KIBRIS: BİR YILAN HİKÂYESİNİN GEÇMİŞİ VE BUGÜNÜ…

KIBRIS: BİR YILAN HİKÂYESİNİN GEÇMİŞİ VE BUGÜNÜ…

“Yılan hikâyesi” devam ediyor! KKTC’de seçimler yapıldı. Saray rejiminin desteklediği sağcı UBP adayı Ersin Tatar, yüzde 51,47 oy oranı ve 4500 oy farkıyla kazandı. Tatar, seçimlerden sonra yaptığı konuşmada, öncelikle, seçimleri kazanmasını sağlayan Türkiye Cumhurbaşkanı RTE’ye ve Yardımcısı Fuat Oktay’a açık açık teşekkür etti. Gerçi saklanacak bir şey de yoktu. Cümle âlem “anavatandaki” rejimin propaganda makinesinin başındaki Fuat Oktay’ın görevlendirdiği bir grubun Tatar’ı desteklemek için Kuzey Kıbrıs’ta faaliyet sürdürdüğünü biliyordu (ayrıca UBP içindeki muhaliflere de bir otelde “ayar” verilmişti!). Üstelik bu sadece politik ve teknik bir destek de değildi: Seçimlerden önce, Tatar’a destek amacıyla Kuzey Kıbrıs seçmeninin yüzde 5’ini oluşturan on bin kişiye 3’er bin lira dağıtıldığı iddiası (haberi) zaten yayılmıştı. Seçimlerden sonra buna Kuzey Kıbrıs Tarihi’nde görülmemiş “seçim suçlarının” işlendiği iddiaları da (gerçekleri de denilebilir!) eklendi.

“Hık demiş, burnundan düşmüş!”

Ancak mesele bunlarla sınırlı değil. Yeni cumhurbaşkanı Tatar aynı “zafer” konuşmasında “Türkiye düşmanı” ilan edilmiş muhalefete “laf çakarken” Saray’daki ustalarını aratmayacak bir “yansıtmacılık” örneği vererek “Çözüm uğruna egemenliği zafiyete uğratmayacaklarını” ve de “Türk halkının bağımsız ve onurlu şekilde yaşama mücadelesine saygı duyulması gerektiğini” söyledi! İlginç değil mi, “bağımsız” olduğu iddia edilen ve başka devletlerce tanınması istenen bir devletin cumhurbaşkanı adayı, üstelik de “bağımsızlık” ve “egemenlik” vurgusu yaptığı bir seçim sonrası konuşmada başka bir devletin Cumhurbaşkanı ve Propaganda Bakanı’na seçimlerde verdikleri (politik, teknik ve maddi) destekten dolayı teşekkür ediyor! Üstelik “hık demiş burnundan düşmüş” misali, Türkiye’de iktidar eliyle giderek yaygınlaştırılan “Türkiye düşmanları” söylemini de kullanarak. Tatar, böylece muhalefetin Kuzey Kıbrıs halkının “Türkiyeciler” ve “Türkiye karşıtları” biçiminde bölünmek istendiği iddiası da doğrulamış oluyor. Bütün bunların sonucunda bizler de yeni dönemde KKTC iç siyaseti ve Türkiye’deki “yeni-bonapartist” rejimin icraatlarının Kuzey Kıbrıs’a muhtemel yansımaları konusunda fikir sahibi oluyoruz!

Bir “milli dava” olarak müdahale siyaseti

Aslında tek başına kimsenin günahını almayalım; çünkü Türkiye’nin Kıbrıslı Türklere yönelik çok yönlü müdahalelerinin uzun bir geçmişi var. Yani bu işi ilk defa bizim siyasi islamda “marine edilmiş” Saray rejimi yapmıyor. Önceki “laik” iktidarlar döneminde de aynı şoven milliyetçi ve “Türkçü” dil eşliğinde ve elbette en “halisane” niyetlerle Kıbrıs’a müdahale bir “milli dava” mertebesindeydi. 1950’lerden başlayarak, Kıbrıs’ın ve iki toplumun birliğinden yana Kıbrıslı Türk sosyalistlerine, işçi önderlerine, gazetecilerine ve muhaliflerine yönelik faşist cinayetler, saldırılar ve camilerin bombalanması da dahil çeşitli provokasyonlar eşliğinde yürütülen bir müdahale politikası farklı dönemlerde farklı biçimlerde “zenginleştirilerek” sürdürüldü. Kıbrıslı Türk toplumunun sadece bugün değil, hiçbir zaman gerçek manada serbest seçimler yapmasına ve iradesini yansıtmalarına izin verilmedi. Zaten bu toplum daha önceleri, Türkiye’deki iktidarlar ve özellikle de “derin devlet” tarafından “Kıbrıslılığı” asla kabul etmeyen Denktaş gibi “taksim” ve “ilhak” yanlısı mutemet siyasetçilerin (görevlilerin) ve Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adlı faşist örgütün eline teslim edilmişti. 1960’ta kurulan ve Kıbrıslı Rum (Helen) çoğunluğu temsil eden her kanattan siyasi önderliklerin  “üstün gayretlerinin” de yardımıyla bilinçli olarak yıkılan ilk ve ortak “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin ardından gelen dönem de farklı olmadı. TMT zoruyla ve elbette “güvenlik” gerekçesiyle bir takım kantonlarda toplanıp hapsedilen Kıbrıslı Türkler, demokrasiyle falan ilgisi olmayan seçimlerde Türkiye’nin istediği kişileri (Fazıl Küçük, Rauf Denktaş) seçmek zorunda bırakıldılar. Farklı eğilimden adayların seçimlere katılmaları zor ve tehdit yoluyla engellendi.

“Kurtuluştan” sonra da…

Aynı durum, antidemokratik ve gerici özü itibariyle 1974’ten, yani “kurtarıldıktan” sonra da devam etti. Siyasi hayatın Büyükelçilik (TC Kuzey Kıbrıs valiliği!) ve Ada’daki TSK komutanları eliyle Ankara tarafından yönlendirildiği Kıbrıs Türk Federe Devleti ve 1983’ten sonra bir oldubittiyle kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dönemlerinde de değişen bir şey olmadı. Bu dönemde ortaya çıkan muhalif ve sol partiler bile Ankara’dan icazet almak zorundaydılar. Öncekiler bir yana, 1981’den başlayarak bütün çok partili seçimler Ankara’nın kendi “adamları” lehine açık müdahaleleri eşliğinde yapıldı: Muhalefet liderleri, Büyükelçiliğe “davet edilerek” açıkça tehdit edildi, kendilerine talimatlar verildi. Bazı durumlarda iktidar partisi içindeki muhalif veya farklı unsurlar bile aynı muameleye maruz bırakıldı. Hükümetlerin kuruluşları ve koalisyonlar Ankara’nın yönlendirmeleri ve kararlarıyla gerçekleşti.

Bu süreç aynı zamanda “çözümsüzlük çözümdür!” anlayışıyla ülkenin Türkiye tarafından ilhakının şartlarını oluşturmaya çalışan şoven milliyetçi sağa karşı “Kıbrıslılığı” öne çıkararak Türkiye’nin baskılarına direnen ve özgürlük talep eden çözüm yanlısı bir solun ve emek hareketinin ortaya çıkmasına da yol açtı.

Bir “yarı sömürge” yaratmak!

Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağımlılığı sadece siyasi ve ekonomik bir bağımlılık olmadı. “Kurtarıcıların” ilk işi, “işgücü eksikliği” bahanesiyle Ada’nın kuzeyini Türkiye’den nüfus aktarımı yoluyla “Kolonileştirmeye” tabi tutmak oldu.  Böylece daha sonra siyasi sonuçları da olacak bir nüfus dengesizliği yaratıldı. “Asimilasyon” amacını güden bu politikanın sürdürülmesi, Kıbrıs’ın yerlilerinin kötü ekonomik koşullar ve diğer nedenlerle Ada’yı terk etmeye başlamasıyla (Kıbrıslı Türk nüfusun üçte biri) birlikte sadece demografik ve siyasi sonuçlara değil, kültürel sonuçlara da yol açtı. Türkiye gericiliği bütün yönleri ve çeşitleriyle Kıbrıs’ta da yüzünü göstermeye başladı. Bu asimilasyoncu politika esas olarak Ada’nın ilhak edilmesine uygun koşulların yaratılmasını ve bu bağlamda çok farklı bir siyasi, toplumsal kültüre sahip Kıbrıslı Türkleri “anavatandaki” hâkim gerici anlayışlar doğrultusunda “Türkleştirmeyi” veya göçe zorlamayı amaçlıyordu.

Kuzey Kıbrıs, sadece siyasi ve askeri yöntemlerle değil, ekonomik yöntemlerle de Türkiye’ye bağlandı. Üretimin neredeyse olmadığı, turizmin de son derece gerilediği, önemli ölçüde Türkiye’nin maddi yardımlarıyla “yaşatılan” ülkede insanlar, devlet memurluğu ve çoğu ufak tefek işlerle geçinmek zorunda bırakılarak ekonomik anlamda çaresiz duruma düşürüldü. Ekonomi kumarhaneler ve özel üniversitelerle döndürülür hale getirildi. Bu kuşatma uluslararası ekonomik-diplomatik tecritle de güç kazandı. Ancak daha vahimi 74’ten sonra Kuzey Kıbrıs’ta,  bir devletin, egemenliğinin en önemli unsurları olan ulusal para birimi ve maliyesi üzerindeki kontrolü tamamen Türkiye’ye teslim edildi. Ülkenin resmi para birimi Türk Lirası oldu. 1986’da Özal’ın, “babasının çiftliğine” gider gibi Kıbrıs’a gidip Türkiye’de uygulanacak neoliberal bir ekonomik programı (Kıbrıslılar tarafından “ekonomik Yıkım Paketi” olarak anılan program) Kıbrıs’a da dayatma cüretini göstermesi bu durumdan kaynaklanıyordu. Bunların yanı sıra Kıbrıs’ın sadece dış güvenliğinin değil, iç güvenliğinin, yani polis teşkilatının ve bunun da ötesinde itfaiye teşkilatının da TSK’ya bağlanması Kuzey Kıbrıs Türk yönetiminin bir devlet olarak daha kuruluş aşamasında, ulusal egemenliğinin bütünlüğü parçalanmış bir “yarı sömürge” (“sömürge!?”) haline gelmesine yol açtı…

Nihai amaç: İlhak…

Aksi yöndeki bütün iddialarına rağmen Türkiye’yi yönetenlerin (“Kurtarıcı” Ecevit dahil!)  hiçbir zaman Kıbrıslı Türkleri özgürleştirmek, onların bağımsızlığını sağlamak gibi bir derdi olmadı. En başından itibaren amaç, 1950’li yıllarda sömürgeci İngiliz emperyalizminin icadı olan “Taksim”, yani Kıbrıs Adası’nın emperyalizmin, özel olarak da NATO’nun denetiminde çeşitli oranlarda Yunanistan ile Türkiye arasında bölünmesi idi. Böylece Doğu Akdeniz’de en stratejik alanları kontrol altında tutabilme imkânı sağlayan bu dev “uçak gemisi” “Enosis” (Yunanistan’la birlik) ve “Taksim” (bölüşme) yoluyla emperyalizmin sadık müttefiki iki NATO üyesi arasında paylaştırılarak garantiye alınacaktı.  Ancak zamanla ortaya çıkan önemli bir değişiklik bu planı işlemez hale getirdi. Kıbrıs Rumlarının siyasi önderlikleri, bazen sembolik olarak lafı edilse de Kıbrıs’ın bu duruma gelmesinde önemli bir payı olan ve yıllar boyu sürdürdükleri “Enosis” (Birlik: Yunanistan ile birleşme) politikasından, Kıbrıs Rum burjuvazisinin de çıkarları doğrultusunda vazgeçerek, ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist merkezlerin canını fena halde sıkan ve Sovyetler Birliği tarafından canı gönülden desteklenen bir “bağlantısızlık” politikasına yöneldiler. Kıbrıs uluslararası planda “Bağlantısızlar” hareketinin üyesi oldu. Kıbrıs’ın ilericilikle falan ilgisi olmayan, ancak bu yönelişi nedeniyle Ada’nın en güçlü partisi olan “komünist” AKEL tarafından desteklenen Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’un Batı tarafından “Akdeniz’in Kastrosu”, Türkiye tarafından da “Kızıl Papaz” olarak tanımlanmasının, sürekli olarak CIA, Yunanistan ve EOKA kaynaklı suikast ve darbe girişimlerine maruz kalmasının nedeni buydu.

15 Temmuz 1974’te (muhtemelen) Ada’nın bir bölümünün Türkiye’ye bırakılmasını da hesaplayan emperyalist-faşist bir komplonun ardından Türkiye’nin “garantör” sıfatıyla Kıbrıs’a yaptığı çıkartma bir “kurtarma” operasyonundan ziyade bir “yayılma” operasyonuydu. Türkiye’nin ve “Kıbrıs’taki adamlarının” o güne kadar uyguladıkları son derece hesaplı politikalar, bozma ve “torpilleme” faaliyetleri bunu göstermektedir. Güney Kıbrıs burjuvazisi ve siyasi yönetimlerinin şoven milliyetçiliklerinin eseri olan son derece yanlış politikaların da etkisiyle “meşruluk” kazandırılan çözümsüzlük politikaları da uygun koşullarda adayı ilhaka yöneliktir.

Kıbrıslı Türkleri kurtarmak!

Türkiye’nin Kıbrıs politikasının gerçek amacı hiçbir zaman Kıbrıslı Türklerin özgürlüğünü ve can güvenliğini sağlamak olmamıştır. Yapılan, sorunu “milli dava” adı altında içinden çıkılmaz hale getirmekten başka bir şey değildir. Bu doğrultuda Kıbrıslı Türklerin varlığı sadece bir araç olarak (“araçsallaştırma”) görülmüş, onların gerçek talep ve iradelerine en ufak bir saygı gösterilmemiş, aksine her türlü bağımsız çıkışları aşağılayıcı bir dille ve aç bırakma tehditleriyle bastırılmak istenmiştir.

AKP döneminde de bu araçsallaştırma ve aşağılama devam etmiştir. Adadaki Türklerin varlığı bir dönem AB’ye girmenin bir aracı olarak kullanılmaya çalışılmış, günümüzde ise Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarıyla ilgili kavganın bir aracı haline getirilmiştir. Saray rejiminin iç politikasıyla tamamen iç içe geçmiş bugünkü dış politikası ise, Kıbrıs düzleminde, sonuçlarını göğüslemeyi göze alabildiği ölçüde Kıbrıs sorununu “fetih” (yani ilhak) yoluyla “çözmeyi hedeflemektedir. Çözümsüzlüğün devamı halinde (“bağımsız” bir devlet olarak yaşama şansı kalmayan) Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye ile birleşmesi seçeneğinin (yerli ve milli Enosis!) giderek daha fazla telaffuz edilmesinin ve baskının artırılmasının nedeni budur. RTE, gelinen noktada, muhtemelen kendisine “fatih” unvanını kazandıracak bir “fetih” sayesinde ayakta kalabileceğine inanmaktadır.

Dünyadan gelecek tepkiler, ambargolar, baskılar vb. güvencelere bel bağlayıp çok uzun süredir ipe un seren ve Kuzey’in ekonomik nedenlerle kendiliğinden “çözüleceği” hesabıyla bir başka çözümsüzlük politikası uygulayan Güney Kıbrıs burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri (Bu arada maalesef solcuları, sosyalistleri) eğer hâlâ Kıbrıs’ın birlik ve bütünlüğü gibi bir dertleri varsa, bu ilhak ihtimalini akıllarından çıkarmamak zorundadırlar. Unutulmaması gereken nokta Kıbrıs’ın bir soruna dönüşmesinde Rum kesimindeki komünistleri bile etkisi altına alabilmiş kilisenin ve milliyetçiliğin çok büyük bir payı olmasıdır. Kıbrıs sömürge tarihinin en kritik döneminde “bağımsızlık” yerine “Enosis” tezinin hâkimiyet kazanmasının, yıllarca bir arada yaşamayı başarmış ve bazen ortak mücadeleler yürütmüş bir toplumun emperyalizm ve burjuvaziler yararına bölünmesinde ciddi bir rolü olmuş ve bu politika  “taksim” yanlısı Türk milliyetçiliğine güçlü bir enerji sağlamıştır.

Mücadele…

Emperyalist merkezlerin, Türk ve Yunan burjuvazilerinin, onların devletlerinin ve Kıbrıs egemen sınıflarının bin bir hesap ve numarayla araçsallaştırıp içinden çıkılmaz hale getirdikleri bir sorunun “halkların kardeşliği” türünden birkaç kuru sözle veya birkaç çözüm formülüyle halledilmesi mümkün değildir. “Federal” veya “üniter” çözüm alternatiflerinin ve halkların kaderinin uluslararası ve yerli burjuvazilerin elinde yeni çözümsüzlüklere yol açacak birer “oyuncağa” dönüşmemesi Türkiye ve Yunanistan emekçilerinin ve mutlak surette Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerinin mücadelesiyle mümkündür. Kıbrıs’ın iki kesiminde de bütün engellere rağmen geçmişe oranla büyük ölçüde artan birlikte mücadele eğilimi, emekçilerin önderliğinde örgütlü bir siyasi mücadeleye dönüştürülebildiği ölçüde Kıbrıs’ın gerçek kurtuluşu mümkün hale gelecektir. Aksi halde bu “yılan hikâyesi” belki de yeniden kanlı biçimlere bürünerek sürüp gidecektir. Bu berbat hikâyeyi bir özgürlük ve bağımsızlık destanına çevirmek emekçilerin elindedir…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında