ÖZÜNE DÖNMEK!

ÖZÜNE DÖNMEK!

Çok genel olarak, Saray rejiminin, her defasında cüretini biraz daha artıran icraatlarıyla varlığını korumaya ve gücünü tahkim etmeye çalıştığı da söylenebilir. Ancak bunun artık çok eksik bir yaklaşım olacağı açıkça ortada. Rejimin icraatları, nitelikleri itibariyle bunun epeyce ötesine geçmeye başladı. Yaşananlar, nicel birikimin niteliksel bir sıçramaya dönüşeceğini gösteriyor. Yani artık “Nice alametler belirdi!” denilebilecek bir noktadayız!

Bazı “marjinal” akımların ideolojik-politik düzeyde “ana akıma” dönüşmesi, toplumsal çekirdekleri dışındaki geniş kitleleri de etkilemesi görülmemiş bir şey değildir. Türkiye’de de çok uzun bir zamandır yaşanan budur: Hem faşistler, hem de İslamcılar, biri daha küçük, diğeri daha büyük bir değişim sürecinin ardından memleketin “ana akım” partileri haline gelmeyi başardılar! Bu değişim, sözünü ettiğimiz “milliyetçi-mukaddesatçı” akımların Türkiye siyasetinin merkezine (yani “normale”) yaklaşmaları, onunla uyum sağlamalarıyla sınırlı bir durum değil, aynı şekilde, özellikle 90’lardan itibaren o merkez de (yani “normal”) hızla gericileşen toplumsal-siyasal iklim koşullarında çeşitli biçimlerde bunlara yaklaştı. Yani karşılıklı bir uyum süreci yaşandı.

“Pasif karşıdevrim süreci!

Marjinal akımların “ana akıma” dönüşmeleri, genelde ya devrimlere ya da karşıdevrimlere işaret eder. Türkiye’deki gelişimin ana unsurlarına bakıldığında bunun bir “devrim” yönünde gerçekleşmediği ortada. Sosyalist solun hali malum! Gelişim tarihsel olarak bir “karşıdevrim” yönünde ilerledi. Yeni bir tür Bonapartist rejimle (yeni-Bonapartizm) sonuçlanan bu süreç, memleketin kökü RTE döneminden çok öncelere dayanan “doğal-olağan” koşullarında gerçekleşti. Bundan bir nevi “pasif devrim” olarak da söz ediliyor; yani, zaman zaman gerilimler yaşansa da, siyasal bir altüst oluşa, açık bir çatışmaya yol açmadan görece küçük adımlarla ilerleyen ve bir yandan iktidarı ele geçiren “aykırı” akımın sistemle uyumlu hale geldiği, bir anlamda bütünleştiği, ancak öte yandan sistemin de tedrici bir iç değişim yoluyla iktidarla uyumlu hale geldiği bir süreç. Ancak Türkiye’nin çok yakın tarihinde yaşananlara ve bunların sonuçlarına bakıldığında bu süreci bir “pasif karşıdevrim” olarak tanımlamak daha uygun olacaktır! Burada kısa bir not eklemek gerekiyor: Sözünü ettiğimiz “karşıdevrimciliği” basitçe, hiçbir devrimci niteliği olmayan bir önceki rejimin, “değerlerine” (Buna dönemin paşaları da dahil!) veya yaşanan bir devrimci sürece karşıtlık temelinde tanımlamıyoruz. Yeni rejimin karşıdevrimciliği tarihsel olarak, devrimci veya sonraki çürümüş halleriyle “modern değerleri” ve genel olarak kendilerine yaramayan her türlü toplumsal, siyasal özgürlüğü yok etme hedefini kapsamakla birlikte esas olarak sınıfsal bir nitelik taşıyor. Yani sınıfsal temelleri itibariyle burjuva gericiliğinin bir çeşidi; tarihsel olarak işçi sınıfı düşmanlığının ve DEVRİM karşıtlığının bir ifadesi.

Yeniden marjinalleşme ve eski usullere dönüş!

Sözünü ettiğimiz görece “pasif” süreç, son birkaç yıldır, rejim değişikliğiyle birlikte kaçınılmaz olarak  “aktif” bir nitelik kazandı. Ancak bu aktivite yeni bir genişlemeye, büyümeye veya canlanmaya tekabül etmiyor. Giderek genelleşen başarısızlık ve yönetim zaafiyeti, derinleşen bir kriz ortamında iktidar açısından toplumsal, ideolojik, politik ve kültürel bir gerilemeye, daralmaya dönüşüyor. Bu daralma aynı zamanda bir tür yeniden “marjinalleşme” ve haliyle bir “öze dönüş” sürecinin de nedeni. Evet, yeni rejiminin milliyetçi-mukaddesatçı ortakları, ellerindeki devlet gücüne ve geniş ekonomik-mali imkânlara rağmen eski “marjinal” hallerine zorunlu dönüş yoluna girmiş bulunuyorlar. Bunun nedenlerinde biri, burjuva gericiliğinin toplumsal zeminini ve insan kaynağını oluşturan geniş “muhafazakâr” kesimler üzerindeki kitlesel etkinin giderek gerilemeye başlaması. Yeni “numaraların”, bu kesimler üzerinde beklenen etkiyi sağlamadığı görülüyor. Bu gerileme, aslında gericiliğin mutedil bir çeşidi olarak “muhafazakârlığın” sağladığı “normalleşmenin” de giderek ortadan kalkmasına yol açıyor. Bir diğer neden ise, yeni rejimin yeterince güçlü temellere ve sağlam bir kadrolaşmaya, kurumlaşmaya dayanmaması. Bu durum, çıkmazlar çoğaldıkça eski usullere daha açık biçimlerde dönüşü tetikliyor. Bütün bunlar elbette bir boşlukta yaşanmıyor. Bu süreçlerin, hem uluslararası, hem de ulusal düzeyde pek çok alana yayılan ve giderek şiddetlenen bir ekonomik kriz ortamında yaşandığını unutmamak gerekiyor. Zaten iktidarın “tarihsel fabrika ayarlarına” dönme sürecinin temel belirleyeni de 2008’den beri iniş-çıkışlarla ilerleyen bu kriz. Bilindiği üzere büyük krizlerin yol açtığı altüst oluşlar, en üstü örtülü olanlar da dahil pek çok çelişkinin ve gerçeğin açığa çıkmasına neden olurlar.  

Gelinen nokta: Silah teşhiri!

Yukarıda sözü edilen zorunlu marjinalleşme ve “öze dönüş”, aynı zamanda iktidardaki kitle partilerinin (Artık gerçek bir siyasi parti olarak AKP’den söz etmek mümkün olmasa da!) ideolojik ve politik olarak geleneksel çekirdeklerine, yani  “marjinal” kesimlere odaklanmaları anlamına da geliyor. İktidarın Ayasofya, kılıçlı hutbe, İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ+ vb. politikaları ve bu alanlarda tutturduğu söylemler böyle bir gelişmenin ürünleri. İktidarın amacı elbette çok daha geniş kesimleri, memleket sağının tamamını etkilemek, ancak varılan yer burası!

Burada vurgulanması gereken husus böyle bir güç kaybı ve gerilemenin iktidar ortaklarının bugüne kadarkilerden çok daha tehlikeli yönelişlere girebileceğini gösteriyor. Bu aynı zamanda iktidarın gerici icraatlarının, gönüller daha fazlasını istese de giderek daha dar, ancak daha tehlikeli bir militan tabana dayalı, onların taleplerine uygun biçimler alabileceğini anlamına da geliyor. Zaten bu taban, bugüne kadar pek çok defa görüldüğü üzere, açık çatışma yöntemleri açısından da en sadık ve kullanışlı militan gücü oluşturuyor.

Elbette her rejimin gücünün bir sınırı var. Yani hiçbir güç sınırsız değil. Ancak somut gerçekler esas alındığında bu genel kural her koşulda bir teselli nedeni olamaz. Yapılanlar,  iktidarın ne olursa olsun “gitmek” gibi bir niyetinin olmadığını gösteriyor. Bütün bunların “Biz gitsek de eserlerimiz kalır yadigâr!” mantığıyla yapılmadığı, amacın, “unutulmaz” eserler bırakmaktan ziyade bir daha geri vermemek üzere her şeye el koymak olduğu ortada. Zaten artık içerideki ve dışarıdaki her şeyin birer “beka” sorunu haline gelmiş olmasının nedeni de bu. Bu nedenle iktidarın ağzından çıkan her söz, en olur olmaz konularda bile bir meydan okumaya, savaş çağrısına dönüşüyor. Halkın bir bölümünün “millet dışı” veya “gayrı milli” ilan edilmesi, zaman zaman dile getirilen ölüm-kıyım tehditleri buradan kaynaklanıyor. 

Türkiye’de iktidarın kendi belirlediği “meşruiyet” alanı dışında kalan her türlü muhalefet yasal veya yasadışı zor yoluyla bastırılmaya çalışılıyor. Jandarma, polis ve bekçi müdahalesi olmadan nefes almak bile bir sorun haline geliyor. Bütün bunlar Ayasofya, kılıçlı hutbe, İstanbul Sözleşmesi vb. işlerin ideolojik-kültürel boyutlarının çok ötesinde son derece tehlikeli maddi-fiziksel anlamları olduğunu, o kılıçlı hutbelerin dışarıdan çok içeriye dönük bir tehdit, bir “silah teşhiri” anlamına geldiğini gösteriyor.

İşçi sınıfı ve demokrasi mücadelesi

Bütün bu gelişmeler demokrasi mücadelesinin çok daha sağlam temellere oturtulması gerektiğini gösteriyor. Bu her şeyden önce demokrasi umudunun  gelecek seçimlere bağlanamayacağı anlamına geliyor. Gidişat ve açığa çıkan eğilimler seçimlerin rejim açısından, bildiğimiz biçimleriyle,  temel meşruiyet kaynağı olmaktan çıkabileceğini, bunun yerini, “iç ve dış düşmanlar”, “vatan hainleri” söylemi eşliğinde başka “meşruiyet” kaynaklarının alabileceğini gösteriyor.

Buradan seçimlerin artık hiçbir anlam taşımayacağı gibi abartılı bir sonuca varmak gerekmiyor elbette. Ancak bir demokrasinin olmazsa olmazı olarak serbest seçim hakkı da dahil, pek çok hak ve özgürlüğün, ancak büyük kitlesel mücadelelerle savunulması bir zorunluluktur. Daha öncekiler de dahil, Gezi ve pek çok başka eylem Türkiye’de böyle bir mücadelenin kitlesel temelinin, potansiyelinin olduğunu gösteriyor. Ancak gidişat bu defaki mücadelenin daha farklı koşullarda gerçekleşebileceğine dair güçlü işaretler veriyor. Daha da önemlisi, sadece Türkiye’yi değil, dünyayı da sallayan ekonomik krizin toplumun temel sınıfları arasında er veya geç daha köklü bir hesaplaşmaya yol açacak olmasıdır. Bu nedenle demokrasi mücadelesi, sınıf mücadelesi temelinde ele alınmalıdır. Unutulmaması gereken nokta, Türkiye’nin demokrasi sorununun bu hale gelmesinin en önemli nedenlerinden birinin işçi sınıfı hareketinin geri çekilmesi, sınıfın siyasi bir güç olarak gelişmelere müdahale edemez durumda olmasıdır.  İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi açısından hâlihazırdaki geriliği bir gerçek olsa da bu değiştirilebilir bir gerçektir. Tarihsel ve toplumsal görevlerle sınıfın hazırlık durumu arasındaki açıklığı kapatmak, buna uygun program ve örgütlenmeler yaratmak için çalışmak tarih boyunca devrimcilerin başlıca görevi olmuştur. İşçi sınıfının örgütlü, bilinçli, bağımsız ve önder bir güç olarak yer almadığı demokrasi mücadeleleri yenilmeye veya yarım kalmaya mahkûmdur. Krizin nesnel koşullar üzerindeki derinleştirici etkisi ve iktidarın yoksul emekçi kitleler üzerindeki denetiminin zayıflaması, sınıf mücadelesi açısından güçlü imkânlar sağlayacaktır.  Sorun, her türlü tehlikeye rağmen, kaçınılmaz olarakşiddetlenecek mücadeleleri birleştirebilecek ve onlara önderlik edebilecek sınıfsal bir önderliğin yaratılmasıdır.

İktidar güçlerinin hızla  “özlerine” döndüğü bir zamanda, Sosyalistlerin de özlerine dönmesi bir zorunluluktur…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında