Kürsüden “bir kez daha söylüyorum, bizi teslim alamayacaksınız, bize diz çöktüremeyeceksiniz” diyen Cumhurbaşkanı’nın, bunu kime karşı söylediği elbette belli değil. Onlar, kimi zaman, CeHaPe kimi zaman Trump olabiliyor. Özneyi istediği gibi değiştirebilir. Kim olduğu net olmasa da iktidarın böyle bir düşmanlığı sürekli ayık tutmasına ihtiyacı var.
Çünkü yeni bir kurucu iradeye ihtiyaç duyuyor. Nitekim önceki Bonapartlar gibi bir savaş kazanarak ya da büyük bir iç savaşı durdurarak, oradan yükselen bir meşrulukla iktidarda durmuyor. Kazandığı savaşlar, peş peşe kazandığı seçimlerdi. Kendi meşruiyetini bu yenilmezliğine borçlu idi. Bu meşruiyetin giderek aşınmaya başladığı zaman, 15 Temmuz, “açıkça söylemek gerekir ki, adeta bir Çanakkale Savaşı, bir Milli Mücadele” gibi imdadına yetişti.
Yeni normal ve yeni rejim
Dolayısıyla rejimin yeni sloganı bu; “hiç gerilememek için sürekli ileri adım atmak”. Bunu yapmak zorunda. Bir yandan karşı ittifakın arasına soktuğu “Kürt Kozu” ya da Ayasofya hadisesi ile düşman kampı bölüyor. Tevekkeli, kendi sağından medet ummaya devam eden CHP dahi, namaza davet bekler hale geliyor. “Kılıç hakkı” bir gelenek olarak sömürgeci dönemi çağrıştırıyor diyen itirazlar garip, çünkü doğu Akdeniz, Libya, Suriye’deki varlık aslında bu niyetlerden bağımsız değil. Bir ihraç malı olarak ordu dışarıda kullanıldıkça, içerde de polis-bekçi ve iktidarla hareket eden kalabalıklar devreye sokuluyor.Diğer yandan da, toplumun yeniden dizaynı için bir takım “yasal” sınırlar içinde hareket eden enstrümanların kullanılması kozunu da elinde tutuyor. Sosyal medya kontrolünü, muhalif kanalların kapatılmasının takip edeceğini tahmin etmek zor değil.
Bir şey açık; ne Ayasofya ne baroları bölme tasarısı, ne de CHP ve HDP milletvekillerinin hapse atılması gündem değiştirme çabası ile açıklanamayacak bir gidişatın kilometre taşları. Ne yazık ki, muhalefet, bir sonraki seçimlerde kararsızların etkisi ile seçimleri kazanacaklarına, parlamenter sistemin bu sayede yeniden tesis edilebileceğine inanmaya devam ediyor.
Son CHP kurultayı ve sonrasında yapılan demokrasi cephesi çağrıları da aslında buna yaslanıyor. Genel olarak parlamentonun ve “kutsal oy”un korunmasına dönük bu çabalar aslında temel bir sosyolojik faktörü gözden kaçırıyor; “zor oyunu bozar.” Bu gözden kaçırma, nerdeyse utangaç bir liberallikle “burjuvazi bu kadarına izin vermez-vermeyecek” diyen sosyalist cenahta da aynı.
Kendi yakın tarihimiz dahi, AKP’nin kaybedeceği seçime girmeyeceğini gösteriyor. Son belediyeler kanunu ile seçimleri kazanan belediyelerde, belediyenin iştiraklerine atama yapma hakkının da elinden alınması dahi, bu iradeyi gösteriyor.
Muhalefetin hali..
Muhalif yayınların çoğu ise, pandemi süreci ile iyice derinleşen ekonomik krizin yansımalarının AKP-MHP koalisyonunun yenilgisine neden olacağını öngörüyor. Her şeyden önce bu beklentinin, hemen her seçimde boykot taktiğine başvuran siyasi yapılarda geçmesi de enteresan.
Oysa krizin etkileri bir düzine faktörün iç içe geçmesi ile ancak bu sonuca varabilir. Gerçekte kitlesel ve süreci yönetebilen öncünün olmadığı koşullarda bu salınım, beklenenin aksi sonuçlara da varabilir. Buna küçük burjuvazi içinde uzun süredir yer eden şovenist dalgayı da ekleyince sonuç bekleneni vermeyebilir. Yani, her ekonomik kriz, doğrusal olarak iktidarın yok olmasına yol açmaz. Konjonktürel durumun iktidar tarafından kullanılması, muhalefetin adeta Godot’u bekler hali gibi bir dizi faktör, iktidarın belirli açılardan yıpranmasını tolereedebileceği bir saha sunmaktadır.
Hatta öyle ki, zamanında yapılmayan muhalefet, bizzat muhalefetin cezalandırıldığı bir dönemin kapılarını da açabilir. Geçmiş bunun türlü örnekleri ile dolu. Elbette görebilene.
Dolayısıyla, rejimin iç dönüşümü ile beterin beterine doğru evrilmesi masada, üstelik çok daha büyük bir ihtimalle duruyor.
Sosyalist solun da, toplumsal etkisini, ağırlığını ve meşruiyetini kaybettiği dönemlerde, bugünkü moda tabirle bir “Yapı Sökümü”ne de ihtiyacı var. Cinsiyetinden bağımsız bir demokrasi mücadelesi de, kültür mücadelesine hapsolmuş temel faaliyet alanları da, kendilerinin anlamadığı değişik meclis çağrılarına da bundan nasibini almalı. Yoksa elinde, aslında doğrudan bir aktörü olamadığı seferberlikler ve başkasının kitlesi üzerinden hava atmak kalacak.
Böylece “yeni normal” denen bu buhranlı dönem, bir işçi sınıfı seferberliği ile alaşağı edecek program ve örgütlenmeden mahrum kalmaya devam edecek. Oysa ne bir burjuva eski normaline, ne de işçi sınıfı programını sendikalara yedekleyen ekonomizme mahkûmuz.
Umut, gizli ya da açık liberalleşmekten, kendi gövdesinin de inanmadığı parlak formüllerden değil, işçi sınıfının devrimci partisini inşa etmek için, taş üstüne taş koyan bir sabırdan ve ısrardan geçiyor. Bu her şeyden önce, çok yakın tarihlerde yaptıkları hatalar ile “gerçekten” yüzleşmelerini de içerir diye düşünmek de bu yazının iyimser yanı olsun.