elimizden alacaklar!’ diye mırıldanıyordu. İşçilerin tank barikatlarını yardığı, polis ve askerlerle çatıştığı ve çok ölü olduğu söyleniyordu. Ben heyecanla yanımdaki arkadaşa dönüp “Haydi Kadıköy’e gidelim!’ dedimse de, onun, “Oğlum, bok yoluna gideriz!” itirazı üzerine bu tarihi olaya daha yakından şahit olma fırsatını kaçırdım. Gerçi henüz kimsenin işçi sınıfının bir tarih yazdığından haberi yoktu…
Yani, itiraf etmem gerekirse, bir gün önce şehrin her iki yakasında da protesto yürüyüşleri ve devrin başbakanı Demirel’in kardeşine ait Haymak fabrikasının işgaliyle başlayan ve ertesi gün bir nevi ayaklanma kıvamını bulan olaylar sırasında ben “Altıda haftaym, on ikide biter” deyip kan ter içinde top kovalamakla meşguldüm. Çatışmalar çıkmış, insanlar ölmüş, şehrin dört bir yanından gelen işçi kollarının birleşmesini engellemek için köprüler açılmış, ama benim haberim bile olmamıştı!
Dağlar Dağlar…
Ama ne yalan söylemeli, o zamanların devrimci hareketinin büyük bir bölümünün gözünde işçi sınıfının yeri bir tuhaftı! Çok ilginçtir, işçi eylemlerinin şekil değiştirip fabrika işgalleri, militan grevler, direnişler biçimini aldığı 68-71 döneminde, Türkiye İşçi Partisi gerileme devrine girerken, ondan kopan devrimci hareket, zihnen ve bedenen işçi sınıfının mücadelesinden uzaklaşıp “dağlara, kırlara, köylülere” ilgi göstermeye, stratejilerinin odak noktasına onları koymaya başlamıştı! Parlamenter reformizmden koparken işçi sınıfından da uzak düşülüyordu. “Pastoral” devrim hayalleri her yanı sarmıştı. Fokoculuğun, öncücülüğün, şehir ve kır gerillasının, “bir köylü savaşı olarak halk savaşı”nın, “toprak devrimi”nin, “kırlardan şehirlerin kuşatılması”nın hararetle tartışıldığı zamanlardı. Endüstri merkezlerindeki devrimci gençler bile kırsal alandaki köy çalışmalarına koşuyordu. Devrim kırlardan gelecekti ve de köylülük fiilen en devrimci sınıftı. İşçi sınıfının önderliği de fiili değil, en iyi şartlarda ancak ideolojik, yani bir nevi “ruhani” önderlik olabilirdi. Eh ne de olsa Marksizm-Leninizm diye bir şey vardı ve işçileri de bir yere koymak gerekiyordu. Grevlerin, fabrika işgallerinin ve direnişlerin hızını artırdığı bir zamanda, kimileri, memlekette işçi sınıfının varlığını yokluğunu veya ona lütfettikleri rolü tartışırken, Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir yönetimi de Ağustos 1969’da yayımladığı bir bildiride “İşçi sınıfının uyanışı, köylülere nazaran daha zayıftır. Geri kalmış bir ülke olarak Türkiye’de kristalize olmuş bir işçi sınıfından bahsetmek mümkün değildir” demekteydi. Daha ne denilebilirdi ki!
Devrime “Yön” Verenler!
Tabii, zamanın devrim anlayışının şekillenmesinde, Türkiye sosyalist hareketinin sınıf karakterinin, dünya sosyalist hareketinin kimi tarihsel hastalıklarının, sınıf ötesi devrimci örneklerin yanı sıra devrime ‘YÖN’ verme çabasındaki “milliciliğin” de önemli bir rolü vardı. (O zamanların meşhur YÖN dergisi!) Hareketin bir bölümünün bir yandan devrimcileşirken bir yandan da “sınıfa karşı sınıf” anlayışının epeyce uzağına düşmesi, hatta bazılarının onu neredeyse yok hükmünde sayması, büyük oranda bu “millici” (ki bugün “ulusalcı” diyoruz.) ve de “demokratik” ideolojik etkilerden kaynaklanıyordu. Bunun temelinde de ucu cuntacılıklara, darbeciliklere açılan bir “sol Kemalizm” ve sınıfsal açıdan cinsiyetsiz “milli devrimci kalkınma yolu” fikri yatıyordu. (Bir nevi Türkiye tipi Baasçılık!) Yani “öncülük” dendiğinde akla gelen öyle işçiler falan değil, aydınlar, subaylar, bürokratlar falan oluyordu. Tabii Atatürkçü, devrimci ve antiemperyalist olmaları şartıyla! Çünkü bize öncelikle “tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye” ve bunun için de bir “milli cephe” gerekliydi. Zaten zamanın ünlü sloganlarından birinde ‘Ordu Gençlik El Ele, Milli Cephede!’ denmekteydi. Bu durumda etiyle kemiğiyle gerçek ve maddi bir işçi sınıfı öncülüğünden söz etmek bir nevi abesle iştigal sayılırdı. Sosyalistlerin ‘aşamalı’ anlayışıyla milliyetçi-cuntacı orduevi solculuğu en azından bir dönem için birbirine epeyce yakın düşmüştü! Aradaki birtakım farklara ve sonradan yollarının ciddi biçimde ayrılmış olmasına rağmen.
Çok büyük bir devrimci enerji ve militanlığın sınıf dışı bir alana kaymasının nedeni sadece bu “millici” ruh hali değildi. Bu kaymada “işçi sınıfı ve sosyalizm” söylemini dillerinden düşürmemekle birlikte aşamacı-reformist bir çizgide yol alan sol kesimlerin de önemli bir rolü vardı. Bunlara yönelik devrimci tepki, sınıf dışı bir alana savrulmanın nedenlerinden biri olmuştu.
İşçi Sınıfı ‘Kristalize’ Oluyor!
1970’in o sıcak haziran günlerinde, 150 bin işçi, İstanbul ve İzmit’te ellerinde demir çubuklar, taşlar, sopalar, pankartlar ve bayraklarla harekete geçtiğinde soldaki ‘manzarayı umumiye’ aşağı yukarı böyleydi. Üstelik sendikalar önderliğinde başlayan hareket çok kısa sürede, devlet müdahalesinin, işçilerin patlayan öfkesinin ve devrimci unsurların (DEV-GENÇ) devreye girmesinin de etkisiyle bir protestonun sınırlarını aşmış ve adeta yanılmaz bir sınıf içgüdüsüyle işin gereğini yerine getirmişti. Hem de solun kahir bir ekseriyetinin, kimi zaman neredeyse “meleklerin cinsiyetinin” veya “cinlerin iğne deliğinden geçip geçemeyeceğinin” sosyalist versiyonlarını tartıştığı bir dönemde.
Daha önceki grevlerin, fabrika işgalleri ve militan direnişlerin etkileri bir yana, bu çapta bir işçi eyleminin Türkiye solunu derhal uyandırması, hatta şoka sokması gerekirdi. Ancak devrimci hareket kısmen işin içinde yer almış olsa da 15-16 Haziran’ı, tahlilinde hamasetin dışında oturtacak fazla bir yer bulamamıştı. Ortaya çıkan fiili durum, zamanın hâkim devrim anlayışına, plan ve projelerine uygun düşmüyordu. O tahlile göre önümüzde “milli-demokratik bir aşama” vardı, önce emperyalizm kovulmalı, (yarı) feodalizm tasfiye edilmeliydi; sosyalizm ise daha çok uzaklardaydı. Zaten işçi sınıfı da yeterince olgunlaşmamış veya toplumsal önderliğin öznel koşullarını henüz yaratamamıştı. Sınıf, olsa olsa ilerici-milli güçlerden biri, hatta en istikbal vaat edeni idi! Onunla ancak hak ettiği kadar ilgilenilmeliydi! Üstelik o derece “işçicilik”, şehirlerin esas alınması, “proletarya ayaklanması” ve “sosyalist bir Türkiye” fikri, insanı maazallah “revizyonist” yapardı. Hem zaten Türkiye’nin asıl sorunu bir köylü devrimiydi! Tabii, işçi sınıfına merkezi bir rol vermeyen bu bakış açısıyla milli ve demokratik görevlerle sosyalist görevler arasındaki köprüyü kurmak mümkün değildi. Oysa bu işi becerebilecek tek güç olan işçi sınıfı, Türkiye solunun rüyalarında bile göremeyeceği bir eylemle ‘Ben buradayım!’ diye bağırıyordu. Üstelik devrimci bir siyasi önderliği bile yoktu.
Sınıf Bilinci
Sabahına top oynayarak başladığım günü, akşamüstü ilan edilen sıkıyönetim ve gece sokağa çıkma yasağıyla bitirmiştim. Ancak hayatımızın yeni bir aşamaya girdiğini hem yaşım, hem de fukara birikimim nedeniyle anlamam mümkün değildi. Zaten bizim cenahta neredeyse kimseler işin özünü anlayamamış, anlayanlar da kimselere anlatamamışlardı. Ancak solun, sosyalistlerin, devrimcilerin çoğunluğunun uyanamadığı duruma, tarihsel rolü ve “işinin gereği” olarak devlet ve güçlü mülkiyet duygusuyla burjuvazi hemen uyanmıştı. Elbette sınıfın sınıfı anlaması, hissetmesi başka bir şeydi! Zaten bir süredir artarak devam eden işçi eylemlerinin, grev ve fabrika işgallerinin yarattığı endişeyle huzursuz olan patronlar, güçlü sınıf bilinçleriyle işçi sınıfının yıkıcı, devrimci içgüdülerini ve potansiyelini herkesten önce fark ettiler. Türkiye’de “kristalize olmuş” bir işçi sınıfı vardı ve patronların giderek zorlaşan koşullarda Demirel tipi “dandik-demokratik” hokkabazlıklarla kaybedecek vakitleri yoktu. Gereği yapılmalıydı. Yapıldı da…
Türkiye ekonomisinin kriz sinyalleri vermeye başladığı, sınıf hareketinin grev ve fabrika işgalleriyle hızla yükseldiği, köylerde toprak işgallerinin yayıldığı bir dönemde sermaye bu kadarına tahammül edemezdi. 12 Mart 1971 askeri darbesinin temel nedeni ülkenin içinde yol aldığı ekonomik-toplumsal-politik durum, sınıf mücadelesinin sermaye için yarattığı sorunlardı. Böyle bir durumda işçi sınıfı, 15-16 Haziran günlerinde, sermayenin toplumsal iktidarı ve TSK’nin de bir parçası olduğu “müesses nizam” için sadece tarihsel değil, güncel bir tehlike olduğunu da göstermişti. Böyle bir güç, devrimci bir önderlikle birlikte ülkenin bütün gidişatını değiştirebilirdi. O nedenle, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın müdahalenin nedenlerini açıklarken söylediği sözler boşa değildi: “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı!”